Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

 "Seni öldürmeyen şey güçlendirir."

Friedrich Nietzsche

"Su testisi su yolunda kırılır."

Atasözü

"Yürüyüşten hakkıyla keyif alabilmek için yalnız olmak gerekir. İki kişi bile olsa yürüyüşe grup halinde çıktıysanız, buna sadece lafta yürüyüş denir; esasında pikniğe çıkmışsınızdır. Yürüyüşe yalnız çıkılmalıdır, çünkü yürürken özgürlük elzemdir, çünkü keyfinize göre durabilmeli devam edebilmeli, istediğiniz yola sapabilmelisinizdir, ritminizi bizzat kendiniz belirleyebilmelisinizdir."

Frederic Gros

"Any way the wind blows!"

Freddie Mercury

"Issı eksik dağlarda kötürüm it gibi yalunguz gezmeye tutkun, Dağları Seven Adam derler serseri bir er var idi."

Dede Korkut (!)



Başlamadan önce UYARI yapmam gerek: Bu metin tamamen kişisel deneyim aktarma amacıyla kaleme alınmıştır. Metinde doğa aktivitelerine dair, şu önemli uyarı dışında, hiçbir şey tavsiye niteliği taşımamaktadır: Doğada yalnız dolaşılmamalı, hayvanlara sürpriz yapılmamalı, ses çıkarıp hayvanların haberdar olunması sağlanmalıdır. Gerisi benim günahım değildir efendim. Ben yalnız gezerim, sonuçlarını göze alırım ve bu sadece beni bağlar...


Evet, İkizdere'de aklımda kalan bütün rotaları yürüyüp rahatladıktan sonra bu seri yürüyüşlere biraz ara verme ihtiyacı hissetmiştim. Her gün aksatmadan yapmaya çalıştığım günlük yürüyüşler dışında önemli bir aksiyon gerçekleştirmemiştim. Okulun son haftasındaki sıkıcı evrak işleriyle ve kitaplarla günlerimi geçirmiştim. Perşembe günü ise,  büyük ihtimalle İkizdere'de son yılım olduğundan, pansiyondaki eşyalarımı toplayıp İkizdere'yi terk etmiş ve memleketim Çamlıhemşin'e gelmiştim.

Yaz için ciddi planlarım vardı. Bu planlardan en eski ikisini bu yaz gerçekleştirmek istiyordum. Bunlardan en önceliklisi İkizdere'den Çamlıhemşin'e yapacağım uzun soluklu yürüyüştü. Hazır havalar güzel seyrediyorken aklımda kıymık olan bu aksiyonu artık gerçekleştirmek istiyordum ama İkizdere'deki son yürüyüşümde yeni aldığım botları tabandan açılma yaptıkları için servise göndermiştim. Yumuşak ve artık kullanım ömrü bitmiş trekking ayakkabılarımla böyle uzun soluklu bir faaliyete kalkışmak pek akıl karı olmayacağından botlar gelene kadar bu aksiyonu erteleme kararı aldım, yine. Yine diyorum çünkü bu faaliyeti 3 defadır çeşitli sebeplerle ertelemek zorunda kalıyordum. İlk seferki erteleme sebebi  kendimi hazır hissetmememdi, diğeri sağ dizimdeki menisküs yırtılmasıydı, en sonuncusu ise plansız bir şekilde ortaya çıkan Ağrı Dağı tırmanışının bu yürüyüşün yerini almasıydı. Neyse, bu yıl da kısa bir süreliğine ertelemek zorunda kaldığımdan Çamlıhemşin için önceden planladığım diğer aksiyonu düşünmeye başladım: Tatos Dağları Tavafı...

Perşembe günü Çamlıhemşin'e geldiğimde uygun yürüyüş günü için hava durumunu kontrol ettim, cuma günü için hava netameliydi. Cumartesi için ise parçalı bulutlu harika bir atmosfer öngörülüyordu. Ben de köyün orman yollarında kısa yürüyüşler yapıp kitap okuyarak vakit geçirdim. Koçdüzü'ndeki evimizde yayla sezonu için hazırlık yapan ailem cuma günü geldi. Babama rotanın gps koordinatlarını verip ertesi gün sabah 04.40'ta yola koyuldum. Hem anne ve babamın dillendirilmeyen kaygıları hem de rotanın büyük bölümünün neyle karşılaşacağımı çok bilmediğim bir bölgeden geçiyor olması iç sıkıntısıyla uyanmama sebep oldu. Yataktan çıkmadan bir iki dakika gidip gitmeme konusunda düşündüm ama nevaleyi ve ekipmanları hazırlayıp henüz ağarmaya başlayan günle birlikte Dikkaya Köyü'ndeki evimizi terk ettim.

Çamlıhemşin'den Zilkale yoluna girip sabahın seherinde henüz cansız olan yolu tüketmeye devam ettim. Yolun virajlı bir kısmında karşıdan karşıya geçen bir kedi aracı görüp telaşlanarak yolu aniden geri dönmeye başladı. Frene asılsam da keskin virajda aniden karşıma çıkan kedi araca çok yakın olduğundan zavallı hayvanı iki tekerin ortasına  denk getirmek dışında bir şey yapamadım o an. Araç ileride durduğunda gözüm dikiz aynasındaydı. Kedi diferansiyele çarpmıştı, içimi sızlatan o sesten sonra hayvanın sağ kalabileceğini hiç beklemiyordum ama kalkıp hızlı bir şekilde yoluna devam ettiğini gördüm. Durup peşinden gitmeye davrandım ama sırra kadem basmıştı çoktan. Berbat bir his içime doluyordu şimdi. Bir an vazgeçip geri dönmeyi düşündüm. Teyipte çalan şarkı da tam yerini bulmuştu: Sabahın kara köründe alakaya maydanoz şarkı "Gitme aklım sende kalır / Uyuyamam geceleri." diyordu. Spiritüalizm, okültizm veya benzeri herhangi bir saçmalıkla asla işi olmayan, bu tarz şarlatanlıklara zerre değer vermeyen biriyim. Doğada romantizmden hoşlansam da günlük hayatta rasyonel bir adam olarak tanınırım. İnsanlığın ortaya koyduğu en muhteşem şeyin bilimsel yöntem olduğu konusunda şekkim şüphem yoktur. Ama işte bu garip ve tekinsiz his dolmuştu içime o anda. "Neyse," dedim, "beyninin örüntü aramasına asla izin verme, vur yoluna. Olayların art arda gelmesinin tesadüften başka hiçbir açıklaması yok. Dağların ihtişamı her zaman olduğu gibi bugün de bu tekinsiz hislerin ne kadar kof olduğunu gösterecek sana bir saat içinde."

Hareketli müzik eşliğinde modumu yükseltmeye çalışarak hızla alıyordum Zil Kale yolunun virajlarını. Çiçekli Yayla, Çamlıhemşin'e çok uzak bir bölgeydi ve yolları da bozuktu. Keşke bir saat daha erken çıksaydım diye düşünmeden edemedim. Zirvelerin arasından geçen, aşırı çarşaklı ve dik bölgelerde hızım normalde olduğundan daha yavaş olacaktı. 30 km'lik parkurda ortalama hızımı en düşük ihtimalle 3 km olarak hesapladığımda 10 saatlik hareket süresi gerekecekti. Buna en kötü ihtimalle 2 saatlik dinlenme ve yemek süresini eklersem toplamda 12 saatlik bir zamana ihtiyacım olacaktı. 06.00'da Çiçekli Yayla'da olmam gerektiğini düşünüp dikkati elden bırakmadan Çat Düzü'nü, Elevit-Verçenik yol ayrımını sırayla arkamda bıraktım. Verçenik yolunun başlarında parke taşı kaplı yol bitiyor yerini stabilize toprak yol alıyordu. Bu yol da gittikçe bozularak Çiçekli'ye kadar çıkıyordu. En azından geçen seneye kadar öyleydi. Ama parke taşlı kısım bittikten sonra beton zemini görünce şaşırdım. Yola beton dökmüşlerdi demek. Nereye kadar gideceğini merak edip hız kesmeden aracı sürmeye devam ettim. Bir noktada beton zemin bitti ve stabilize toprak yol başladı. Aracın sağlığı için hızımı düşürüp 2. viteste devam ettim yola. Verçenik - Çiçekli Yayla yol ayrımına geldiğimde gözlerime inanamadım. İki derenin birleştiği vadi kavşağındaki o muhteşem doğa tıraşlanmış yerine taş ocağı gibi bir tesis kurulmuştu. Her yer ruh yoksunu gri renkteydi ve iş makineleri  dört bir yandaydı. Yola dökülen betonun malzemesi buradan temin ediliyordu demek. Masraftan kaçmak için bu doğa harikası bölgeyi acımadan yok etmişlerdi. Zaten moda giremediğim yetmiyormuş gibi üstüne bir de bu enerji sömüren manzarayla karşılaşmam moralimi yerle yeksan etti. 

Çiçekli Yayla yoluna yeni girmiştim ki, santralin önünde yol tekrar betona döndü. Bozuk zeminli o yayla yolunun keskin virajları şimdi kaymak gibi betondu. Yaylaya ulaşan yolların beton olmasında bir sakınca görmüyorum. İhtiyaçtır yapılır, eyvallah. Benim derdim yabani dağ coğrafyalarına hunharca açılan yollarla daha çok. Neyse beton zeminli virajları yine hızlı bir şekilde alıp Kale Köyü'ne ayrılan yola yaklaştığım noktadaki bir başka virajda küçük bir karaca ile karşılaştım. Aracı aniden karşısında görünce küçük toynakları beton zeminde kaydı ve ön dizlerinin üzerinde biraz sürüklendi. Aracı duracak kadar yavaşlattım, acemi küçük karaca da tekrar ayağa kalkıp telaşla yol kenarındaki bitkilerin arasında yitip gitti. 

