Jübile yâhut Bir Özge Temâşâ
"Uygarlığın,"
dedi
"kuş tüyü yatağından atla, hisset küreyi ayaklarınla
ve
vurup darmadağınık et çakıl taşlarını..."
Rüzgâr gibi geçip giden hayatta
hatırlamaya ve dolayısıyla yazmaya değer son yaşantım Koçdüzü’nde yaptığım
yüksek dağ yürüyüşüydü. O sene yayla evini toparlayıp bir sonraki sene tekrar
açmak üzere kapatması için annemi yaylaya çıkarmış, o işleriyle meşgul olurken
ben de günübirlik bir yürüyüş yapmıştım. Ardından hoşnut olmadığım döngü tekrar
başladı: Yaz tatili bitti, okullar açıldı, sıkıcı memuriyet sorumlulukları bir
bir yüklendi, boğucu evrak işleri yığıldı vs… Sonbahar ve kış aylarında
Trabzon’daki ahbaplarımın tek tük ziyaretlerini takip eden kısa etkinlikler
dışında kayda değer bir yaban yaşantısı olmadı.
Döngünün yaz kısmı tekrar gelince
bir süredir sönüp gittiğini hissettiğim yaban iştahımın tekrar kabarır gibi
olduğunu duyumsadım. Kişiliğimin mutadı olduğu üzre hayata dair sorunlarla
teorik olarak cebelleşmenin abesliğini özümsemeye başladım. Bunu elbette biliyordum lakin
duygusal olarak baş etmek çok zorlayıcıydı. Şair gibi şakaklarımdaki renksiz tellerin
sayısındaki hızlı artış, yüz çizgilerimin giderek belirgin bir şekilde
derinleşmesinin de yaşama dair bu kavrayışta ve akışa kendini bırakıştaki bu kolaylaşmada etkisi
vardı. Akışa boyun eğmeyi kolaylaştıran veçhelerden biri de benim için yabana dönmek
şeklinde zuhur ederdi. Söz konusu iştahın sebebi buydu. Bir de kedim öldü…
Konudan uzaklaştığımı düşünme riskine rağmen -asla bağlamdan taşmadan- ondan bahsedeceğim biraz sevgili okuyucu. Dilersen takip eden bu iki kişisel paragrafı atlayıp yaban yaşantısının dile geldiği kelimelere ilerletebilirsin
gözlerini (aşağıda kalın puntolarla gösterdim). Ben onu anlatacağım şimdi: Yalnız geçen sonbahar ve kış aylarında
evdeki biricik refîkim, kedimdi. İsmi de zira “Refik”ti, kısaca Ref… Birkaç yaz
önce evden dışarı çıkmak üzere kapıyı açtığımda sanki yıllardır bu evde
yaşıyormuş ve beni tanıyormuş gibi gelip ayağıma sürtünmüştü. Henüz üç aylık,
zayıf, koca kulakları minik yüzüyle aşırı bir tezat içinde olan çirkin bir
mahluktu. İnsanların evlerine alıp kendisini beslemesine sebep olacak herhangi
bir çekici vasfı yoktu. Sıradan bir tekirdi. Ama o rahatlığı, endişesizliği
içimi ısıtmıştı. İçeriye attığı minik ilk adımlarında onu sahiplenmeye karar
vermiştim bile. Ayrıca sesi çıkmıyordu, miyavlayamıyordu. Miyavlar gibi ağzını
açıyor bazen sadece nefes veriyor, bazen de miyavlamayla uzaktan yakından
alakası olmayan ince, hoş bir inilti çıkarıyordu. Bu özelliği -yahut engeli-
onun en karakteristik özelliğiydi. Ona ev ahalisi olarak bağlanmamızın
nedenlerinden biri garip bir şekilde bu sessizliğiydi. Veterinere götürmüş,
bakımlarını yaptırmış, tuvaletini, kumunu, mamasını velhasıl her ihtiyacını
tamam etmiştim. O yaz yaylaya çıkarmış yayla farelerinin başına bela etmiştim.
Zamanla benden çok annemle yakınlaştı, onun sıcak sesine tepki verir oldu.
Benim içe dönük soğuk karakterimden doğal olarak uzaklaştı. Lakin sonbahar ve
kış aylarında benimle dostluğunu paylaşıyordu. Dışarıdan geldiği halde sürekli
evde olmaktan dolayı dış dünyanın neler vaat ettiğinin pek de farkında değildi.
Annem haklı olarak hayvanın doğasına uygun şekilde yaşaması gerektiğini
düşündüğünden bazı günlerde onu dışarı çıkarır, kendisi bahçe işleriyle
ilgilenirken kuyruğunu korkudan kabartmış bir şekilde yanında dolaşmasına izin
verirdi. Refik zamanla dışarıya alıştı, diğer sokak kedilerinin saldırılarına
karşılık vermeyi, kendini korumayı öğrendi. Dışarıyla hemhal oldukça karakteri
hırçınlaştı. İstemediği şeyleri yaptığımızda pençelerini acımasızca derimize
geçirmeye başladı. Biz de onun sınırlarını biraz kan ve acıyla öğrendik zamanla.
