Rakka Rakka Koçdüzü

Budur ol hikâyet

Ol kara sevda

Ahmet Arif

*rakka rakka: Sırtların üzerinden geçen ve 360 derece görüş sunan güzergahlar üzerindeki yürüşlere Lazcada "rakka rakka" denir (sırt sırt şeklinde çevrilebilir). Her tepenin üstünden geçilir, etrafından dolaşılmaz. Bıçak sırtı bir güzergah söz konusudur.

Dağ yürüyüşleri için geç sayılabilecek bir saatte, 06.45'te rota üzerinde çok düşünmeden yola çıktım. Çantamda yulaf krepleri ve bir iki ceviz dışında erzak yoktu. Fotoğraf makinesi ve yirmi yıllık spor ceketim dışında herhangi bir önlem de almamıştım. Bu rahatlık ve özgüven kendi mekanımda olmamdan mı kaynaklanıyordu emin değildim. On yılı aşkın bir süre önce bu bölgede yalnız başıma yaptığım ilk yürüyüşlerimi hatırlıyorum da: Bir bulut parçası görsem Samelia'nın ardında, her türlü önlemi alırdım. "Duman mı geliyor? Bırak yürüyüşü çabuk yaylaya dön!" Şimdi bu bölgeyi benim kadar tecrübe etmiş bir yerli bile olduğunu sanmıyorum. Yaşlılar içinde bile! Bundan dolayı bu bölgede çok rahat hissediyorum. "Yağarsa ıslanırım, göreceğimi gördükten sonra sis iyidir yanmam." vs.


Neyse, Koçdüzü etrafındaki yüksek düzlüklerin en güzeli olan Dastavi'deki puğarın yanına gitmek ilk hedefimdi. Orada kahvaltı edip doğu tarafındaki sırta doğru çıkacak ve yaylanın etrafını "rakka rakka" dönecektim ya da Altıparmak'ın dibindeki Lelvan Sırtı'ndan karşı sırtlara geçip Ambar Gölü'nün muhteşem manzarası eşliğinde Didingola'yı tavaf edecektim. Yürüyüşün bu aşamasında henüz bir karar vermemiştim. Yolun yolda belirdiği yürüyüşler her zaman en güzelleridir. Lakin bugün böyle bir hercailik de söz konusu olmayacaktı tam olarak. Öğle sonrası için yağmur ihtimal dahilindeydi. Çok uzaklaşmamak akıl karıydı. Bu düşüncelerle Samelia'nın eteklerinden gölün kenarına geçip Dastavi'ye doğru aheste tırmanmaya başladım.

Buraya güya insanlar yürüyecek diye patika yapmak amacıyla minik bir iş makinesi sokup Dastavi'ye doğru alpin araziyi kazımışlar. Avusor'a kadar gidecekmiş, turistler yürüyecekmiş falan! Kadim patikalar zaten dururken ve hemen hiç kimse yürümüyorken tutup da zaten ince olan ve onbinlerce yılda biriken toprak tabakasını kaldırmanın ne anlamı olduğunu bir türlü kavrayamıyorum! Bu katıksız görgüsüzlük ve cehalet yüksek dağ coğrafyasına uğrayamıyor en azından diye düşünürken 2800 metrelere bile dozer sokmayı başarabildiler! Dastavi'ye yürürken önüme çıkan bu saçmalık midemi bulandırdığı için her zaman yürüdüğüm rahat güzergahı bırakıp sinirli bir şekilde dikliğe vurdum bacaklarımı ve ilk çayırlık düzlüğe ulaştım kalbimin şakaklarımda gümleyen atımlarıyla ritim tutarak.

Burada durup biraz soluklandım. Yüksek eğime rağmen fazla hızlı geldiğim için nabzım çok yüksekti. Adımları yavaşlatıp son kısa rampayı da eski patika boyunca tırmandıktan sonra düzlükteki buz gibi suya ulaştım. Bu su düzlüğün orta noktasına yakın bir yerden yüzeye çıkıyor. Bu sudan bir bardak dolusunu tek dikişte sorun yaşamadan bitirebilecek bir babayiğide henüz rastlamadım, bunu bir kere denediğimde beynimi bile vuran soğukluğun dişlerimi, yemek borumu ve midemi nasıl sardığını tarif etmem mümkün değil. Özel bir kaynak gerçekten ama bir önceki gün yine buraya geldiğimde her taraf plastik tabak ve poşetlerle kaplıydı. Bilerek ve isteyerek kırılmış rakı şişesinin etrafta parlayan keskin parçaları da cabası. Küfür kıyamet eşliğinde hepsini toplayıp eve indirmiştim. O anki öfkeyle bir depremle yaylanın yerinden kopmasını ve aşağı inmesini dilemiştim: "Hayatları yiyip, içmek, boşaltmak ve oksijen tüketmek olan bu sefil sürüsünün görgüsüzlüğüyle baş edebilecek hiç bir şey yok, bunların eğitilmesi mümkün değil! Doğa, yayla bunların neyine, yıkılsın gitsin aşağı!" şeklinde kendi kendime paralanarak eve nasıl gittiğimi anlamamıştım. Bugün en azından temizdi ve rotanın bundan sonraki kısmında çöp vs görmeyecektim zira pisliklerin ulaşamayacağı kadar yükseklerde yürüyecektim.