Beton zemin bir noktada tekrar kesilip toprak yola döndü yine ama çok sürmeden yeni döküldüğü renginden belli olan bir diğer beton zemin başlangıcına ulaştım. Yola dökülen yaş malzemeyi düzlemeye yarayan el makinesi kenarda duruyordu. Arabayı durdurup dışarı çıktım. Taze görünen zemini ayaklarımla yoklayıp sert olduğuna emin olduktan sonra araca dönüp tekrar yola koyuldum. Çabuk donan betonu muhtemelen geceden döküp sabaha kadar yolun açılmasını sağlıyorlardı. Bu noktadan sonra yol, aracı bırakıp yürüyüşe başlayacağım yere kadar beton şekilde devam etti.

İki ayrı vadiden gelen derelerin (Sulak göllerinden gelen Purnak ve Tatos'un eteklerinden gelen Husam Dereleri) birleştiği noktanın hemen altındaki köprünün gerisinde aracı bıraktım. Ayağımdaki yumuşak trekking ayakkabılarını çıkarıp sert tabanlı dağ ayakkabılarını giydim. Rotanın hızlı ve kolay ilerleyecek olan (hiç de öyle olmayacağını o an nereden bilebilirdim?) son düzlüğü için yumuşak ayakkabıları çantaya koyup yedeğe aldım. Zirvelerin arasından geçen güzergahta sert tabanlı ayakkabılar elzemdi çünkü.

Çantayı sırtıma ayaklarımı yola vurup yürüyüşe başladım. Araç yolunu biraz takip edip çıkışı kapalı bir köprü üzerinden Çiçekli Yayla'nın güneyi boyunca yükselen vadiyi karşıma aldım. Bu vadi Verçenik doğrultusunda ilerliyor, ortadaki Purnak Deresi ise sularını Sulak Gölleri'nden topluyordu. Derenin sol kenarı boyunca yürüyüp vadiyi tükettikten sonra kayalık zirvelerin arasındaki dik vadiden akan dere ile birlikte doğuya doğru yükselecektim. Rotanın ekstrem bölgelerinden biri de orası olacaktı.

Vadi tabanına henüz ulaşmış tatlı eğimi kat etmeye başlamıştım ki sol tarafımda (doğu) yükselen yamaç boyunca tırmanan keçi sürüsünü gördüm. Derenin sağ (batı) tarafında çoban barınakları da vardı. Sivaslılarla ne zaman karşılaşacağımı merak ederek yürümeye devam ettim ve bingo: Derenin karşısındaki barınaklardan havlama sesleri gelmeye başladı. "İti an çomağı hazırla!" dedim. Derenin yürüdüğüm tarafında Sivaslılara dair herhangi bir emare yoktu. Yamaçta ilerleyen sürüye baktığımda çobanı sürü başında görebildim. Köpeklerin dereyi geçmeye üşeneceklerini düşündüğümden biraz havladıktan sonra ilgilerini kaybedeceklerini umuyordum. Ne kadar da safmışım! Siyah beyaz alacalı iri bir köpek kesik kulaklarını yanlara doğru dikmiş bir halde havlayarak peşimden geliyordu, bir noktada bana yetişip önüme geçmeye çalıştı ama ani kafa hareketlerimden bile korkup geriliyordu. Batonu kaldırıp kendisine salladığımda uzaklaşıyor yürümeye devam ettiğimde ise havalayarak benimle birlikte yürüyordu. Onun arkasından ondan daha iri olmakla birlikte ses çıkarmayan ama it kafilemize katılan başka bir Sivaslı da geldi. "İşiniz mi yok mu ulan sizin, bir rahat bırakın a... ya!" diye bağırdım. Derken farklı türdeki irili ufaklı -fazlası var azı yok- 10 köpek etrafımı sarıp birbirlerine cesaret vererek bana havlamaya başladılar. Nereden geldikleri konusunda hiçbir fikrim yoktu! Şovun baş aktörleri alacalı iri köpek ile şenlikli kafilemize en son katılan uzun tüylü, ağzı köpüklü salyayla kaplı kurt köpeği kırmasıydı. Bu kırmaya batonu salladığımda kaçmıyor aksine dayılanıp üstüme geliyordu. "Demek taşşaklıyız ha! Hadi bakalım!" deyip hiç oralı olmadan yürümeye devam ettim. Köpek senfonisi vadiyi doldurunca hem yamaçtaki hem de derenin karşısındaki çobanlar seslerini yükseltip köpekleri çağırmaya başladılar ama itoğlu itlerin umrunda değildi. Belki üşenir de takip etmekten vazgeçerler diye düşünüp derenin kenarında rahatça ilerleyen güzergahı bıraktım ve sol tarafımda yükselen kayalık yamaca tırmanmaya başladım. Köpekler durup uzaklaştılar. "Oh be!" diyerek rahatlığa bırakıyordum kendimi ki birbirlerini cesaretlendirip tekrar peşime takıldılar. Rotayı iyiden iyiye kayalık ve dik yamaca çevirmemle birlikte köpeklerin de ilgisi söndü. 5-10 dakikalık sessizlikten sonra deminki afkuru korosu yerini dayak yiyen köpeklerin tiz çığlıklarına bıraktı. Sanırım bir iki tanesi çoban değneğinin tadına bakıyordu o an. Vadi boyunca yankılanıp sönen son iniltinin ardından nihayet dağların sükunetine kavuşmuş oldum.

Yamaca bu kadar tırmanmışken tekrar vadi tabanına inmek istemedim, hem haritadan hem de önümde yükselen kayalıkların görüntüsünden yardım alarak ayaküstü bir rota çizdim kendime. Kayalıkların arasında aşırı dik ince bir koridor halinde yükselen çayır hattı üzerinde yavaşça tırmandım. Bu dik kısmı atlattıktan sonra; çarşak ve çimenin birbirine girdiği, eğimin nispeten az olduğu bir bölge çıktı karşıma. Sol tarafta haşin bir zirve tatlı sıcak günışığıyla boyalı halde yükseliyordu. Hala vadi duvarlarının gölgesindeydim ama güneşle kavuşmama sadece adımlar kalmıştı. İlerlemeye devam ettim ve güneş bütün sıcaklığıyla vücuduma sarıldı. Gri kayalarla örtülü vadiden gelen dere önümdeki çayırların içinde yatağını genişleterek akıyordu. Güneş tam karşıda göz kapaklarımı zorlarken derenin kenarından ilerlemeye devam ettim. Henüz ufka yakın olan güneşin zirveden zirveye gerilmiş semavi bir ipe asılıymış gibi aralarında durduğu ilk kez gördüğüm doruklardı bunlar ve gerçekten etkileyiciydiler. Küçük çayırlık alanı da geçtikten sonra; Tolkien'in kalemiyle biçimlenmişe benzeyen, bitkiye dair hiçbir şeyin kalmadığı, kül rengi kayalarla dolu bir ortamda buldum kendimi. Bir aralık durup arkamı döndüm: Purnak Deresi'ni besleyen Sulak Gölleri geride bıraktığım ana vadinin sonunda diziliydi şimdi. İkizdere'den Çamlıhemşin'e yapacağım yürüyüşün geçtiği noktalardan biriydi orası. Daha önce görmediğim bir bölgeydi ayrıca. Kafamda oluşturduğum rotaya şimdi -uzaktan da olsa- karşımda duran bu bölgenin görüntüsünü de yerleştirdim ve tekrar yüzümü kayalara dönüp tırmanmaya başladım.

Kaya, sedece kaya! İçinde bulunduğum en karakteristik bölgelerden biriydi bu. Kayaların altından akan derenin arka plandaki lıkırdısı dışında ses seda yoktu! Kibirle yükselen sivri doruklar haşmetliydiler ama uyandırdıkları hislerden biri de uğursuzluktu. Bu sadece zirvelerin sebep olduğu bir his değildi, asıl sebep kayaların arasına ördükleri ağlarının üzerinde pusuya yatmış sabırla avlarını gözleyen örümcekler ve gaklamaları zirvelerden yankılanan kuzgunî kargalar dışında canlılığa dair bir izin olmamasıydı. Yine de beni etkisi altına alan en güçlü his her zamanki gibi huşuydu! Her dağ bölgesinin kendine özgü bir karakteri vardır, burası tekinsizlik hissine kapıldığım ikinci dağ coğrafyasıydı şimdi. 

Birbirine zıt hislerle dolu bir şekilde kayadan kayaya atlarken rotada bir gariplik olduğunu sezdim, yanlış yöndeydim! Dere karman çorman kayaların altından aktığı için vadinin çatallandığını fark edememiştim. Şu an yöneldiğim kayalık oluğun önü dağlarla kesiliyordu. Benim yönelmem gereken yer sağda kalmıştı. Kuzey yönünden ayrılıp tekrar doğu yönünde kayaları tırmanmaya başladım. Düzlüğe ulaştığımda sol tarafta yükselen aşıtı gördüm. Hedef orasıydı şimdi. Aşıta çıktığımda Çinaçor Gölleri ayaklarımın altına serilecekti. İlk kez göreceğim muhteşem güzellikte ıssız göllerdi bunlar. Kaçkarlarda bulunabilecek en gözden uzak, en yaban göller arasındaydılar. Heyecanla ve dikkatle kayalarda zıplamaya devam ettim ve beni göllere geçirecek olan aşıtın dibine ulaştım. Dikleşen eğimde ve ince malzemeli kaygan zeminde aheste bir şekilde yükseldikten sonra aşıtın sırtına ulaştım. Karşımdaki manzaranın arkamdakiyle hiçbir ilgisi yoktu. Bambaşka bir dünyanın eşiğindeydim sanki. İrili ufaklı kayalık doruklar arasındaki yemyeşil alpin çayırlarla kaplı düzlüğe sıralanmış iki göl, sere serpe uzanıyordu önümde. Aşıtın şimdi inmem gereken yüzü masif kayaydı. Güvensiz çarşak zeminden kısa bir süreliğine de olsa kurtulmuş, sarsılmaz blok kayanın üzerinde yavaşça inmeye koyulmuştum. Sol tarafımda eğime paralel bir şekilde inen engin kaya duvarına yaklaştım, onun dibinden güvenle göllere doğru inmeye başladım. Karşıma çıkan kış artığı irili ufaklı kürtüklerin etrafından dolanarak sessiz gölün kayalarla çevrili kıyısına vardım.

