İlticâ
Yoluna can serdiğim o kaçış…
Özdemir Asaf
•
Güneş, daldan dala sıçrayarak yürüyor
Bir neden var mı mutlu olmamam için?
Daha ne kadar yaşadım ki şunun şurasında
Adını biliyor muyum bütün çiçeklerin?
Ahmet Erhan
Bir yıla yakın bir zaman geçti
kalem oynatmaya değer son yaşantı üzerinden. Bir bardak soğuk su gibi aktı
gitti haftalar. Bu arada ben de otuz beş oldum şair gibi. Köyün, az da olsa
yaban bir ortam sunabilen orman yollarında, çay tarlalarının arasında yürüdüm,
mütevazı; bisiklet sürdüm arada. Onun dışında kitaplar ve yitip gitmiş bir eski
zaman şairiyle ilgilendim. Tutunamamış bir şairdi (tutunabilen şair olur muydu
sanki?), türlü eziyetlerle boğuşarak, gelecek güzel günlerin günbegün solan hayaliyle
geçen ömrünün âhirinde “mecnûn” yaftasını da asmışlardı boynuna, yitip gitmişti
sonra. Öyle bir şairin kubbeye saldığı cılız sedayı biraz olsun duyurabilmek
adına okudum şiirlerini ve âcizâne yazdım. Böyle geçti bir yıl. Yüksek dağlara
hiç gitmedim.
Bir öğretmen arkadaşımın
isteğinin de desteğiyle iki gün önce Mezovit’e gidip bu yıl için ilk kez Kaçkar’a
bir selam vermiştim. Dağların en güzel zamanıydı zira. Haziran’ın sihirli eli
değmişti tabiata. Körpe komar çiçekleri, beyaz, pembe ve mor, bürümüş mahfili.
Mor bulanık dağlar erimeye durmuş kış artığı karlarla alaca…. Hava netameliydi,
kuru duman dalga dalga yükselip alçalıyordu; güneş nazlı, bir görünüp bir gizleniyordu.
Benden bir hayli büyük abimle yavaş yavaş adımladık kadim patikayı. Rüzgârla
bir karar salınan envai çeşit çiçek gözlerimizi, burnumuzu ve ruhumuzu
okşuyordu. Kalender şakalaşmalar, iyi müzik ve yaban hayatın seyriyle geçen
kısa bir dinlenceydi. Lakin bana yetmedi! Terlemeli, soluk soluğa kalmalı, bir
puğarın buz gibi suyunda serinlemeli, yorgun sırtımı nemli dağ çayırlarıyla
dinlendirmeli, en önemlisi yalnız olmalıydım. Yabana ilticâ etmeliydim.
Bunun için bir gün aradan sonra
bugün, pazar günü, yıllardır aklımda olan bir güzergâhı pedallamak istedim.
Çinçiva’dan başlayıp Sal ve Pokut’tan geçecek ve o muhteşem patika üzerinden
Ğazindag’a inip Palovit yoluyla geri dönecektim. Ğazindag-Pokut arasını yıllar
önce birkaç kez adımlamışlığım vardı. Ama bisiklet ile ilk olacaktı. 11.00 gibi
yola düştüm…
11.40 civarında Pokut yoluna girmiştim.
Dört yüz metrelerden iki binlere hemen hemen sürekli yüksek eğimle ilerleyen bu
yol sezondan dolayı bir hayli işlek olacaktı. Bu durum çok can sıkıcı olsa da en
azından ani bir yabani karşılaşmayı engelleyecekti. Tabi bu karşılaşmalara ayı,
domuz gibi canlıların yanında sevimli karacalar da dâhildi. Lakin Pokut’tan
sonrası arzuladığım inzivayı sunacaktı bana yaban.