İyi bakımla iyiden iyiye serpildi, küçük bir kaplana döndü. Dayağını yediği
kedilerin korkulu rüyası oldu. Onu diğer kedilerden korumak için dışarıdan
gelen çığlık seslerine sürekli tetik olduğum zamanlar yerini onun şerrinden
diğer kedileri korumak için önlem aldığım zamanlara bıraktı. Evde geçirdiği vakitler
peyderpey daralmış eve sadece yemek ve uyku için gelir olmuştu. Bazen günlerce
gelmediği olurdu. Gece uyanıp zifiri karanlığa kapıyı açar ve “Reeef!” diye
bağırır civarda mı diye kontrol ederdim. Bu bohem günlerinden sonra eve yorgun argın gelir mamasını yer ve
uyurdu.
Bir gün yine eve gelmedi. Sabah
kedimizi tanıyan akrabalar yol kenarında ağzından kan geldiği halde beklediğini
söylediler, annemle hemen yola çıktık. İçimde berbat bir duygu palazlanıyordu.
Arabayla tarif edilen yere gittim. O sessiz kedicik hiç duymadığım şekilde
miyavlıyor, yardım çığlıkları atıyordu. Ağzı açıktı, gözleri tepki vermiyordu.
Kör olduğunu düşündüm. Üst çenesi aşırı derecede şişmiş yüz hatları değişmişti.
Adını çağırdım, ses verdi. Ellerimi dizlerime koyup ona doğru eğildim. Boğazıma
bir yumru geldi, ağlayacaktım. Yumruyu yuttum. Annem Ref'in halini görür görmez ağlamaya başlamıştı. Kızçem benim diyordu, kızçem benim... Eve gidip havlu aldım. Kediyi havluyla
dikkatli bir şekilde sarıp araca koydum. Veterinere gidecektim lakin pazardı.
Sırayla telefon ettim. Bakmak istemiyorlardı. Ardeşen’deki bir tanesi beni acil
vakalara bakan bir veterinere, Pazar’a yönlendirdi. Gittim. Birkaç röntgen
çekildi. Ama anlam veremediğim bir şekilde kafa röntgenini çekmiyordu tabip. Bir
kere sordum geçiştirdi. Kedinin ağzını açıp içini kontrol etti, temizledi. Damağı
fena halde yarılmıştı. Şu halde narkozu atlatamayacağı için iki gün sonra
ameliyat olacağını söyleyip elime bir sürü iğne tutuşturdu, nasıl yapacağımı tarif etti. Emeğinin karşılığını aldı ve beni kaygılarım bir miktar dinmiş şekilde eve yolladı. Ne de
olsa işini bilen oydu. Kedim can çekişe çekişe, yardım isteye isteye, beni
kahrede ede öldü. Patisini kaldırdım düştü. Minik kalbini dinledim kıpırtısızdı. Bahçeye çıkıp orta yere bir çukur kazdım. Ref'in yattığı odaya çıktım. Soğuyup katılaşmaya başlayan bedenini ellerime aldım, tekrar bahçeye çıktım. Boş mezarın başında dikildim o halde. Boğazımda büyüyen yumru irileştikçe gözlerimin önünde yaş olup birikiyordu. Etrafı yoğun bir su perdesi arkasından görmeye çalışıyordum. Ref'i mezarına koydum. Üzerini örterken daha fazla tutamadım yumruyu, ağlamaya başladım. Ölümü bu yaşta bile henüz
kavrayamadığımı da bu kedi sayesinde fark ettim. Yalnız günlerimin Refik’i
böyle gitti. Onu da yazmak istedim. Zira uzun yıllar evde doğasına aykırı bir
şekilde yaşayacağına, 2,5 yıl kedi gibi dolu dolu yaşamıştı. Sevilmişti,
benimsenmişti… Doğasının ritmine uyarak bu yaşama veda ettiğini umuyorum. Ben
de öyle yapmalıydım…
Yukarıdaki paragrafları okuduysan
teşekkür ederim sevgili okur. Bu küçük hikayenin sathında seni ilgilendiren hiç bir şey yok zira. Zaten sathı için yazmadım. Geçelim... Şimdi -aslında hiç ayrılmamış olsak da- konumuza,
Kaçkar maceramıza dönebiliriz:
Ani gelişen bir etkinlikti. Yüksek irtifa partnerim Abdurrahman ile daha önce çıkmadığımız ve Kaçkar silsilesinin çok da çıkılmayan zirvelerinden biri olan Dua Tepe'ye iki kişilik bir sefer yapacaktık. İş değişikliği nedeniyle artık fırsat bulamayacağı için dağcılık jübilesini yapacağını düşünen (yahut zanneden) ve bunu özel bir şekilde gerçekleştirmek isteyen Apo, iki gün kala daha önce de planlarımızda bulunan Kaçkar zirvede bivak yapmak konusunda ne düşündüğümü sordu. Ne düşüneceğim, hiç düşünmeden okkalı bir onay tepkisi verdim. Ardından ekibimize Fazlı Abi'mizi de dahil ederek faaliyeti kesinleştirdik. Yemek işlerini ben ayarladım. Ama yüksek irtifa koşullarından korunmak için zirveye ne çıkaracaktık? Bende bivak yoktu. Hava durumu iyi görünüyor olsa da mevsimin mutadı olduğu üzere yağmur da yağabilirdi. Yıldırım ise işin en tehlikeli kısmıydı. Apo hallederiz bir şekilde diye alışıldık tepkisini gösterdi. Trabzon'dan Çamlıhemşin'e gelirken Decathlon mağazasından bivak bakmış ama bulamamıştı. Nihayet evime geldiklerinde:
- Aga çöp torbası var mı sende
battal boy?