Yanına indiğim ilk göl birinci Çinaçor Gölü'ydü. Hemen onun kuzeyinde konumlanan göl ise Çinaçor Gölleri'nin ikincisiydi. İlk gölün kıyısındaki kayaların üzerinde ilerlemeye devam ettim. İnanılmaz bir sivri sinek kalabalığı vardı. Böylesi bir yoğunlukla ilk kez karşılaşıyordum. Başta etrafımı sarıp benimle birlikte hareket ettiklerini düşündüm ama neden sonra kesif bir sinek bulutunun içinde hareket ettiğimi fark ettim. Üzerime konmuyor, sokmuyorlardı; ama sesleri ve gözümün önünde  oluşturdukları kaos çok rahatsız ediciydi. Ortamın güzelliğine odaklanamıyordum. Sineklerden kurtulma ümidiyle hızımı artırıp ikinci gölün kıyısına yaklaşmadan hafifçe yükselerek devam ettim ve sineklerden uzaklaştım.

Bir hızlanıp bir dinen rüzgarla göllerin hafifçe titreşen turkuaz suları ve gölleri çevreleyen irili ufaklı sivri doruklar muhteşem bir görsellik sunuyordu. İnsana dair hiçbir iz yoktu. Aşıtı aşarken belli belirsiz birkaç ayakkabı izi görmüştüm, muhtemelen birisi bir süre önce gelmişti buraya ama onun dışında her şey doğal akışındaydı. Dağların münzevi sükuneti, rüzgarın tatlı uğultusu, parça pamuk bulutların ve kayalık zirvelerin göl yüzeyinde matlaşan akisleri... Bambaşka bir coğrafyadaydım. Yeryüzü cennetlerinden biriydi burası. Doğaseverliği özde olmayan, dağların nazını mümkün değil çekemeyecek olan şehirli balkon tayfasının asla yüzünü göremeyeceği, görüp de kirletemeyeceği özge bir diyarda soluk alıp veriyor olmanın hazzıyla doldum. Ellerimi bacaklarımın üstüne koyup gençliğe ve sağlığa duyduğum minnettarlığı gösterdim: "Beni buraya çıkardığınız için minnettarım. Değerinizi biliyorum ve ömrüm oldukça sizin sağlığınızın kadrini bileceğim." 

- Dersu insanın sağlığının bilincinde olması, bunun ne kadar değerli bir şey olduğunun farkına varması ne kadar önemli değil mi? Ezbere konuşmuyorum. Bu kadar basit ve hayati bir gerçeği en saf haliyle aktarmaya çalışıyorum.

- Lafta bunu herkes biliyor lakin senin bunu bütün derinliğiyle içselleştirdiğinin farkındaydım. Bundan daha önemli ve temel bir şey bilmiyorum yaşam bilgeliğine dair.

- Olmadığındandır. Zihinsel ve bedensel sağlıktan daha değerli hiçbir şey yok sanırım. Geçen İkizdere'de markete giderken yaşlı bir amca görmüştüm. Dizlerinden aşağısı yoktu. Ampüte edilmiş kısımların altına koyduğu taban görevi gören yuvarlak yüzeyler onun ayaklarını oluşturuyordu. Ellerini baston gibi kullanıp sağa sola devrilerek yürümeye çalışıyordu insanların arasında. O an bir yıldırım gibi inmişti farkındalık zihnime: Şükürler olsun sağlığa, şükürler olsun şu halime!.. Gündelik kaygılarla hayatı kendi kendine zehir etmenin ne kadar utanç verici bir şey olduğunu amcanın durumuna bakınca bir kez daha anladım. Hiç bir şeyin önemi yoktu! Nedense ünlü müzik grubunun sözleri yankılanmıştı o an aklımda: "Nothing really matters, anyone can see!" ve "Any way the wind blows!" Bu sözler içinde bulunduğum hissiyatı çok güzel özetlemişti o an.

- Sağlık konusunda sonuna kadar katılıyorum sana ama fazla "bohem" sanki bu sözler. 

- Adı üstünde "Bohem Rapsodisi"! Bohemlik neden istenmeyen bir şey olsun ki! Kimse tamamen bohem bir hayat yaşanılmasını salık vermiyor ama bu hayat görüşünde de değerli bir şeyler var kesinlikle. Esecek rüzgarı durduramayız nasıl olsa!

- Yine daldık derinlere sanırım. Bence çok fazla oyalanma, ortam şahane ama vakit önemli şu anda.

- Bu düşünceler derin değil insanlar sığ... Neyse, devam edeyim haklısın.

- Hadi yolcu yolunda gerek, seninleyim.

Düşüncelerimden sıyrılıp, Çinaçor Gölleri'nin batı tarafında bulunan aşıta doğru yine çarşak bölge üzerinde tırmanmaya başladım. Bu aşıtın hemen altında Çırma Gölü meskundu. Yine çok zor bir mevkide konumlanmış, zirvelere yakın bir buzul mirasıydı. İsimsiz aşıt, yanından ayrıldığım gölün irtifasından çok yüksek değildi. Bir hamlede üstüne çıkıp o muhteşem manzarayla gözlerime ziyafet çekmeye başladım. Sağım, solum, önüm, arkam heybetli doruklarla çevriliydi. Arka arkaya sıralanan zirveler olağanüstü bir manzarayı şekillendiriyorlardı. Aşıtın dibine baktığımda kar beyazı, buz mavisi, turkuaz ve koyu mavi tonlarının hakim olduğu tamamen kayalıkla çevrili sirk gölünü gördüm. Bir göle, bir dağlara yönelttiğim gözlerimin gördüğü bu manzaraya acaba kaç kişi tanıklık etmişti bu Dünya'da? Sayının çok fazla olduğunu sanmıyordum. Yaşamın bile uğramakta çekingen davrandığı tamamen yabani bir bölgeydi aşağısı.

Aşıttaki manzarayla bakışlarımı şenlendirdikten sonra rotadaki ilk uzun soluklu inişe başladım. Yine yeşilliklerle alacalanmış kayaların koynunda yatan üçüncü Çinaçor Gölü'nü de geçip bitmeyen çarşaklarda dikkatlice inmeye devam ettim. Arada türünü bilmediğim çiçeklerin -bilimsel veri tabanına destek olan bir platform için- hızlıca fotoğraflarını çekmek için duruyordum. Vadinin güney tarafında yükselen zirve, göllerin yanındaki halinden kat kat daha heybetli duruyordu güney yüzünden bakınca. Bu zirvelerin ortasında Kaçkarlar'daki önemli güncel buzullardan biri olan Çinaçor Buzulu konumlanıyordu. Hakkında yazılmış makaleleri incelemiş, hatta buzulun 1930'lu yıllarda çekilmiş fotoğraflarını bile görmüştüm! "1930 yılında bu bölgelere gelmek! Hatta bir de fotoğraf çekmek inanılmaz bir bilimsel merakın sonucu olmalı!" diye düşünmüştüm hatta... "Jeolog olsaydım gözümü bile kırpmaz gelirdim ben de, şaşırmaya gerek yok aynı meraktan muzdaribim(!)" diye de eklemiştim içimden. Buzul inmekte olduğum vadiden görünmüyordu, ama konumu güney doğrultusunda tam benim hizamdaydı o anda. 

Çarşak zemin üzerinden nispeten güven verici çayırlık araziye ulaşmaya az kala ince uzun şekliyle Anadağ Gölü görüş alanıma girdi. Çinaçor Gölleri'nin vadi boyunca parlak alpin çayırlar ve kayalar arasından kıvrılarak akan küçük gidegenleriyle birlikte göle doğru inmeye devam ettim. Bu gölün ismi Kabil Gölü olarak geçiyordu bazı kaynaklarda lakin bunun yanlış bir bilgi olduğu çok bariz olduğundan olması gereken isim -Anadağ Gölü- ile anmaya karar verdim. Erzurum'un İspir ilçesinin Çatakkaya Köyü'ne -eski adıyla Çinaçor- bağlı Zorni Yaylası'nın kuzey batısı boyunca yükselen buzul teknesinin ortasına yakın bir noktada konumlanmış çok güzel bir göldü. Şekli Şoroh Gölü'nü andırıyordu. Hemen güney tarafından sert bir şekilde yükselen zirveyle birlikte muhteşem bir görsellik sunuyordu. Gölün yanına indiğimde ne tarafından dolaşacağıma bir an karar veremedim. Neden sonra sağ (güney) kıyısından ilerlemeyi düşündüm. Sığ suya ayakkabılara güvenerek girdiğim yerler oldu. Gölün hemen kenarından başlayan kaya duvarının geçit vermediği bir noktada ayakkabıları çıkarıp suya girmeyi düşündüm. Ama sonra geri dönüp karşı kıyıdan geçmeye karar verdim. Gölün kıyısındaki çarşak bölgeden ilerlerken bir yandan da karşıdaki zirveyi ve vadinin yeni iniş yaptığım batı tarafını izliyordum.