Yemek işini tamam edip doğuda yükselen sırt boyunca seri bir şekilde aldım irtifayı ve Altıparmak bütün heybetiyle dikildi karşımda. Buraya sayısız kez çıktım, bu manzarayı defaatle seyrettim ama her defasında şaşırıyorum: "Bu kadar uzakken nasıl oluyor da bu kadar yakın durabiliyor?" Gerçekten kanıksanacak bir seyirlik değil bu, bıkmak mümkün değil.

Bu kısımdan itibaren sırttan şaşmayarak ve irili ufaklı kayalık tepeyi sağa sola kaçmadan tam tepelerinden aşarak yürümeye başladım. Rüzgar nispeten sertti. Karadeniz tarafında, biriken nemle alabildiğine koyulaşmış mavi göğün altında kalan Koçdüzü'nün arkasında bulutlar birikmeye başlıyordu. "Öğleden sonrasına sarkıtmamalıyım yürüyüşü." diye düşündüm. Zira hiç bir önlemim yoktu o konuda. Tamam rahatım da o kadar uzun boylu değil! Donuma kadar ıslanmak istemiyorum. "O da güzel bir deneyim değil mi?" diyeceksiniz, elbette ama defalarca yaşadım o deneyimi süslü, janjanlı, pahalı teknik kıyafetlerimin olmadığı zamanlarda. Donuna kadar ıslanmak tabiri abartı değildir, kelimeler en gerçek anlamıyla kullanılır. Yeterince yaşadım, artık romantik gelmiyor.

Kuzeyde durum bu şekildeyken güney tarafında farklı koşulların hükmünü yürüttüğü başka bir dünya vardı. En doğuda Marsis, Gudashev ile başlayan zincir Dua Tepe ve Altıparmak ile tam önümden devam ediyor, batıya doğru Hızarkapı, Kemerli ve Kavrun ile ilerliyor ve en uzak ufkun pusunda hayal meyal seçilen Verçenik'te sonlanıyordu. Eksiksiz bir Kaçkar panoraması gözlerimi doyuruyordu şimdi. Heybetli kaya duvarlarının testere şekilli irili ufaklı doruklarından aşmaya çalışan bulut parçaları vardı. Işık sert ve çiğ olsa da bulut ve kaya arasındaki aşırı kontrastın güzel bir seyirlik sunduğunu düşündüm ve fotoğraf makinesini çıkarıp biraz kayıt aldım. Neden sonra, tam üstümde lekesiz göğün çiğ maviliğinde kanat vurup dönen alıcı kuşlara takıldı gözüm, onları da kaydettim kısa bir süreliğine ve kayalarda atlaya zıplaya devam ettim.

Koçdüzü'nü bir çanak gibi çevreleyen iki sırtın birleştiği ve Altıparmak'a doğru tek bir şerit halinde uzandığı noktaya geldiğimde yürüyüşün akıbeti de belli olmuştu. Altıparmak'a doğru biraz daha yürüyüp önümdeki iki tepeyi aştıktan sonra aynen geri dönecek ve Koçdüzü ile Kaçkar Yaylaları arasındaki doğal duvarı oluşturan sırttan devam edecektim. Öyle de yaptım.

Altıparmak'ı izleyerek iki tepeyi aşıp yürüyüşün zirve noktasına çıktım ve aynı yolu gerisingeri izleyerek yürüdüm. Kavşak noktasını oluşturan zirveden kuzeybatı yönlü ayrılıp yavaş yavaş inişe koyuldum. Kavşaktan sonra hafifçe kuzeybatıya yönlenen sırt boyunca komarlık ve kayalık bölgeden indim ve derebaşı patikasının geçtiği aşıta geldim. Burası Avusor-Altıparmak-Koçdüzü güzergahının kapılarından birini oluşturuyor. Normal bir yürüyüş yapıyor olsaydım buradan yaylaya yollanacaktım lakin bugün mantığı yanıma yaklaştırmayacak, çatal yürek yürüyecektim.