- Var, al.
- Haaa iyi, ondan iki tane al
yanına her ihtimale karşı.
-?!?
Bu şekilde yola çıktık. Akşam
serinliğinde, sineklerin tacizleriyle Mezovit'e ulaştık. Mutad olduğu üzere
kamp atacağımız yere önce ben ulaştım. En üst noktadaki kamp alanını değil de
bir aşağıdakini tercih etmiştim. Çadırımı kuracağım taşla çevrili alana
yaklaşırken bir üstteki son kamp alanında birisini gördüm. Elini kaldırdı, karşılık
verdim. Ardından çantamı indirip boşaltırken dostlarım da ulaştılar bölgeye.
Çadırlar kuruldu. Ben körili ve nohutlu bulgur pilavı kotarırken iki kişi
yanımıza yaklaştı, bizimle sohbet etmeye başladı:
Biri İsveçli biri Türkmüş. Yarın
zirve planlıyorlarmış, Türk olan daha önce gelmiş ama kapıya ulaşamadan dönmüş.
Rota nasılmış, zor muymuş, kaçta çıkmalıymışlar, bize katılmalarında bir
sakınca varmıymış? Aslında yokmuş ama biz bivak yapacağımızdan erken
çıkmayacakmışız. Onlar günübirlik tırmanacakları için erken çıkmalıymışlar.
Rota üzerinde bir hayli işaret var olduğundan zirveyi bulmak zor değilmiş ama
dikkat etmeliymişler. Basit bir dağ değilmiş. Keşke Kemerli gibi daha basit bir
zirveye gitselermiş vs.
Elemanlar iyi akşamlar dileyip çadırlarına doğru uzaklaşırken enfes pilavımın yanına hazır barbunya pilakileri hiç ettik. Bir de patlamış mısır sürprizi yapınca (bunu da bir önceki Verçenik kampında yeni arkadaşlarımdan öğrenmiş ve alışkanlık haline getirmeye karar vermiştim.) ekibin keyfi gıcır gıcır oldu. Üç demlik süren çay muhabbeti ve arada ney üfleyerek getirdik geceyi. Sabah çok acele etmeyecektik. Zaten zirvede geceleyeceğimiz için erken çıkıp yaklaşık 4000 metrede sert ışıkla haşlanmanın bir anlamı yoktu.
Ben yine çadırda düzgün uyuyamadım ve sabah karanlığının alacasıyla çadırdan çıkıp dışarıda dolandım. Günün artık iyice ışımasıyla yanımda getirdiğim beş yumurtayı haşlayıp çayı demledim. Ekibe manda gibi uyudukları konusunda sövüp saydım dışarıdan. Bu sövgü yemeğe davetle eşdeğerdi. Çamlıhemşin'den aldığımız simitler ile birlikte kahvaltıyı yapıp bir iki protein bar atıştırarak mide işini hallettik ve toplanmaya başladık.
Ben 30 litrelik emektar sırt çantamı getirmiştim ama içten içe zirveye büyük kamp çantalarımızla gitmek durumunda kalacağımıza adım gibi emindim. Ekibin antrenmanlı üyesi olarak yayladan Mezovit'e toplamda 8kg gelen iki çadırı, yemekleri, ocak setini vs ortak gereçleri taşımaya ben gönüllü olmuştum. Şimdi de Fazlı Abi'nin beş mevsim çadırının en azından dış tentesini ve pollerini ihtiyaten yukarı götürmek istiyordum. Benim çantam 85 litrelik bir ceset torbası olduğundan Fazlı Abi'nin biraz daha küçük ceset torbasını alacak Fazlı Abi'ye 30 litrelik zirve çantamı verecektim. Lakin abinin sadece tulumu çantayı doldurunca durumun trajikomikliği açığa çıktı. Herkes paşa paşa ceset torbası kamp çantalarıyla ve dünkü yükten hiç de farklı olmayan bir yükle zirveye yollanacaktı. Çadır tentesini almaktan vazgeçtik. Onun yerine Fazlı Abi'nin muhtemel bir yağmur durumunda önlem olarak yanında getirdiği 4 kişilik ve 15 kiloluk büyük kamp çadırının orta zemin brandasını aldık. Haa, bir de hiçbir işe yaramayacaklarını öngördüğüm halde Apo'nun önerisiyle getirdiğimiz çöp torbalarını, hem de battal boy! Hazır yemekleri, ocağı ve gerekli bilumum ıvır ve zıvırı da (bunlara ney de dahildi) aldıktan sonra yüklendik çantaları ve vurduk çarşak patikasına
Kuzey rotasının kapı altı berbat
çarşak bölgesini çok rahat bir tempoyla yavaş yavaş tükettik. Bu bölge
tırmanışın en can sıkıcı kısmıydı lakin asıl inerken canımızı çıkaracaktı.