Yeni bir bölge keşfetmenin tarif edilemez hazzıyla, ağzım yine kulaklarımda zevkle adımlıyordum vadiyi. Sürekli arkamı dönüp değişen manzarayı kolaçan ediyordum. Parça pamuk bulutlar özellikle Erzurum tarafından sökün etmeye başlamıştı o anda. Hava dağ yürüyüşü için ideal hale gelmişti: Serin esen rüzgar ile yağmurla tehdit etmeyen gölgelik bulutlar. 

Gölün gidegeninin oluşturduğu küçük çentik vadinin başına gelip tekrar arkamı döndüm ve manzaranın detaylarını zihnime kazımaya çalıştım. Ardından kayanın ve çayırın içiçe geçtiği küçük vadi boyunca artan eğimle birlikte inmeye başladım. Sol tarafımda, yukarıda bir düzlük olduğu görülüyordu. Derin bir kayalık yar ile aniden kesilen bu düzlüğün ucunda bir taş baba duruyordu. "Demek ki uğrak bir yer burası." diye düşündüm. Turistlerden ziyade aşağıdaki yaylanın mensupları ve çobanların uğradığı bir yer olmalıydı. Zira vadinin buzul artığı yayvan tabanı kusursuz bir mera alanıydı. Etrafı izleye izleye inerken sol tarafımda, biraz aşağıda mendereslerle karşılaştım. Gördüğüm en geniş, en belirgin menderes oluşumlarından biriydi. Geniş düzlükte denge profiline ulaşan ufak dereler, şimdi sakinleşip kavislenerek yollarını uzatıyor, nispeten batak bir zemin oluşturuyorlardı. Yaban hayvanlara karşı tedbir amaçlı bir iki kere bağırdıktan sonra mendereslerin yanına indim. Akarsu labirentinden yol bulmaya çalışarak biraz vakit geçirdim. Düzlüğün kenarlarıyla yamacın birleştiği yerlerde daralan dere yataklarından kolayca atlayarak menderesi de arkamda bırakmış oldum.

Mendereslerden çok uzak olmayan bir diğer düzlükte akarsu sığ ve tek bir kol halinde hafif kıvrımlarla akmaya devam ediyordu. Yine arkama dönüp farklı bir çehreye bürünen manzarayı kontrol ettim. Sol tarafta yükselen zirve, yeşil düzlüğü kolaçan eden bir bekçi gibi dikiliyordu. Derenin geniş ve sığ suyundaki aksi ile birlikte izleyince görsel zevk daha da katlanıyordu. Mezovit'i anımsadım bir an. O kadar heybetli bir görüntüsü yoktu bu dağların ama ilk kez gördüğüm bir bölge olmasının getirdiği keşif tatminiyle gözüme çok güzel görünüyordu. Saat 10'u geçmiş olduğundan kahvaltı yapmam gerektiğini düşündüm. Derenin kenarındaki yine düz bir bölgede geniş blok bir kaya gördüm. Kayanın bir köşesinde küçük eğreti bir taş duvar inşa edilmişti. Muhtemelen çobanların uğradığı bir noktaydı. Kayanın yanına geldiğimde taş duvarla kayanın arasındaki korunaklı kısımda ateş kalıntılarını fark ettim. Burada durup yemek yemeye karar verdim. Yüzümü dağın heybetine dönüp çayı demledim. Kavurma ve ekmekten oluşan mütevazi yolluğumu yavaş yavaş öğütmeye başladım. 

Kahvaltıdan sonra artık sonuna yaklaştığım vadinin yarı şelale yapacak kadar eğimi artan kısmına girmeyip iki vadinin birleştiği noktadaki kayalık yamaç boyunca yan geçiş yapmaya başladım. Güney tarafımda, altta hilal şekilli ilginç bir göl ve gölün hemen üstünde, onunla aynı seviyede Zorni Yayla'sı görüş alanıma girdi. Yan geçiş yaptığım yamaç bir hayli dik ve gevşek zeminliydi. 100-150 metre önümdeki kayalıkları geçtiğimde Zorni Yaylası'nın tam kuzeyinde yükselen vadiye girmiş olacaktım. Kayalıklara ulaşıp altlarından geçtim. Hemen alt çaprazımdan bir büyükbaş sürüsü de görünüyordu. Yayla çobanların şenlendirdiği bir yerleşkeydi. Henüz terk ettiğim vadideki ıssızlıkla hiçbir alakası yoktu bu vadi girişinin. "Acaba yukarısı nasıl?" diye merakla ilerlemeye devam ettim ve vadinin girişine geldim.

Önümde dik kayalıkların arasındaki derin yarıktan köpüklenerek akan bir ırmak vardı. Haritaya baktığımda izohipsler eğimin bu sert bölgeden sonra azalacağını gösteriyordu. Dar yarığın duvarlarında basacak sağlam ve kuru zemin arayarak, delişmen suyun tam kenarından tırmanmaya koyuldum. Nispeten güvenli bir yere geldiğimde karşımda hoş bir manzara vardı: Kıştan kalan bir kürtük dere üzerinde köprü oluşturuyordu. Kürtüğün yanından ilerleyip vadinin düzlüğüne bastım ayaklarımı.

Bu vadinin sonundaki aşıtı aştığımda Pinağros Yaylası'nın ve Şoroh Gölü'nün bulunduğu vadiye inecektim. Aşıt kuzeydeki kaya duvarlarının arasında pürüzsüz bir oyuk gibi görünüyordu bulunduğum yerden. Vadinin düzüne yayılmış pek çok büyükbaş vardı etrafta. Diğerinin aksine çobanların sık kullandığı şen bir vadideydim şimdi. İlerlemeye devam ettiğimde sol tarafta mavi brandayla örtülü alçak taş duvarlardan oluşan küçük bir çoban barınağıyla karşılaştım. Barınağın çevresindeki zemin, öküz toynaklarıyla eşelendiği belli olan çıplak topraktan ibaretti. Barınağı arkamda bırakıp derenin karşısına geçtim. Burada aklıma yulaf tatlısı düştü. Uygun bir kayanın üstüne oturup kahve demledim ve karşımda dağ manzarasıyla tatlıyı usul usul indirdim dibine...

Tatlının son lokmasını midem bulanır gibi olduğu için yiyemedim. Akut dağ hastalığının hafif belirtileri kendini göstermeye başlamıştı. Termostan bir iki yudum sıcak su içip vadiyi tırmanmaya koyuldum. Çevrede tek tük otlayan öküz ve inekleri de geride bırakmıştım artık. Ortam gittikçe ıssızlaşmaya başlamıştı. Tatos Dağları'nın doğuya kalan zirvelerinin güney yüzleri karşımda, envai çeşit çiçekten dağılan esans burnumda ve varlığımdan telaşa kapılan minik kuşların uyarı ezgileri kulağımda ilerliyordum. Yabanı haberdar etmek için bağırdıktan sonra sağ tarafımda göl diyemeyeceğim ufak bir su birikintisi ortaya çıktı. Bu gölcüğü besleyen derenin yanından, vadide basamak yapan düzlüğe doğru artan eğimi de tırmanıp düzlüğe ulaştım. Burada hafifçe kuzeye meyleden batı doğrultulu bir vadi daha vardı. Vadinin dağlara yakın üst kısmında ince uzun bir göl olduğunu haritadan hatırlıyordum. Hatta ortama göre belki ona da uğrarım diye düşünmüştüm rotayı tasarlarken ama o an asıl planladığım rotadan çıkmaya hevesli değildim hiç, zira çok ters kalıyordu. Batı, doğu ve kuzey yönümde dikilen zirveleri izleye izleye aşıta doğru tırmanmayı sürdürdüm. Tırmandıkça topoğrafya değişiyordu. Bu değişim hislere de yansıyor, ihtiyatlı olma ihtiyacı artıyordu. Bir noktada bitki örtüsü seyrekleşti ve etraftaki kayalar irileşti. Tam bir ayı iniydi burası! Etrafımda olduklarına adım gibi emindim o an. Güçlü bir şekilde bağırdım ve sesim kayalara çarparak yayılırken yavaşça ilerlemeye devam ettim. 

Bu noktada dağ hastalığı kendini iyice hissetirmişti. Bu hastalığın (aslında rahatsızlık demek daha doğru) bendeki seyri mide bulantısı şeklinde gelişir genellikle. Dinlenmeyle geçer ama nüksetmesi muhtemeldir. Tam olarak geçmesi için kusmak veya dağcı jargonuyla çiçek toplamaya çıkmak (kısaca sıçmak) gerekir. Ben de dev bir blok kayanın gölge tarafında çiçek toplamak için durdum. Kayanın kuzeye bakan yüzü negatif eğimliydi ve dibinde kallavi bir bok yığını duruyordu! Sahipli bir yerdeydim. Ayının kenefine saygımdan biraz daha ileride ihtiyacımı giderip hızlıca toparlandım ve bağırarak tırmanmaya devam ettim. Rahatsızlık biraz geçmişti ama çok geçmeden tekrar yoklayacağı belliydi. Meselenin ayrıntılarına girmek istemiyorum ama bu durumun sebebi bağırsakları tamamen boşaltmamış olmaktan kaynaklanır genelde (ben de öyle oluyor en azından). Tıpkı istifra yarım kaldığında o muhteşem rahatlamanın gelmemesi gibi bir durumdur bu. Neyse, adımlarımı yavaşlatıp soluklarımı derinleştirdim ve çarşak bölgede tırmanmaya devam ettim.