Yolu yavaş yavaş tırmanırken
güneş biraz sertleşti lakin yol kenarındaki devasa ağaçların serin gölgelerine
sığınarak ilerlediğimden çok rahatsız olmuyordum. İnen çıkan arabalara dikkat
ederek ilk çeşmeye ulaştım ve burada biraz sulandım. Keskin dönemeçleri
istikrarlı bir şekilde geride bırakarak ilermeye devam ettim.
Tekdüze bir ritimle hemen hiç
mola vermeden yolu bir hayli tırmandım. Sevi sevda peşinde kuşların cıvıltıları
civarı dolduruyordu. Yoğunlaşan duman havayı serinletmiş, araçların
seyrekleşmesiyle ortam dinginleşmişti. Artık bulutun içindeydim. Islık çalıp
seslenerek yabanı haberdar etmeye başladım. Gidonun arkasındaki minik bisiklet
çantasında duran telefondan yumuşak gitar melodilerini dinlemeye başladım.
Üzerimdeki kıyafetler terle ıslanıp ağırlaşmış, kuru bir yerim kalmamıştı. Sal
Yaylası yakınlarındaki ilk düzlükte, yolun sağ tarafında bir çeşme vardı.
Oradan su tedarikimi tamamlar yola devam ederim diye düşündüm. Yaylaya
yaklaşırken eğim gittikçe artmış, soluklarım derinleşmeye, terdeki tuzla yanan
gözlerimin buğusuna gözlükte biriken su zerreleri de eklenince görüşüm
zorlaşmaya başlamıştı. Keskin bir dönemeçte durup biraz soluklandım. Mataramın
dibinde kalan birkaç damlayı da içtim.
Son bir gayretle bu dik kısmı da
aşıp düzlüğe ulaştım. Burada manzara tamamen farklıydı artık. Duman aşağıda
kalmış, kıpırtısız beyaz bir denize dönüşmüştü. Yeryüzüne gerilmiş ak bir
çarşaftı. Güneşin sert sıcaklığı alnımda, kulaklarımda ve saçları seyrekleşen
başımın üst kısmında kendini belli ediyordu. Terimi kurulamak için gidona
bağladığım bandanayı çözüp alnımı ve kulaklarımı kapatacak şekilde başıma geçirdim
ve çeşmenin olduğu yere ulaştım. Lakin su deposu yerinde olsa da çeşme yoktu.
Suyu yaylaya saklamışlardı anlaşılan. Bundan sonraki ilk puğar Ğazindag yolu
inişinin bittiği noktadaydı. Oraya kadar dayanmak elbette mümkündü.
Ufkun yumuşak maviliğiyle keskin
bir hat oluşturan düz bulut çizgisini ve ormanın üzerinde denizden kopup
dağılan bulut parçacıklarının dansını izleyerek son yokuşu da tükettim ve artık
ilk inişin başlayacağı, yolun ormana dalacağı yere kadar düz devam eden güzergâhta
yavaş yavaş sürdüm. Yolun vadiye doğru dirsek yaptığı bir noktasında kalabalık
bir aile şemsiyelerini kurmuş manzaranın tadını çıkarıyordu. Bu noktadan sonra
ise Altıparmak, Hızarkapı ve Kemerli Kaçkar bütün heybetleriyle ufkumu
kapladılar. Kuzeyde alabildiğine düz, sakin bir çizgi; güneyde ise -tabiri
caizse- romantik bir coşkuyla arzdan fırlayıp ufku parmparça eden kara duvarlar…
Dağların kuytu oluklarında güneşten saklanan Haziran timsali buz kulvarları
uzaktan muhteşem bir seyir vaad ediyordu şimdi. Vadiyi dolduran duman, dolgun
ormanlar, çıplak alpin çayırlar ve kaya, alabildiğine kaya!
Burada coğrafya irtifa ile katman
katman değişir. Yüz metre aşağıda ormanın duman içinde sunacağı mistik
görsellik şimdi yavaş yavaş puslanıp silinen manzarayı hiç aratmayacaktı.