Kapıya ulaşıp uygun bir noktada çantaları indirdik ve mola verdik. Birden en
doğudaki kapının yanında oturmuş birini fark ettim. Kadın mı erkek mi
seçememiştim lakin zirveye giden gruptan ayrılıp arkadaşlarının dönüşünü
beklediği belliydi. Benim de kapıda başlayan akut dağ hastalığı yüzünden zirve
grubundan ayrılıp o şekilde beklemişliğim vardı uzun yıllar önce. Hatta ekibin
dönüşünü beklerken çıkardığım miyop gözlüğümü civarda bir yerde unutmuştum o
zaman. Dağda unuttuğum ilk gözlüğümdü o ve son olmayacaktı (Eğer alakasız bir
mevzuyu merak edip sebebini okumak isteyecek kadar zamanın varsa sevgili
okuyucu, diğer gözlüğümü dağda nasıl kaybettiğim “Ayı Döngüsü yâhut Tatos
Tavafı” adlı faaliyetimi anlatır yazıda açıklanmaktadır. Ama şimdi onu bırak da
şu anki kelimelerimi takip et, sonra okursun).
Kapı yakınındaki molayı bitirip el ayak tırmanışa başladık. Grup lideri gibi bir kavramımız yoktu ama dağda en tecrübelimiz Apo olduğundan o ön alıyordu. Kapıdan sonra el ayak yoğun tırmanış gerektiğinden iri çantalar büyük riskti. Hamlelerde çantanın konumu ve boyutlarını kestirmek kritik bir meseleydi. Hem dengeyi sağlamak hem de tırmanırken kayalara çarpıp bizi düşürmesini önlemek için çantaları hep aklımızda tutmalıydık. En ufak bir denge kaybı çantanın bizi boşluğa çekmesine sebep olabilirdi.
Güvensiz ve oynak kayalar, uygun tutamaklar vs konusunda birbirimizi uyararak, saçma sapan espriler yapıp neşemizi dağ duvarlarından yankılatarak ilerliyorduk ki dünkü komşularımızla karşılaştık. İniyorlardı. Konuştuk: Zirve yapmışlar mıymıştı? Hayır mıştı, maalesef mişti. Dağ gittikçe korkunçlaşmaya başlamışmıştı, yağmur da yağabilirmişti, geç kalmak istemiyorlarmıştı. Mabadını yerde sürüye sürüye inmeye çalışan Türk'e hayretle baktım. Olmayan kaskı, uygun papuçları vs geçtim pijamalarıyla gelmişti! Abdurrahman -ukalalık olarak anlaşılacağını düşündüğünden olsa gerek- sıkılarak da olsa onları uyardı: Muhtemel bir yağmur durumunda taşlar ıslanırmıştı, tehlikeliymişti, bir yere sığınıp beklemeliymişlerdi, inmeye çalışmamalıymışlardı. Lütfen dikkatli olmalıymışlardı. Tamammıştı, dikkat edeceklermişti. Görüşürüzmüştü. Görüşecektik...
İki kafadarı selametledikten sonra tırmanışa keyifle devam ettik. Nefeslerimiz derinleşiyor ince dağ havası yavaştan dokundurmaya başlıyordu. Abdurrahman aşağıdaki kadının -yahut adamın ne bileyim ben- beklediği muhtemel ekibin neden hala görünmediği konusunda endişeliydi. Hem taş düşürme sorunu vardı hem de -daha kötüsü- acaba birine bir şey mi olmuştu da geç kalmışlardı. İki durumda da sıkıntı yaşayacaktık. Neyse ki bir noktada insan sesleri duyduk ve biri erkek dördü bayan beş kişilik grup görüş alanımıza girdi. Bıçak sırtı bir noktada karşılaşıp selamlaştık, duruştuk, konuştuk:
Efendim merhabaymıştı, hayırlı olsunmuştu, tebriklermişti. Neredenmişti? Kocaeli'denmişti. Sizmişti? Trabzon'muştu? Ooo ben de Trabzon'muştu, Beşikdüzü'ymüştü. Ooo ben Çaykara Apo da Akzaaabat'mıştı. Efendim şöyleymişti, böylemişti. Laklak da laklakmıştı, loy loy da loy loymuştu. Fotoğraf çekilelimmişti, hayhaymıştı. Şöyle geçeyim mişti, aman hocam dikkatmişti, uçurummuştu, maazallahmıştı. Hocam sen arada kaldınmıştı, memleket nereymişti, Çamlıhemşin mişti. Ooo şanslısınmıştı... Çok memnun oldukmuştu, görüşmek üzereymişti.
Ekip lideri adam çok konuşkandı. Kadınlar ayrıldığı halde adam susmak bilmiyordu. Üç kere vedalaşıp tokalaştığımız halde konuşma yeniden alevleniyor ve konu konuyu açıyordu. Asla hatırlanmayacağı halde telefon numaraları alındı zira dağda tanışıklık değerliymişti. Hadi kalın sağlıcaklaymıştı.