Bir noktada doğu tarafından hırıltılı bir nefes alma sesi duydum. Durup dinlemeye koyuldum: "Ben mi kuruntu yapıyorum yoksa gerçekten bir şey nefes mi alıyor?" Kulak kesilip dinlemeye devam ettim: "Evet, kuruntu falan değil kayaların birinin arkasında kesinlikle bir bozayı var. Benim burada olduğumun farkında ve gitmemi bekliyor!" Adım gibi emindim hayvanın yakında olduğuna. İşte doğada varlığı belli etmek bunun için çok önemli. Bana gözükmemek, benimle karşılaşmamak, kendi yoluna gitmek için gözden uzak duran; benden korkan bir ayı vardı yakınımda. Bağırmasaydım da sürpriz bir karşılaşma yaşasaydık, halim haraptı... Hemen rotamı değiştirip batıya doğru yönelerek ve arada bağırmaya devam ederek aşıtı tırmandım. Aşıtın sırtı yine çarşaklıydı ve aşırı engebeliydi. Ben hemen ardındaki manzarayı görmeyi beklerken üzerinde 70-80 metre ilerlemem gerekti. Aşıtın etrafı tıpkı Çırma Gölü'nü görmek için çıktığım aşıtı çevreleyen manzara gibiydi: Dört bir yanımda kara kayalık doruklar!.. Aşıtın inişe başladığı yere yaklaştığımda tam kuzeyde Kavrun Zirve'yi gördüm! Artık memlekette sayılırdım.  Ortamdaki tekinsizlik hissi o an dağıldı. Gözümü dağlardan aşağıda doğu-batı yönlü uzanan vadiye çevirdiğimde Şoroh Gölü'nün yanından geçen araç yolunun Pinağros Yaylası'na inen kısmını gördüm. Tanıdık zirvenin görüntüsü tekinsizliği nasıl alıp götürdüyse bu araç yolu da yabanıllık hissini dağıtmıştı şimdi. Yolla çok ilgilenmeden inerken izleyeceğim rotayı belirlemeye koyuldum.

Aşıtın kuzey yüzü çok dik ve kaygan zeminliydi. Aşağıda iki adet küçük göl görülüyordu. Daha da aşağısı yine tipik bir buzul teknesi olan ana vadiydi. Ana vadiye bağlanan askı vadinin başlarındaydım yani. İri kayaları aşağıya yuvarlayarak, bir süre kaya kaya indim. Seyrettiğim güzergah dik bir kürtük ile kesilince biraz yan geçiş yaparak kürtüğü atlattım. Kayaların arasında bitmiş türüne aşina olmadığım munis çiçeklerin fotoğraflarını almayı ihmal etmeyerek inmeye devam ettim. Bir yandan bağırmayı da ihmal etmiyordum. Harita başında rotayı planlarken ana vadiye bağlanan bu askı vadiyi sonuna kadar inmeyi gereksiz görüp göllerin hemen batısında konumlanan nispeten alçak bir aşıttan aşarak Şoroh Gölü'ne geçmeye karar vermiştim. Hem dağların sert manzarası arasından geçmeye devam edecek hem de güzergaha bir göl görüşü daha ekleyebilecektim böylece. Bunun ne kadar isabetli bir karar olduğunu topoğrafyayı önümde kanlı canlı görünce anladım. Askı vadinin ana vadiye bağlandığı kısım aşırı dik bir iniş gerektiriyordu ve ondan sonra tekrar yükselmem gerekecekti. Yol da lüzumsuz yere uzamış olacaktı. Kararı uygulayıp göllerin batısındaki aşıta vurdum tabanları. Bir hamlede tırmanıp sırta ulaştım.

Dar bir sırt olduğundan çıkar çıkmaz aşağıdaki manzara önüme serildi. Stabil bir düzlük bulunmuyordu. Çayır ve çarşak karşımı, yer yer envai çeşit çiçekle süslenmiş, engebeli bir bölgeydi. Özellikle güney tarafı dik dağ duvarlarıyla sınırdı. Kuzey batı tarafında ana vadinin bir kısmı görülüyordu. Çarşakta ilerlemek zorunda kalsam da fazla irtifa kaybetmeden yan geçiş yaparak Şoroh Gölü'ne bağlanabilecektim. Etrafı inceledikten sonra arada gürültü yaparak inmeye başladım. Çarşak taban üzerinde birikmiş ince toprak tabakanın üzerindeki çayırlık bir bölgeye geldim. Etrafı yine kayalarla çevrili bu küçük alanda biraz ilerledikten sonra karşıma küçük bir su birikintisi çıktı. Rüzgarla rahatsız edilmeyen sığ su dağlara ayna oluyor, karşımda yer ve gök ters dönmüş bir şekilde duruyordu. Bu küçük sürprizle gözlerimi şen ettikten sonra tekrar çarşak bölgeye girerek yan geçişe başladım. Doğuda Şoroh Vadisi'nin hiç beklemediğim kadar yayvan tabanı seriliydi. Pinağros Yaylası görünmüyordu ama uzakta sayılmazdı. Vadinin kuzey yamacını kesen araç yolunun üzerinde beyaz bir arabayı seçebiliyordum uzaktan. İlerlemiyor yerinde duruyordu. Dikkatimi tekrar çarşak zemine vererek ihtiyatla ilerlemeye devam ettim ve nihayet Şoroh Gölü'nün turkuazına kavuştum.

Bu gölün kıyıları da diğerleri gibi büyük oranda çarşakla kaplıydı. Aşıt'tan gelerek gölü besleyen derelerin olduğu bölgede tatlı çayırlık bir alan vardı sadece. Diğerlerinden farklı olarak gölün o bölgesinde iri taneli bir kumsal bile mevcuttu! Yüzmeye en uygun göllerden biri buydu kanımca. Billur suyun hemen yanında, kayaların üzerinden gölün huzurlu şıpırtılarını dinleyerek devam ettim. Su kıyıda alabildiğine şeffafken gittikçe koyulaşarak mat bir turkuaz renge bürünüyordu. Göle uzaktan bakınca çivit mavisiydi fakat yanındayken rengi açılıyordu.

Bu gölün yanına üçüncü gelişimdi şimdi. İlk iki hali yabandı. Artık yabanlığı yolla yaralanmış, mahzun bir göldü gözümde. Çayırlık bölgeyle göl arasındaki minyatür kumsalın başında bulunan kayaya ulaştım ve ilk iş ayakkabıları çıkarıp paçaları sıvadım. Buzdan hallice suya girip ayaklarımı kuma soka soka kıyı boyunca yürüdüm biraz. Sonra ayaklarım suda kayaya oturup dinlenceye koyuldum.

Bütün yorgunluğum ayaklarımdan soğuk suya akmıştı sanki! Kayanın üstüne çıkıp ayaklarımı kuruladım. Güzergahın bundan sonraki kısmı gayet kolaydı (Ah canım benim!..). 8km'lik bir yol kalmıştı. Gölün hemen batısında yükselen aşıt son çıkışım olacaktı ondan sonra yayvan vadide, Tatos Dağları'nın eteklerinde keyifle inecektim. Sert ayakkabıları güç bela çantaya tıkıp ahı da vahı da alıp başını gitmiş yumuşak ayakkabıları geçirdim ayağıma. Çantayı da sırtlandıktan sonra küçük derenin yanından vurdum aşıta doğru. Araç yolu sağ tarafımda vadinin kuzey yamacını keserek yükseliyor, aşıtın üstünde, "Z" dönemeçlerle yükselen eski katır patikasıyla sırtta birleşiyordu. "Umarım arka taraftaki güzelim patikanın üstünden geçirmemişlerdir yolu!" diye umdum. 

Aşıtın dibine ulaşıp belli belirsiz patikayı seyretmeye koyuldum. Bir hamlede ulaştım yine aşıtın sırtına. Patikanın ulaştığı aşıtın düzü yol için tamamen traşlanmış durumdaydı. Dozer izleri hala belliydi. "Lanet olsun!" dedim içimden. Burası her geldiğimde çengel boynuzlu dağ keçileriyle karşılaştığım, yabanıllığına dokunulmamış özge bölgelerden biriydi. Ne gerek vardı bu iğrenç yola şimdi! Kimin hangi işine yarayacaktı!

Moral bozukluğu içinde yolda yürümemeye karar verdim. Ben vadinin tam ortasından yürüyecektim. Neden sonra bir an bu yaptığımın etik bir davranış olmadığını düşündüm. Doğa aktivitelerinde kuraldır, eğer belirgin bir patika varsa orada yürümek tercih edilmelidir. Bitkiler de canlıdır çünkü. Belirgin bir patika yoksa da kalabalıklar art arda değil dağınık bir şekilde yürümelidir. Sağ yanımdaki yol hal-i hazırda zarar verilerek açılmış bir yoldu. Ben o yolda yürümeyip çayırları ezmek pahasına sırf kendi zevkim için doğal alanda yürüyordum. "Neyse," dedim "Şu aşağıdaki küçük menderese ulaşana kadar vadide kalayım, zaten yolu düzlüğün ortasından geçirmişler orada yola çıkarım."

Bu şekilde kısa bir güzergah planı yapmıştım ki sol tarafımdan gür bir hırlama ve derin soluklar eşliğinde iri bir bozayının hızla üzerime geldiğini gördüm! (Burada süreci nasıl anlatmam gerektiğine karar vermekte zorlandığımı belirteyim. Önce olayı anlatacağım, nedenlerini ve sonuçlarını sonraya bırakacağım.)