Eğnedap Düzü’nden sonra artık iniş kesin olarak başlamış ve ormanın puslu
koynuna girmiştim. Yavaşladım, tetik kesildim. Islık çaldım, türkü söyledim. On
bin yıllık derin bir düşünceye dalmıştı sanki yaban, onu rahatsız etmek
pahasına bencilce kendimi belli ettim. Binlerce yıl önce, meçhul bir vakitte
doğanın bir parçası olmayı reddedip ona yabancılaşmış bir canlı türünün temsilcisi
olarak istenen bir misafir değildim sanırım. Geçip gideceğimin, onların
huzurundan biraz nasiplenip uzaklaşacağımın teminatıydı yaptığım gürültü. Yol
kenarından sarkan gümrah bitkiler ve kalınlaşıp çatlamış kabuklarıyla kendinden
emin duran kadim ağaçların arasına sıkışıp kalmış eğreti bir yol burası. Yolun
bölüp birbirinden uzaklaştıramadığı ağaçların arasında uçuşan alakargaların cırlamaları
çınlıyor etrafta. Bir orman ağaçkakanının tak takları ve tekdüze tiz çığlığı
puslu derinliklerden çoğalarak yükseliyor. Ben de ıslık çalıyorum dönmek üzere
olduğum her dönemeçte. Yaban gittikçe yoğunlaşıyor, her tarafımı kaplıyor. Kesif
duman, ormanın canlı cansız her birimini, en ince boşluklara kadar dolup
yekpare bir varlığa dönüştürüyor. Beni de sarıyor ve kendimi bu bütüncül gövde
ile bir olmuş gibi hissediyorum şimdi.
Yolun sağ tarafından duman içre
ormanda bir biri ardına silikleşen gri gürgen gövdelerini ve yaprakların taze
yeşilliklerini seyrediyorum. Bir noktada sol tarafdan devrilip yolu kapatmış en
az üç yüz yıllık ihtiyar bir ladinle karşılaşıyorum. Daha önceki yürüyüşlerimde
yoktu. Araçların işlemesi mümkün değil buradan. Bisikletle geçmeye engel
olmadığından ağaç gövdesinin yola yaklaştığı sağ tarafdan aşıyorum doğal
engeli. Bulut denizinin derinliklerine daldıkça pus daha da kesifleşiyor,
sessizlik yoğunlaşıyor. İnişin hızlandığı, zeminin yavaş yavaş düzeldiği bir
noktada puğarla karşılaşıyorum. Susuzluğum yukarıdaki kadar yoğun olmasa da
biraz içip mataramı dolduruyorum. Bundan sonra Ğazindag’a kadar yüz elli
metrelik bir tırmanış söz konusu.
Tırmanış kısa sürecek lakin yol
oldukça dik ve zemin berbat: gevşek taşlar, derin çukurlar bisiklet ile çıkmayı
çok zahmetli hale getiriyor. Yine de devam etmeye çalışıyorum ve sol bacağımın
kalçanın altındaki kısmına berbat bir kramp giriyor. Güç bela bisikletten inip
bacağımı geriyorum bu sefer ön kısma aynı kramp saplanıyor. Birkaç saniyelik
debelenmenin ardından bisikleti ellerimle ittirerek dikliği tırmanmaya
başlıyorum.
Yolun en kötü durumdaki kısmı
geride kaldıktan sonra tekrar bisiklete geçip hafif hafif pedallasam da kramp
tekrar giriyor ve inip bir süre daha yürüyorum. Pus seyrelmeye başlıyor. Güneşin
dumanla süzülüp halimleşen ışığı gürgenlerin teze yeşil yapraklarında hoş bir
parıltı bırakıyor. Tarifi zor, tatlı bir kontrast oluşuyor ortamda. Gün ışığı
tepemdeki ağaçların arasından keskin hatlarla geçip yolumun üzerinde sıra sıra
perdeleniyor. İrili ufaklı uçuşan envai çeşit böcek bu ince ışık perdelerinden
geçerken ani bir kıvılcımla parıldayıp kayboluyor.