Gruptan ayrıldıktan sonra yavaş yavaş devam ettik tırmanmaya. Gözlerimin üstünde zonklayan ve alnımın yarısına kadar yayılan can sıkıcı bir baş ağrısı başlamıştı bende. Bir on dakika keyfimin içine etti. Kaskı çıkardım ve Verçenik tırmanışında olduğu gibi baş ağrısı hafifleyip akabinde hızlıca kayboldu. Kendime geldim ve tırmanışa başladığımdan daha keyifli bir ruh haline girdim.
Zirveye ilk ulaşan Apo oldu. Hemen kuru kıçının dibinde olduğumdan (Al Apo bahsettim senden) ben de onun ardından dokundum Kaçkar'ın kadim başına. Tabelaya zil çalar gibi vurdu Apo. Tebrikleştik. Zirve defterleri yoktu, yazmadık bir şey. Fazlı Abi de ulaşınca koyverdik mabadımızı kayalara serdiğimiz matların üzerine. Bisiklet kutusundan özel olarak Z mat şeklinde yapmıştım bunları. Başta tırmanışı Apo ve ben yapacağımız için iki tane yetecekti. Fazlı Abi sonradan dahil olunca birini ona vermiştim. Apo da iki tane mat vardı zaten.
Yüksek irtifanın UV yoğun sert ışığında pişmemek için matı sırtımdan yüzümün önüne düşecek şekilde konumlandırıp oturdum. Herkes kendi halinde takıldı bir süre. Akşam yaklaşıp güneşi sakinleşmesi ve ışığını yumuşatması konusunda ikna edince canlandık yine. Zirvenin doğu kısmında bir 10 metre aşağıda uygun bivak yerleri vardı. Gidip üçümüzü alabilecek genişlikte olan birini düzenlemeye başladık. Etrafını rüzgara karşı taşlarla berkittik, zemini koşullar izin verdiğince düzelttik. Yuvayı hazır ettikte döndük zirveye. Çay koydum, hayvan gibi açtım! Diğerleri yemek konusunda isteksiz olduğundan açlığımı bastırması için bir iki protein bar atıştırdım. Neyi çıkarıp üfledim, sesi çıkardım. "Sesi çıkardım ne demek?" diye aklına sorular geliyorsa sevgili okur şöyle açıklamama izin ver lütfen: Ney doğal bir malzeme olan kamıştan mamul olduğu için sıcaklık ve neme hayli duyarlı nazlı bir enstruman. Dağda başka bir karaktere bürünür ovada başka. "Sesi çıkardım." derken kastım buydu. Geçelim... Bir iki egzersizden sonra Nesimi'den 'Haydar Haydar'ı çalmaya başladım. Hani şu:
"Ben melâmet hırkasını,
Kendim giydim eynime.
Ar namus şişesini
Taşa çaldım kime ne?
Gâh çıkarım gökyüzüne
Seyrederim
âlemi,
Gâh inerim yeryüzüne
Seyreder âlem beni."
diye söyleyen şiir.
Zaten üflemesi zor bir çalgıydı, yüksek irtifanın hipoksik ortamında üflemek ise gerçekten çok zordu. Parçayı iyi bilmeme rağmen nefesim yetmiyordu. Umduğum kadar üfleyemeden bıraktım kamışı ve yemeğe koyulduk: Çorba, fasulye pilaki, ekşi salata. Fazlı Abi salatanın tadını beğenmediğinden bana iki tane salata, ha haa! Sonra tekrar çay, çerez ve ne kadar bar kalmışsa... Yarısı kabuk bir avuç sefil çerez artığı dışında yiyecek adına hiçbir şey kalmamıştı sonunda. Ertesi gün kamp yerinde çok oyalanmadan bizim eve gidip Apo'nun canı çektiği için kavurmalı yumurta gömecektik. Ha bir de köme, zira Apo "Şimdi 1kg kömeyi anında hiç ederdim!" deyince dileğini yerine getirmek ev sahibine farz olmuştu.
Saat 20.30 civarı hava kararmaya başlarken bivak alanına gidip hazırlıklarımızı yaptık ve tulumlara geçtik. Güneydoğu tarafında genişleyip kararan bir yağmur bulutu kümesi vardı. Canımızı sıkarsa bu sıkar dedim. Apo önemsemedi:
- Aga bir şey olmazmıştı, merak
etmeymişti.
- Ulanmıştı, ikinizin de son model janjanlı bivaklarınız varmıştı, utanmadan bana çöp poşeti al demiştinmişti, şimdi de bivağın içine kurulmuş atıp tutuyorsunmuştu. Hayvan herifmişti! Gel çöp poşetini sen almıştı bivağını bana vermişti.