Ayı kelimenin tam anlamıyla bir lokomotif gibi üzerime geliyordu. Büyük görünmek için kollarımı iki yana kaldırıp bağırdım: "HEY HEY HEEEEYYY!!!" Ama bu o koşullar için yanlış tercihti. (Gerçi bu kadar yakın mesafede doğru tercihin ne olacağını kestirmek imkansıza yakındı. Biber gazı veya silah taşıyan biri bile durumu algılayıp silahına elini atana kadar mesafe kapanırdı.) Ayının duracağı yoktu. Bir an paniğe kapılıp arkamı döndüm ve bir iki uzun adım attım ama ayı bana yetişmişti bile. Sağ kasığıma yakın bir yerden bacağımın iç kısmını ısırmış olmalıydı. Isırmaların sırasını tam olarak hatırlamadığımı söylemeliyim ama yüksek ihtimalle her şey anlatacağım sırada gerçekleşti. Hemen kendimi bıraktım, ellerimi ensemde birleştirdim, kafamı dirseklerimin arasına alıp cenin pozisyonuna geçerek sesi ve hareketi kestim. Ben yerdeyken hayvan sağ ayak bileğimin üstüne dişlerini geçirip beni kuru bir yaprakmışım gibi sağa sola savurdu. O an farkına varamadım ama bu savrulma sırasında bacaklarımın çeşitli bölgeleri yerdeki taşlara çarpıp ufak tefek yaralar almıştı. Sonrası ani bir sessizlik!... "Ne oldu? Gitti mi?" Hiç ses yoktu. İki üç saniye anca sürmüştü ayının teması. Kafamı kaldırıp baktığımda hayli aşina olduğum o manzarayı gördüm yine: En az 70 metre ileride tombul mabadını sallaya sallaya son sürat kaçıyordu hayvan! Hemen ayağa kalkıp bir metre öteye savrulan telefonumu alıp cebime koydum. Sağ bacağımda büyük bir sorun vardı. Kasığa yakın bölge sızlıyordu. Hemen kemeri açıp pantolonumu indirdim. Kasığımın üç dört parmak altında bacağımın iç kısmı aşırı derecede şişmişti ve üzerinde morluklarla birlikte kanlı bir diş izi vardı. İç kanama aklıma geldi. En büyük atar damarlardan birinin geçtiği bir bölgeydi. Dışarda herhangi bir kan akışı görünmüyordu ama içerde ne olup bittiği konusunda iyimser düşüncelerim yoktu o anda. Ayak bileğimdeki sızı kendini iyice belli edince paçamı kaldırıp kontrol ettim. Bileğimin dört parmak üstünde, dış yan tarafta iri ve derin bir delik vardı. Köpüklü kan sızıyordu! Telaşlandım! Nefes alış verişim hızlandı. Yıllar önce ilk yardım eğitimi almış, çalıştığım lisenin ilk yardım sorumluluğunu üstlenmiştim. Sakin kalmaya çalışarak öğrendiklerimi hatırladım, aceleyle belimdeki kemeri çıkardım. Hemen kasığıma gelecek şekilde bacağıma sarıp bütün gücümle sıktım. Ama kemerin plastik tokası yerinden çıktı. Tokayı cebime koyup kemeri tekrar bacağıma dolayarak düğüm yaptım. Kemerin elastik yapısı şansıma bu iş için biçilmiş kaftandı. Bu turnike kan akışını kontrol etmemi sağlayacaktı (umarım). Ayak bileğimi tekrar kontrol ettim. Atar damar kanaması değildi, toplar damardan gelen kandı. Ama vücudun en alt kısmındaki bir yaradan kan basınçla dışarı çıkacaktı, durdurmak mümkün olur muydu? Önümdeki 7 km'lik yolu düşününce kaybedeceğim kanın miktarını çok da kestiremedim, aslında kestirmek istemedim. Daha da telaşlandım. Yine nefes alış verişim hızlandı. Batonların ikisini de sağ elime alıp, olabildiğince hızlı bir şekilde topallayarak yolu kat etmeye başladım. 

- Bu açgözlülük nereye kadar devam edecek dostum?

- Ne açgözlülüğü Dersu, neden bahsediyorsun şimdi?

- Bu içindeki azim mi hırs mı, ikisinin arasındaki farkın farkında mısın?

- Ne saçmalıyorsun Dersu, sırası mı şimdi bu lafların? Defol git başımdan, defol!

O an bulanık gördüğümü fark ettim. O karmaşada gözlükler gözümden uçmuştu tabi. Bu durumu elbette önemsemedim hiç. Zira bileğimden sızan sıcak kan ayakkabıma doluyordu. Hemen durdum, onun için de bir şey yapmam gerektiği aklıma geldi. Tişörtümü çıkarıp bir iki kere kıvırdıktan sonra bileğime sarıp yapabildiğim kadar sert bir şekilde düğümledim. Bu tampon kan akışını yavaşlatacaktı (umarım). Bu önlemi de aldıktan sonra bütün gücümle yürümeye odaklanıp devam ettim. Telefonu çıkarıp ne olur ne olmaz diye çekip çekmediğine baktım. Tabii ki servis yoktu. İnmeye devam ettim. Bir an gözlerimin ne zaman kararmaya başlayacağını düşünmeye başladım. Panik içimde palazlanmaya başlıyordu. Aklıma annem ve babam geldi. Kendi hayatımın akıbeti değil de onların gömüleceği üzüntü o an beni kahretti. Telefonu çıkarıp belki çektiği bir yer olur diye düşünerek babama durumu kısaca anlatan sesli bir mesaj yolladım, umutsuzca. Ama paniğe izin vermemeliydim, bunun o an için hiçbir anlamı olmayacağı konusunda kendimi ikna edip paniği bastırdım. "Yolun kenarına yatıp, kanayan ayağımı yüksek bir kayaya koysam ve kanın durmasını beklesem mi?" diye düşündüm. Sonra aklıma kasıktaki şişlik geldi. "Ya atar damarsa?" Hayır hayır, olabildiğince hızlı bir şekilde yayla yerleşkesine ulaşmalıydım. Son bir senede çok kilo verdiğimden şimdi en az 3 beden büyük gelen pantolon düşüyordu kuru kıçımdan! Bir yandan pantolonu tutuyor, bir yandan batonlara dayanarak yürümeye çalışıyordum. Yaralarımın ağrısı gittikçe artıyordu, düzgün yürüyemiyordum, lakin yine de o koşullarda yeterince hızlı gidiyordum. Ama kan kaybı devam ederse bilincimi kaybedebilirdim. Vücudumun tepkilerine odaklandım. Şimdiye kadar ağrılar dışında bir sıkıntı yoktu: gözlerim kararmıyordu, bilincim yerindeydi, uç uzuvlarımda uyuşukluk yoktu. "Tamam bu iyi." diye düşünerek paniği daha da bastırdım ve savruk yürüyüşüme devam ettim. Bir yandan da yabanla tekrar karşılaşmamak için bağırıyordum. 

Yolun viraj yapmaya başladığı bir noktada yoldan ayrılıp kayalık araziye girerek dönemeçleri bypass ettim. Kaybedecek vaktim yoktu. Bir noktada el parmaklarımın uyuştuğunu hissettim. Durup ayak bileğimi kontrol ettim, kanama yavaşlamış hatta çorapta kurumaya başlamıştı. Bu durum daha da sakinleşmemi sağladı. Kasığımdaki kemeri gevşettim. Kan akışını bir kaç saniye rahatlatıp tekrar kıstım. Üst bacağımdaki yaraya bakmıyordum çünkü karşılaşacağım herhangi kötü manzara paniğe kapılmama sebep olabilirdi. O yara iyi ihtimalle ödem şişkinliğiydi, kötü ihtimalle iç kanamaydı. Her iki ihtimalde de durup bakmamın bir faydası olmayacaktı. 

Bağırmaya devam ederek mümkün mertebe hızlandım. Telefonu kontrol ettim, çekmiyordu. Vadinin sonunda Çiçekli Yayla'nın beton yolu ince bir şerit halinde görünmeye başladı. Hızla devam ediyordum yürümeye. Yaylayı görmek sakinleşmeme katkı yapmıştı. İmdat diye bağırdım. Ne olur ne olmaz etrafta bir çoban olabilir diye düşündüm. Ama hala vadinin baya yukarısındaydım. Arada durup kemeri gevşet-sık yaparak yola devam ettim. Bir noktada batonları iki elime aldım. Sağ bacağıma sardığım kemer pantolonu yeterince tutuyordu. Kıçım açıktaydı ama şu an onu dert edecek durumda değildim. 

Derken bir inek sürüsüyle karşılaştım. Ardından  vadinin ortasındaki derenin karşısında mavi brandalı bir çoban barınağı gördüm. Ama gariptir ki hiç ses etmedim. Bileğimdeki kan hemen hemen durmuştu. İç bacaktaki şişliği elimle yokladığımda sabit kaldığını gördüm. İlerlemeye devam ettim. Bir noktada yolun üzerinde birikmiş inek sürüsü karşıma çıktı. Çobanlar yolu ağaç çitlerle kapamışlardı. İnekler de çitin önünde bekliyordu. İneklerin arasından onları çil yavrusu gibi dağıtarak geçtim ve çiti aştım. Sol tarafta bir dizi çoban barınağı vardı. Yol üzerinde de onlarla aynı hizada bir araç duruyordu. Barınaklara doğru bağırdım:

- Bakar mısınız!!! Kimse var mı, bir bakar mısınız?

- Alooo! Buyur!?

- Abi yukarıda ayı saldırısına uğradım beni aracınla şu aşağıdaki mahalleye kadar götürebilir misin?

- Ne oldi, ne oldi?

- Ya ayı saldırdı yukarıda!

Bu arada yanıma kadar gelmişti. Miyop gözlerle seçememiştim benden genç bir çocuktu.