Aşıtın üzerinden bir hayli kayalık olan minik zirvelere tırmanarak inişli çıkışlı güzergaha devam ettim. Bu tarz kayalık yerler yaban hayvanları için korunaklı olduğundan dikkati en üst seviyeye çıkarmak elzemdir. Olabildiğince ses yaparak, dört bir yanıma dikkat kesilerek devasa kayaların üst üste yığılıp oluşturduğu ilk tepeleri aştım ve nispeten rahata ulaştığım yerde likarpaların mor cazibesi gözümü almaya başladı. Bu yıl likarpa miktarı haddinden fazlaydı, annemin yaptığı az şekerli reçeller muhteşemdi ama o miktarda toplayacak ne kabım ne de zamanım vardı. Biraz atıştırayım diye durdum, bir avuç toplayıp ağzıma boca ettim ekşi ve hafif tatlı aroma yanaklarımdan boğazıma kadar yayıldı. Dakikalarca topladığım meyveleri hiç etmem saniye sürmedi. "Çok iyi ya bir avuç daha toplayayım sonra devam!" Ardından " Hadi bir avuç daha!", "Ayı mı kovalıyor ne işim var bir avuç daha!" Derken sanırım 5 avuç dolu dolu yedim. Bir avuca daha niyetlenmiş bir halde toplamaya dalmışken bir an başımı kaldırıp nerede olduğumu hatırladım. Yemyeşil alpin çayırlarında öbek öbek toplanmış, hazan sarılığında yanmaya namzet komar yapraklarının koyu yeşille karışık taze sıcak renkleri ile arka planda dorukları dumanlı dağlar bakışlarıma değince uzun süredir hissetmediğim kadar doğal ve içten bir tebessüm çehreme yayıldı. Yüzümdeki bütün kaslar donukluklarından sıyrılıp gerilmişti, kulaklarımı zorlayan tebessümün ışıltısının o an gözlerimde parıldağından emindim. Biri fotoğrafımı çekmeliydi. Bu hissiyatımın nadir yaşadığım zirvelerinden biriydi. Telefondan Ahmet Arif'i açtım ve bam telinin titrediği, memleket sevgisinin dile geldiği mısralara eşlik ettim yüksek sesle:

"Seni sevmek,
Felsefedir kusursuz.
İmandır, korkunç sabırlı.
İpin, kurşunun rağmına,
Yürür pervasız ve güzel.
Sıradağları devirir,
Akan suları çevirir,
Alır yetimin hakkını,
Buyurur, kitabınca..."

Ardından enstrumental soft gitar ve bağlama nağmeleriyle ve yine durup durup ağzımı gürbüz ve körpe likarpalarla doldurarak devam ettim sırtın komarlık ve kayalık güzergahına.

Bulut denizi yükselmiş Koçdüzü'nün iki yanından kollarını uzatarak yaylayı kucaklamaya çalışıyordu. Beyaz okyanusun kıyıyı yalayan dingin dalgaları ritmik bir şekilde yükselip alçalıyordu. Derken her zaman inişe geçtiğim noktaya geldim ama batı tarafta birbirini izleyen zirvelerin cazibesine kapılıp hiç durmadan devam ettim sırt boyu. Buralarda hiç yürümemiştim. Karşıma çıkan irili ufaklı kayalık tepeleri etrafından rahatça dolaşmak yerine inat edip tırmanarak aştım hep. Derken kadim bir patikanın keşfiyle keyiflendim. Uzun yıllar yalnız kaldığı belliydi lakin yine de kapanmamıştı. Yüksek irtifada bitki ve toprak oluşumu zor olduğundan patikalar kolay kapanmaz. İyi ki de kapanmaz.

Bu patikada biraz yürüyüp müstakbel bir zamanda yapacağım bir yürüyüşe dahil etmek üzere kendi güzergahıma devam ediyordum ki karşı yamaçta, pürüzsüz ve düz bir sırtta aşağıya doğru hareket eden bir canlıyı fark ettim. Başta önemsemedim pek, çok uzak olduğundan ne olduğunu seçemiyordum :

-Ayı mı acaba?
-Yok bacakları ve gövdesi çok ince bir de ayı bu şekilde koşmaz.
-İnek olabilir mi?
-Sanmıyorum, fazla küçük!
-At o zaman, Çayırdüzü Mahallesi'nin arkası orası. Onlar at besliyorlar. 

-Valla hiçbir şeye benzetemedim yetişkin değil de ergen bir at olabilir.

Makineyi çıkarıp video aldım sonra fotoğraf çekip makinede fotoğrafa zoom yapmak aklıma geldi ve yaptım: Kurt! Hem de toraman bir tane.