Biz birbirimize sövüp, gülüşüp
konuşurken önce alçak vadiler, yavaştan kayaların gölgeleri ve nihayet
çevremizdeki zirveler akşam alacasından çıkıp kesif bir karanlığa büründüler. Dağların karanlık kayalıklarıyla hala çarpıcı şekilde beyaz beyaz parlayan kar kütleleri muhteşem bir zıtlık oluşturuyordu şimdi. Geceyi getirdik yanımıza. Mabadlarımız ve sırtımız aynı pozisyonda uzun süre
kalınca baştaki konfor ilüzyonu yok oldu haliyle. Sağımıza solumuza batan
kayalar daha çok rahatsız etmeye başladı ama bunu zaten bekliyorduk. Çadırda
bile uyku tutmayan benim için dağın başında ne uykusu?
Arada konuşup arada dalar giderken telefon çaldı. Yasin Hoca arıyordu: Yeni tanıştığım ve Verçenik'te iki etkinlik düzenlediğimiz paramedik arkadaşım. 2 yıl önce dağda kaza geçiren bir adamı kurtaran iki dağcıdan biriydi. Eşi Ayşe Hanım ile birlikte Çamlıhemşin'de yeni hayatlarına başlayalı çok olmamıştı. Hem blog yazılarım vesilesiyle daha önceden de aşina olduğumdan hem de bir akrabamın köyüne yerleştiklerinden tanışmak istemiştim kendileriyle ve arkadaş olmuştuk. Geçtiğimiz haftalarda bir iki etkinlik yapmıştık. Zirvede internet çektiğinden içinde bulunduğumuz özge hali kaydeden bir iki sosyal medya paylaşımı yapmıştım zirveye çıktığımız anda. Dolayısıyla haberdarlardı nerede olduğumdan. Telefonu açtım: ALO! Ses yok. Tekrar çaldı aynı sorun. Bu sefer yazdı. Bir düşme ihbarı almışlar. Bizden biri sanmış endişelenmişler sağolsunlar. Sorun olmadığını koşulların iyi olduğunu yazdım. Karşılaştığımız gruplar hakkında bilgi verdim. Ortak tanıdıklar vasıtasıyla ihbarın aslını anlamaları noktasında açıklamalar yapıldı. Mesele o anda belirsizliğini koruyacaktı. Yarın yaylaya inerken karşılaştığım pijamalı dağcıdan işin aslını öğrenecektik ama spoiler vermekte bir sakınca yok: Önemli bir şey değilmişti. Dağda karşılaştığımız gruptan bir kadın kapıdan sonra düşmüşmüştü ve yüzünü yere vurmuşmuştu. Ciddi bir durum yokmuşmuştu. Bunun dışında Fazlı Abi sosyal medyadan kaybolan bir öküz ilanı ile ilgili bir şeyler okumuş "Ben bu öküzü dün sabaha karşı gördüm ya! Sizin çadırın yanında öyle duruyordu." dedi. Öküzü arayan adamla iletişime geçip ona bilgi verdi. 4000 metrenin gece yarısında garip şeyler oluyordu.
Bu muhabbetle zaman hissettirmeden aktı ve saat 00.00 ile ertesi güne adım attığımızın neden sonra farkına vardık. Fazlı Abi'nin asla kabul etmediği horultularını saymazsak hemen hiç uyumadık. Âşık olunası gecenin feyziyle kıçımıza batan taşların, gün içerisindeki eforun ve bivak ortamının hareketlerimizi kısıtlayıcı koşullarının sebep olduğu tatlı sızıyı önemsememeye çalışarak semayı izledik. Meteorların akışlarını yakalamaya çalıştık. “Milyarlarca ve milyarlarca” yıldızın arasından stabil bir hızla ilerleyen cisimlerin mahiyetine dair tartıştık. Burnumuzun dibindeymişçesine yakın durduğu halde sonsuzca uzak olan gök cisimlerinin bu muhteşem seyrini dünya üzerinde kaç insanın hayatlarında en az bir kere deneyimledikleri klasik sorusu hakkında atıp tuttuk. Cevap: "Çok değildir heralde!"ydi. Ben sadece bu ay içinde bu kozmik seyirlikle gözlerimi defalarca şenlendirmiştim. Gecenin en karanlığına erdikte manzaramız eksilmeye başladı. Bulutlar yavaştan yayılıyordu. “Ulan hani karanlıktı nereden biliyorsun bulut olduğunu?” diye sorarsan sevgili okuyucu gece boyunca seyrettiğimiz yıldızların kısım kısım puslanıp yok olması bu durumun göstergesidir. Yıldız ve Samanyolu fotoğraflarının peşinde geceyi dışarıda geçirdiğim çoktur. Soğuk havada dakikalarca süren pozlamaların sonuçlarını hevesle beklerken araya sinir bozucu beklenmedik bulutlar girdiğinde hiç hoş olmaz. Bu fotoğrafçılık tecrübesi gecenin zifir karasında bulutun neye benzediği konusunda fikir sahibi yapabilir. Eeeh, uzattım! Buluttu işte, uzay gemisi olacak hali yoktu… Bu şekilde sabahın alacakaranlığını getirdik yanımıza. Güneşin ışıltılı yüzü henüz belirmemişti lakin Şafak’ın “gül rengi parmakları” doğu ufkumuzu okşuyordu (burada bir gönderme var sevgili okuyucu, araştır lütfen. Tanrım! Ne kadar da kültürlüyüm!) zirvelerde, özellikle karlar üzerinde ve tulumlarımızda tatlı sıcak renkler uyanmaya başlamıştı. Bu munis manzaranın aksine hava ayaza durmuş, rüzgâr acımasızlaşmıştı. Akşam Yusufeli üzerindeki yağmur bulutunun olduğu yerde tekrar bir bulut tabakası oluşuyor ve kalınlaşıp yayılıyordu. Saat 04.02’ydi. Seslendim: Beyler haydi vaktidir, hazırlanalım. Apo gözlerini açmadan:
- Aga, bir şey olmazmıştı. Hava
güzelmişti. Yarım saatmişti bir saatmişti bakarızmıştı.