- Bir şey oldi mi, onemli bir şey var mi?

- Bileğim ve üst bacağımdan yaralandım. Aracım bir iki km aşağıda beni bir hamle oraya kadar bırakabilir misin?

- Araba benum değil çi?

- Öyle mi? Tamam teşekkürler, ben inerim bir şekilde. Ha, telefonun çekiyor mu?

- Burada telefon çekmez, nereye çeker bilii misen, bak ha o aşağiye, yolun uzerine.

- Evet sabah da çekiyordu oradan sağol.

- Sen oyle yavaş yavaş in aşağiye, ama ambulansi ara derum bak!

- Arayacağım sağol.

Çobandan ayrılıp soğumaya durmuş yaralarımın artan acısıyla hızımı yine olabildiğince koruyarak inmeye devam ettim. Yol yine viraj yapmaya başlayınca tekrar kayalığa dalıp virajları bypass ettim. Sürekli telefonu kontrol ederek aracımın olduğu yola girdim. Köprünün yanına geldiğimde kapısı açık bir arabanın yanında karpuz yiyen bir adam ve kadın gördüm. Kadın endişeyle bana bakıyordu:

- Ne oldi?

- Sorma abla diyerek durmadan aracıma doğru topallamaya devam ettim.

Arkamdan gelen kadına durumu anlattım. 

Aracımın bagajını açıp çantayı ve batonları hızlıca attım içeri. Telefon bir diş çekiyordu. 112'yi aradım ama düşmedi. Kadın arabanın bana ait olup olmadığını sordu.

- Evet benim.

- Kullanabilecek misin? Çayeli'ne mi geçeceksin.

- Hayır Çamlıhemşin'e geçeceğim. Kullanabilirim sanırım. Telefonunuz çekiyor mu?

- Burda çekmez telefon.

- Tamam teşekkürler.

Ben kadınla konuşurken adam karpuz yemeğe devam ediyordu. Bütün konuşmayı dinlemiş yerinden bile kıpırdamamıştı.

Aracıma binip seri bir şekilde yola koyuldum. Elim telefonda kötürüm gözlerim yolda süratle inmeye başladım. Babama gönderdiğim sesli mesajı sildim. Bir noktada telefonun çektiğini görüp yavaşladım, tekrar 112'yi aradım. Durumu anlattım ama araç sürmeye devam ettiğimden yarıda kesildi telefon. Yine gaz pedalına acıyla asılıp yolu tozutarak inmeye devam ettim. Çok geçmedi telefon tekrar çekmeye başladı. Tamamen durup tekrar aradım. Durumu tekrar anlattım. Çiçekli Yayla yolundan araçla indiğimi, ambulansı yolda karşılayacağımı, dörtlüleri yaktığımı ve aracın plakasını söyledim. Telefonu kapatıp basa bas devam ettim yola. Verçenik-Çiçekli yol ayrımına geldiğimde özel bir numaradan telefonum çaldı. Arayan jandarmaydı. Hakkımda ihbar olduğunu söyleyip durumu açıklamamı istedi. Açıkladım. Ambulansı aradığımı söyledim. Bilinç kaybı olup olmadığını sordu. Şu an hayati bir tehlike hissetmediğimi, sadece ellerimin uyuştuğunu söyledim. Kasığımdaki yaradan endişelendiğimi ifade ettim. Eğer bilinç kaybı durumu olursa aracı yol kenarında dörtlüleri yanar ve çalışır vaziyette bırakacağımı söyledim. Jandarma irtibatta kalacağını söyleyip telefonu kapattı. Dikiz aynasından suratımı kontrol ettim. Dudaklarım beyazlaşmıştı, yüzüm toz içindeydi. Aracı o dar yolların kaldırabileceği kadar süratle sürüyordum. Yer yer önüme üç dört araçlı konvoylar çıkıyordu. Selektör yapıp yol istiyor durmadan solluyordum hepsini. Bu şekilde pek çok araç solladım. Jandarma tekrar arayıp durumumu sordu ambulansın birkaç dakika içinde yetişeceğini söyledi. Sonra ambulans arayıp konumumu sordu, söyledim. 

Çat-Verçenik ayrımı ile Çat Düzü'nü de geride bırakıp köprüye kadar olan kısmı tükettim. Köprüyü geçip Palovit Şelalesi yol ayrımından önceki piknik alanında ambulansla karşılaştım. Korna çalıp selektör yaptım ve aracı dörtlüleri yanar halde bırakıp aşağı indim. Bacağımın ağrısı iyice artmıştı. Güçlükle hareket ettiriyordum. Ambulans ekibinden doktor olduğunu düşündüğüm biri sordu:

- Sana mı saldırdı ayı?

- Evet.

- Yalnız mısın? Arabayı da sen mi kullandın?

- Evet.

O şaşkınlığını ifade ederken hemşireler ambulansa nasıl geçeceğimi gösterdiler. Bacağımı güçlükle hareket ettiriyordum. Güç bela sedyeye geçtim. Hemen nabzımı ve tansiyonumu kontrol edip damar yolu açtılar. Ellerim titriyordu. Korkulacak bir şey olmadını söyleyip rahatlatmaya çalıştılar. Doktor yaralarımı sordu. Kasığımı gösterdim. Morluk artmış ve şişlik genişlemişti. Hepsi ağız birliğiyle "Orada bir şey yok, önemli değil!" dediler. Bileğime odaklandılar. Sıkıca bağladığım tişörtü güçlükle söküp doğru müdahale için tebrik ettikten sonra doktor yaranın baya derin olduğunu söyledi. Hemen pansuman yapıldı. Hemşireler nabzımın ve tansiyonumun çok iyi olduğunu söyledikten sonra ambulans yola koyuldu. Yanımda oturan hemşireyle ayılar hakkında baya konuştuk; dağlardan, yaylalardan bahsettik. Ama araç aşırı hızlı gittiğinden midem fena halde bulanmaya başladı. Kusacağımı söyleyip torba istedim. Ve kustum. Ardından iki kere daha kustum. Biraz rahatladığım sırada babam aradı:

- Neredesin oğlum?

- Neden sordun baba?

- Gelirken ekmek al diyecektim.

- Baba beni yaylada bir amca tuttu ille bu akşam misafirim olacaksın dedi, kıramadım onda kalacağım bu akşam.

- Tamam o zaman hadi görüşürüz.

- Görüşürüz yarın.

Hemşire ben hızlı bir şekilde yalan söylerken acıyarak yüzüme baktı.

- Kızar mı?

- Valla bilmiyorum? Ama kızmamalarından ziyade telaş yapmamaları için öyle dedim. Daha sonra bakarız bir çaresine.

Dördüncü kusmaya ramak kala hastaneye ulaştı ambulans.

İnip hastaneye geçtik. Ayı saldırısı olduğunu duyan sağlık çalışanları dahil herkes şaşırıyordu. Tepkileri görünce ben de gülmeye başladım. 

Polisler, bazı sağlık memurları yanıma gelip detay soruyorlardı. Anlatıyordum. Doktor gelip yaraları kontrol etti. Önce Röntgen'e aldılar. Röntgen çekildikten sonra pansuman odası gibi bir yere alıp beklettiler. Daha yetkili olduğu anlaşılan sivil bir bayan gelip yaralarımı kontrol etti. Oradakilere neler yapılacağını söyledi. Sonra bana dönüp dört saat müşahade altında kalacağımı, o bacağın (kasık tarafındaki yara) daha da şişeceğini söyledi. Kilomu sordu, bilmediğimi ama 74-75 kilo olduğumu tahmin ettiğimi söyledim. Ona göre kuduz aşısı dozlarını söyledi sağlık memuruna ve gitti. Memur önce lokal aneztezi yaptı. Ardından bileğime üç veya dört dikiş atıp pansuman yaptı. Sonra sırayla sol ve sağ kolum ile kalçama iğne yaptı. Burada işim bittikten sonra tekrar acil odasına alındım ve kolumda serum beklemeye başladım.

Sağlık memurları gelip evrak işlerini hallettiler. Kuduz aşı kartını vs verdiler. Bu arada babama mesaj atıp hastanede olduğumu önemli bir şey olmadığını pansuman yaptırdığımı söyledim. Anneme bir şey söylememesini ve iki saat sonra gelip beni almasını yazdım. Tabi bir süre sonra telefon çaldı:

- Geliyorum oğlum.

- Gelmene gerek yok, boşuna bekleyeceksin burada. Çok var çıkmama.

- Ne oldu oğlum?

- Önemli bir şey değil, pansuman yaptırdım.

- Ne oldu dedim, kaza mı yaptın?

- Ya yok, köpek ısırdı!

- Köpek mi ısırdı? Nerede?

- Dağda çoban köpeği ısırdı işte. Önemli bir şey yok.

- Tamam geliyorum.

Telefonu kapadıktan sonra bekleyişim devam etti. Leş gibiydim. 30 km'lik yürüyüşün biriktirdiği terin üstüne yerde ayı tarafından savrulurken yapışan toz da eklenmişti. Kokuyordum, utanıyordum halimden. Neden sonra iki yan sedyedeki tansiyon hastası yaşlı bir amcanın ziyaretçisi bana hitap ederek:

- Bu arkadaşun nesi var? Geçmiş olsun yeğen. Hayirdur.

- Ayı saldırdı amca.

- Nerede?

- Dağda. (Anlatmaktan sıkılmıştım)

- Hangi dağda?

- Çiçekli Yayla'yı biliyor musun?

- Evet.

- Onun doğusunda kalan vadinin yukarısında, Tatos Dağları'nın eteklerinde.

Bir an sinirlendi:

- Bu ayiler bizi yiyecek oğul, yiyip biturecekler bizi!