Uzun yıllar bu dağlarda tek başıma dolaştım. Kamp yaptım. İnsanın hemen hiç uğramadığı yerlerin altını üstüne getirdim ama hiç kurt görmemiştim. Bu ilkti ve kayıt da almıştım. Kurdu görmeden önce üzerinde koştuğu düzlüğü iniş rotam olarak belirlemiştim. Ama şimdi bu iyi bir fikir gibi gelmiyordu: "Acaba hayvan tek başına mıydı yoksa bir sürü var mıydı. İnine yakın mıydım? Yavruları olabilir miydi?" Bir kurt (gerçi buradaki bütün yaban hayvanları) insandan uzak durur ama sürü halinde tehlikeli olabilirlerdi. Gözümün önündeki coğrafyayı ince ince kolaçan ettim. Her yeri taradım ve bağırıp ıslık çaldım. O anda bunları yapmaktan başka bir şey yoktu. Yoluma devam ettim ben de.

İnişe geçeceğim noktaya gelip tekrar kısa bir güzergah muhasebesi yaptım ama çok düşünmeden 15 dk önce kurdun koştuğu düzlüğe doğru vurdum bacakları. Bölgede taşlar temizlenip üst üste konmuştu yer yer. Bu bölge Koçdüzü'nü kullanan altı köyden biri olan Çayırdüzü (Ğwandi) Köyü'nün merasıydı. Çıngırak sesleri buraya kadar geliyordu ki kurt da muhtemelen sürüden ayrılmış bir keçi düşürmenin telaşındaydı. Neyse bölgeyi çok oyalanmadan geçtim. Gölleşmeye namzet, nispeten yüksek alpin çayırlık bir düzlükte akan minik mendereslerin günle ısınmış suyundan içtim bolca zira güzergâh çoğunlukla sırtlardan geçtiği için su kıttı, susamıştım haliyle. Sulandıktan sonra düzlükten ayrılıp heybetli kayaların ve dibi görünmeyen komarlıkların arasından güzergaha vurdum yine. Yükselen bulut denizine birazdan girecektim. Rotamı kaba taslak belirledim ve denize daldığım noktada otlayan ineklerle karşılaştım. Likarpalar burada da gözlerimi çeldi. Toplamak için durmayıp, meyve ile dolu bir iki küçük dal kırıp elime aldım. Ardından komarlar ve kayalarla kaplı bir hayli dik bir yamaçtan inip mahalleye giriş yaptım. Araç yolundan karşıya birkaç adımda geçerek el yapımı kadim taş köprüden geçtim ve sis içinde evin bulunduğunu düşündüğüm doğrultuda yürümeye devam ettim. Bir dik çıkış daha ve voila: Ev karşımda.

Nispeten spontane bir şekilde gelişen, çok bir şey ummadığım ama umabileceğimden bir hayli fazlasını sunan bu yüksek yürüyüşü bu şekilde bitirdim. Hafifledim, mutlu oldum ve içten güldüm yine. Yalnız yürümenin tekinsiz olsa da neler vaadedebileceğinin ayırdına vardım. Görüşmek dileğiyle...

31.08.2024 - Koçdüzü Yaylası/Çamlıhemşin










Yorumlar

  1. Yüksek yürüyüşünüzü, Kadim parkurları da tercih ederek yürümeniz ne? güzel.Yürüdüğünüz bu lokasyon çok etkileyici bir Tabiata sahip.ve çok özel.Anlatımınız ile hayal gücümü birleştirdim.Sonuç şahane.Uzun zamandır planladığım, bu yıl kıyısından geçtiğim ama gercekleştiremediğim, Koçdüzü Yaylası, Sıra Dağlar,Tepeler, Deniz Bulutu,Bitkiler film şeridi gibi geçti gözümün önünden, güzel anlatımınız sayesinde.Teşekkürler.İyi ki varsınız." Kaçkar Panoraması" benim gözlerimden de geçti .

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Vakit ayırıp, değer verip okumanız çok kıymetli. Eksik olmayın.

    YanıtlaSil
  3. Hikaye tadında anlatımın, edindiğin tecrübeleri paylaşarak hayal dünyamızı heyecanlandırdığın için teşekkür ederim. Tasvirlemelerin harika :) O coğrafyaya gelmek nasip olmadı henüz ama elbet bir gün olacak. :) biliyorum. Gelincede emin ol tıpkı senin gibi en dik, en rampa, en heybetli dağlara vurmak olarak kendimi saygılar, sevgiler…

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Akıl, Bir Damla Su!..

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...