- Ulan ayıymıştı! Bivak torbanda nasıl da umrunda değilmişti yağmurmuştu. Islanacak olan benmişti!
Derken 04.35 itibarıyla
hazırlığımız başladı. Önceki gün evde çantayı hazırlarken elime alıp bir süre
düşündükten sonra “Ağrı’ya çıkmıyorsun ne gerek var!” diyerek kenara attığım
polar eldivenlere hayıflandım özlemle. Parmaklarım ağırlaşmıştı, gerçekten
soğuktu. Mıntıkayı kontrol edip çantaları sırtlandıkta vurduk zirveden aşağı.
Bir noktada güneşin kızıl tepsi sureti Şafak’ın tatlı sıcak ellerinde yumuşamış
bir halde belirdi. Tehditkâr yağmur bulutları pembe ve mor bir parıltıyla
hafiften ışıldıyordu. Dört bir yanımızı çevreleyip ufkumuzu paramparça eden
testere şekilli dorukların doğu yüzlerinde patlayan erken sabah ışığı ile batı
tarafındaki kara gölgeler muhteşem bir kontrast oluşturuyordu. Dayanamayıp kısa
bir video ve fotoğraf aldım. Abdurrahman’ın belli belirsiz hatırlatmasına çok
takılmayıp üşendiğimden fotoğraf makinesini almamıştım. Zirve akşamından beri
söylenip durmuştum: Neden ısrar etmemiştindi, ille de getir dememiştindi. Ne
manzaralar kaçırdıkmıştı vesaire. Zira Apo fotoğrafmış, videoymuş, sosyal
medyaymış umrunda olmayan bir karakterdi. Belli belirsiz de olsa fotoğraf
konusunu dile getiriyor olması onun için önemli olduğunu gösteriyordu zira
belki böyle bir yaşantının şahsı için bir daha tekrarı olmayacaktı. Bunu fark
ettiğimde daha çok hayıflandım makineyi taşımadığıma.
Bu şekilde konuşarak, güçlenen ışıkla aydınlanan kayaları izleyerek inişe devam ettik. Arada geldiğimiz rotadan sapıyor olsak da kapının konumu ve iniş güzergahı kaybedilecek gibi değildi. Dikkati elden bırakmadan tırmanışı bitirip ulaştık kapıya. Burada dostlarıma dinlenmelerini söyledim. Ben gidip gözlüğümü bulabilecek miyim bir bakacaktım. Gözlüğümü çıkarıp koyduğumu hayal meyal hatırlatıdığım kayalık çıkıntısına çıkarken boyumun yarısı kadar irice bir kaya dokunmamla yerinden oynayıp devrildi. Kendi kendime söylendim: “Gözlüğü bıraktığın yeter; canın sende kalsın, lazım olur.” Ekibe döndüm ve kapının kuzey yüzündeki o can sıkıcı iniş başladı. Ayağımda bir hayli güven veren sert çarşaklı dağ botları vardı. Pek çok dağ görmüş, 5000’lik zirvelerde bulunmuş emektar Kayland’lerimi -fazla sıktıkları için- Fazlı Abi’ye hediye etmiş kendim yeni bir çift bot almıştım. İnişte güven veriyor, kaymıyorlardı lakin iniş sırasında gözlerimiz aşağıdaki kar birikintisi üzerinde tırmanışa başlayan bir gruba takıldı. 4 kişiydiler ve çok yavaş hareket ediyorlardı. O anda iniş daha da can sıkıcı hale geldi. Ufak dahi olsa kaya düşürmemeliydik. Aşağıda birine denk gelse başımız fena halde ağrırdı. Çok dikkatli bir şekilde iniyorduk. Kum yoğun güzergâh daralıp da en küçüğü yumruk iriliğinde kayalardan geçme zorunluluğu artınca durup fikir alışverişi yaptık. Sırtımızdaki çantaların ağırlığına dizlerimizin eksik dermanı da eklenince değil taş düşürmemek; dengede durmak, stabil adım atmak bile müşkül bir ameliye haline gelmişti. Aşağıdakiler durumu umursamıyor gibi görünüyor, oturmuşlar kalkmıyorlardı. Altımızdan çekilip bizim zıt tarafımızdan yükselseler sorun olmayacaktı lakin inatla bizim doğrultumuzda yükseliyorlardı. Elemanlara söyledim:
- Ulan bunlara selam melam verilmezmişti. İnsan biraz düşünürmüştü. Beklesek 1 saate anca gelirlermişti. Ne yapacak mışızdı. Ben gidiyorumdu… Bunlara selam da vermeyecektimdi.