- Amca hayvanın bir suçu yok, hata benimdi. Aniden yanında görünce korktu, geldi üstüme. Sonra kaçtı zaten.

Amca sağ elini havaya kaldırıp işaret parmağını başıyla birlikte salladı, hal diliyle "Dur sen dur!" diyordu sanki. Bir şey eklemeden yanımdan ayrıldı.

"Ne yapacaksın? Alıp tüfeği hepsini katl mi edeceksin?" diye geçirdim içinden.

Bir süre sonra jandarma aradı. Durumumu sordu. Kaç dikiş atıldığını, olayın nasıl cereyan ettiğini, boğuşma olup olmadığını ve benim ne yaptığımı sordu. Hepsini anlattım.

Daha sonra babam geldi. Yaraları inceledikten sonra sordu:

- Köpek büyük müydü? Kangal mıydı?

Kem küm edip tebessümle yüzüne baktım:

- Baba kimseye söyleme, özellikle anneme, aramızda kalsın (Bekle kalacak aranızda). Köpek değildi, ayıydı.

Yüz ifadesinin değişim hızı baya dikkat çekiciydi. Rengi attı, hemen gözlerini sargılı bileğime çevirdi:

- Ayı mı?!

-... 

Ağır çekim bir sessizlikten sonra, kan çanağına dönmüş gözlerini bana dikip parmağını yüzüme doğru sallayarak:

- Bak bu var ya, sana bir uyarı! Senin şansın vardı, ona dua et sen! Öyle tek başına dolaşıyorsun dağlarda; bir olmaz, iki olmaz ama üçüncüde olur. Bu işler böyledir. Sen inada biner, kimseyi dinlemez, alır başını gidersin dağlara he mi? Yat, kalk, dua et oğlum; verilmiş sadakan varmış senin. Ya pençe atsaydı ya bırakmasaydı! Ne yapacaktın?

- Tamam oldu bir kere, haklısın. 

Ardından dışarı çıktı. Jandarma soyadımı tanıyıp köydeki bazı insanları aramış. Olay yayılmış. Farklı varyantları bile ortaya çıkmıştı. Elevit'te saldırmış diyordu bir versiyon, bir versiyon Verçenik'te. Köyde hemen bütün yakınlar olayı haber almışlardı. Bu hıza hayret etmemek gerçekten mümkün değildi.

Babam dışardan pide yaptırıp getirdi. Arada doktor gelip iç bacaktaki kan oturmasını (ekimoz) ve şişliği kontrol etti. Kan alıp test yaptılar. Bir yarım saat sonra da çıkabileceğim söylendi. 

Nöbetçi eczaneden gerekenleri alıp babamın aracıyla köye doğru yola koyulduk. Benim aracım jandarma tarafından bulunduğu yerden alınıp komutanlığın önüne çekilmişti. 

Anneme ne diyecektim? Artık tek başına yürümem pek mümkün gözükmüyordu? Aileme laf anlatamazdım. Bütün planlarım yerle bir olmuştu şimdi.

Eve geldiğimizde annemin köpek ısırığı yalanından da haberi yoktu. Topalladığımı görünce korkuyla ne olduğunu sordu. Köpek ısırdı dedim. Esas meseleyi zaten zamanla öğrenecekti ama o anda ayı saldırdı dememle fenalaşması bir olurdu. Annemi bir şey olmadığı noktasında yapabildiğim kadar rahatlatmaya çalıştım. Sıcak suyla havlu getirip sırtımı temizledi. Gerisini ben halledip yatağa uzandım.

Olayın haberini alan Çiçekli Yayla sakinlerinden biri bir şekilde telefonumu bulmuş, arayıp durumu sordu. Ardından Kale Köyü Muhtarı aradı vs. Ve'l hasıl-ı kelam ben millete dert anlatmamak için olayın yayılmamasını umarken neredeyse bütün Çamlıhemşin olayı duymuş olacaktı yakında.

Olanlar bunlar. Şimdi gelelim ayı neden saldırdı meselesine.

Zaten anlatırken satır aralarına dikkat edenler durumun sebebini anlamışlardır. Şoroh Aşıtı'ndan sonra araç yolundan yürümeyip çayırlıkta devam etmeye karar verdiğimde yabanla karşılaşmamak için bağırmayı kesmiştim. İyi bildiğim bir bölgeydi burası, araç yolunun varlığı da yabanıllığı engellediğinden tedbiri elden bırakıp unuttum bağırmayı, halbuki doğa sporlarında, özellikle dağcılıkta kazaların genellikle dönüş yolunda ve rehavetten kaynaklandığı malumdur, bunu hatırlamam gerekirdi. Bir kayanın gölgesinde dinlenen ayı benim geldiğimi fark etmedi. Çok yakınında, en fazla 10 metre yanında güneşte parlayan sapsarı tişörtüyle bir adam aniden belirince hayvan korkuyla üstüne gitti. Korkuyla evet, tek sebebi korkmasıydı. Ellerimi kaldırıp bağırmasaydım, kendimi hemen yere atıp cenin pozisyonuna geçseydim belki ısırmayacaktı bile. Bir iki saniye geç de olsa doğru tepkiyi verince hayvan aniden beni bırakıp son sürat kaçtı. Burada hayvanın nefret veya öfkesinden bahsetmek işbilmezlik olacaktır. Alexander von Uexküll adlı hayvan bilimcinin kavramsallaştırdığı "umwelt" kavramıyla düşünmek gerek olayı. Uexküll'e göre her canlının, ortak fiziksel dünyaya kendi algı perspektifinden baktığı ve içinde yaşamını sürdürdüğü bir öz dünyası var. Her canlıya özgü olan bu öz dünyaya umwelt deniyor. Ayının "umwelt"i içinde o saldırı kendini koruma amacından başka hiçbir anlam taşımıyordu. Hayal meyal hatırladığım irkilmesi ve hiç beklemeden ilkel içgüdülerinin itkisiyle hızla üstüme gelmesinin sebebi benden korkmasıydı. Hareketsiz kalmamla hızla kaçması bunun göstergesiydi zaten.

Benim hatam bağırmamaktı! Bir kere bağırsaydım, sadece bir kere ses çıkarsaydım karşıma bile çıkmayacaktı. Ya olduğu yerde durarak geçip gitmemi bekleyecek, ya da kaçacaktı. 

Ayrıca, yoldan yürümeliydim! Kesinlikle! Zaten yabana zarar verilerek açılmış o yol varken adımlarımı bitkilerin üzerinde atmamalıydım. Ayı elbette bana bunun için saldırmadı, bunu burada belirtmenin gereği bile yok ama ben kendi adıma, öyle olmadığını bilerek de olsa, bunu böyle yorumlayacağım. Doğanın benim arsız ve vahşi türüme karşı tepkisinin bir remziydi ayının dişleri! Orada bulunmamam gerekiyordu. Orası onun yaşam alanıydı. İnsan; dağları, ormanları, vadileri, yüksek düzlükleri her yeri kaplamış, yabana yaşam alanı bırakmamış olduğu halde yine de utanmadan gelip daracık evinde dolanıyordu hayasızca, sırf zevk için! Evet, açgözlülüktü bu! Kesinlikle açgözlülüğün bir formuydu... Dağcılık da, trekking de, bütün diğer doğa sporları da açgözlülüğün bir diğer versiyonuydu. Zavallı ayı az bile yaptı!

Başıma gelen bu olayı hayatımda elde ettiğim en büyük kazançlardan biri olarak değerlendiriyorum. Zira kişi kendi karanlığına kördür. Ayı dost karanlığıma anlık bir ışık tutmuş oldu. Gözlerim fena halde kamaşsa da zihnimde bazı şeyler berraklaştı, yerine oturdu. Henüz kelimelere dökülecek durumda değiller ama zamanla somutlaşacaklar. Doğaya dair bütün planlarım rafa kalktı şu an. Bir kere ailem bir daha yalnız yürümeme asla müsaade etmeyecektir, onların iznine tabi olmasam da endişelerini kaale almayıp ıssız dağlarda yalnız dolaşmaya devam etmem bencilliğin dik alası olur.  Onun dışında zaten kısa zamanda doğru düzgün yürüyebilecek duruma gelmem mümkün görünmüyor. Sonrasında ise doğa sporlarına dair tavrım ne olacak emin değilim. Ayıdan korktuğumdan değil, asla korkmuyorum, zira zaten bildiğim bir durumun teyit edilmesiydi bu saldırı: Doğada kendinizi belli etmeli, yabana sürpriz yapmamalısınız! Dağlarda yalnız dolaşmamalısınız. Bu kadar! Kendimi belli etmedim, hayvana sürpriz yaptım ve olması mukadder olan oldu. Benim emin olmamama sebep olan şey utanç! Evet, sefil açgözlülüğümden duyduğum utanç...

Bu yaşantı da kelimelere döküldüğü haliyle dursun bakalım burada. Bloğun devamı uzun süre gelmeyecek, belki de hiç... Zira doğada yalnız olmadıktan sonra iç gözlem yapmam ve yazmam mümkün değil. Benim için yalnız yürüyüşler bir yaşam tarzıydı; taze soluk kaynağım, anlam pınarımdı. Bakalım, akıp giden zaman ne gösterecek... Bekleyip göreceğiz...


"Yaralarım övüncümdür bu dünyadan olduğuma,

Yaşadığıma dair..."

Ahmet Erhan



07.07.2021 - Mekaleskirit










































































Şoroh Aşıtı'ndan geçen araç yolu. Yaklaşık 700 metre sonra aksiyon gerçekleşecek.

Tedaviden sonra.



Dikişten bir hafta sonra bileğimdeki yaranın durumu.

3 ay sonra...







Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..