Apo aşağı seslendi:
- Hocam sizi bekliyoruz, taş
düşüyor.
Grubun öncüsü rahat bir tavırla
cevap verdi:
- Bakın şuradan gelin, daha
kolay. Taş gelmez, gelirse biz yana kaçarız.
Yavaş yavaş inmeye koyulduk. Bu arada taşlar da düşüyordu. Apo beni geçti ve grupla temas kurmadan önce arkasını dönüp fısıldayarak:
- Aga, Tunç Fındık!
Kafamı kaldırıp grubun öncüsüne baktım. Türkiye’nin en iyi dağcısıyla karşılaşmıştık. Ben yukarıda sinirlenmiş “Selam melam vermeden geçeceğim.” demiştim. Apo'ysa o anda asker selamı verip büyük dağcıyı selamladı:
- Hocam kolay gelsin.
- Sağol sağol, akşam dağda mı
yattınız?
- Evet bir gece kaldık.
Ben de üstada selam verip kolaylıklar diledim ve hemen uzaklaştım aşağı doğru. Ordu komutanıyla karşılaşan bir erbaş gibi hissetmiştim. Fazlı Abi de selam verdi, kolaylıklar diledi. Sonra ciddiyetle diğer üyelerle merhabalaştık. Apo düşme haberi ile ilgili bir malumatları var mı diye sordu. Yoktu. Bu şekilde çarşak bölgeyi bir hayli tükettik ve sert kara attık kendimizi. Karın bittiği noktada ilginç bir kütle görünüyordu. Tunç Fındık buzul tırmanışı aletlerini orada ulu orta bırakmıştı. Zirve dönüşü buzul antrenmanı yapacağını tahmin edip hakedişmiş bir saygıyla kalite kokan ekipmanların çevresinden dolaştık (Bu ifadeler abartı gibi gelmesin, benim yaşımdan fazla dağcılık tecrübesi olan ve bunu dünyada hakkını vererek yapan sayılı insanlardan birini söz konusu ediyorum. Bu arada ben 36 yaşındayım.) ve kardan çıkıp tekrar çarşağa girdik. Bu noktada Apo yola dikkat etmeyi bıraktı. Patikayı kaçırdık ve kısa süren ama can sıkan bir çarşak debelenmesi daha yaşadık. Ardı kamp alanı, dinlenme ve toparlanma. Sertleşen güneş ve kana susamış lanet olası at sineklerinin tacizleri, ne tacizi tecavüzleri eşliğinde Mezovit’i aheste aheste tükettik. Kapıda çantaları indirip sulandık ve patikayla devam ettik. Bir noktada yavaş yürüyemeyen ben gruptan ayrılıp araçta buluşmak üzere hızlandım. Yolun Samistal’e vurduğu noktaya yakın bir yerde pijamalı eleman ile karşılaştım biraz sohbet ettik. Dünkü düşme vakasını sordum ve yukarıda spoiler verdiğim şekilde açıklama yaptı. Mesleklerimizi öğrendik falan. Araçları yoktu, minibüsle gideceklerdi. Gafil davranıp iki kişilik yerimiz olduğunu onları götürebileceğimizi söyledim. Ama çantaları unutmuştum o anda. Kendilerinin Şahin Kafe’de emanetleri olduğunu bizi orada bekleyeceklerini söylediler. Ekibin diğer üyeleri araca geldi ve canavar çantalar bagaja yine sığmadı. Fazlı Abi’nin çadırını arka koltuğa aldık. Yolda ilerleyen elemanlara özürlerimi dile getirerek çok sıkışacağımızı minibüsle daha rahat olacaklarını söyledim. Tokalaşıp ayrıldık.
Tur şirketlerinin ve araziye
uygun olmayan araçların aşındırması nedeniyle yol bir hayli bozuktu. Ayrıca
yola ne akla hizmetse beton dökülüyordu. Çalışmalar vardı. Yavaş ama
olabildiğince de hızlı bir şekilde tükettim yolu. Tükettim diyorum zira Fazlı
Abi’nin başı neredeyse göbeğine düşmüş uyuyordu. Apo da arkada koltuğa yatmış
kestiriyordu. Ben sürdüm. Çamlıhemşin’de Apo’nun kavurma ve kömesini de
unutmayıp yumurta aldım. Apo kavun ile ekmek aldı ve köye yollandık. Bahçede birikmiş kıl
biberlerden iki avuç topladım. Dostlarımı balkona alıp 9 yumurta ile kavurmayı
kotardım. Kavunu kesip buzluğa koydum. Çayı demledim. Güzel bir yorgunluk
kahvaltısı yaptık. Ardı vedalaşma, sarılma… Bu dünyadan ayrılıp özge bir âleme
daldığımız iki muhteşem günün ardından anı heybemiz kabarmıştı yine… O anda mutluyduk,
hayattan çok bir şey istemiyorduk. Sağlık olsundu, dağlar dursundu, yollar
gitsindi… Yeterdi… Yetti.
01.08.2025 –
Mekaleskirit/Çamlıhemşin
Yorumlar
Yorum Gönder