Eğim gittikçe azalıyor artık ve
krampa sebep olabilecek sert hareketlerden kaçınarak bisikletle devam ediyorum.
Yükseldikçe bulut denizinin yüzeyine yaklaşıyorum zira güneş ışığının sarı
sıcak rengi boyuyor her yeri şimdi. Yaylaya yaklaştığım noktada yüzeye
çıkıyorum. Güneş başımda yine, ormanın görüşe izin verdiği bir noktada, vadinin
arkasında yükselen tepeleri görüyorum. Biraz daha sürüyorum ve Ğazindag’dayım.
Ses seda yok. Yeni yapılmış
bungalovların önünde park etmiş bir araç var. Palovit’e inen yola sapıp biraz
indikten sonra kısa bir mola veriyorum. Üzerimde eşya adına ne varsa
sırılsıklam. İniş hızlı ve serin olacağından çantamdaki yedek kıyafetleri
giymem gerekiyor. Sırtımdan çantaya geçen ter kıyafetleri biraz nemlendirse de
çok sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Önce içlik, üstüne çabuk kuruyabilen bir
tişört geçiriyorum ve oyalanmadan salıyorum kendimi yoldan aşağı.
Yol bir hayli geniş, kumlu ve su
oluklarıyla kaplı. Çok sarsıntılı bir iniş olmuyor. Tekerleklere paralel olan
oluklarda kayıp düşmekten imtina ederek olabildiğince hızlı bir şekilde
iniyorum. Biraz önce çıktığım yaban yolundan çok daha açık ve güvenli
hissettirse de burada da yabanı haberdar etmeyi ihmal etmiyorum. Birkaç keskin
dönemeçten sonra Palovit yolundayım artık. Uzun bir iniş var önümde. Yoldan
geçen bir aracın durdurup Palovit’e kalan mesafeyi sorması dışında hızımı
kesmeden iniyorum. Aynı okulda çalıştığım bir öğretmen arkadaşımın peteklerini
koyduğu yere geldiğimde duruyorum. Arkadaşımın aracı yol kenarında. İsmini
seslenip ıslık çalıyorum ve bir on dakikalığına çay sohbeti yapıyoruz. Müsaade
isteyip yolun keyfine geri dönüyorum. Şelaleyi, köprüyü ve Zilkale’yi yoğun
trafiğe rağmen olabildiğince süratli bir şekilde geçip sabah başladığım noktaya
ulaşıyorum. Dizlerimde hafif bir sızı, boynumda biraz yanma var. Bu bedensel
yorgunluğun yanında duygusal olarak tüy gibi hafif ve huzurlu hissediyorum. Sabah
yolculuğa başlayan kişi ben değildim sanki. Her şey olağan akışında, zihnim
alabildiğine berrak. Acele etmeden bisikleti aracın tavanına sabitleyip yavaş
yavaş köye doğru gidiyorum. Dünden daha zenginim artık, hissiyatı asla
kaybolmayacak bir yaşantı daha ekleniyor anılarıma.
25.06.2024 •
Mekaleskirit/Çamlıhemşin
" Yabana İltica etmeliydim"
YanıtlaSilTabiatta olma isteğinin, etkili bir tanımı.Bisiklet ile sürdüğünuz Parkuru , Ağustosun ilk haftası Pokut'ta 4 gün kalışım da yürüyerek tamamladım.Anlatımınız ile,bir kez daha fark yarattığınız detaylar ile yeniden yürüdüm.Eğnedap Düzüne kadar anlayabiliyorum Bisiklet sürüşünüz , keyifli olmuştur.Orman içinden Bisiklet sürüşünuz için sizi kutluyorum.ve de teşekkür ediyorum.Dağ Günlükleri yazılarınızı özlemişim.Bu yazınızı da mesajınız ile öğrendim.Uzun bir sessizliğiniz olmuştu.Merak etmedim diyemem.Teşekkürler, yazınız hissettirdikleri için.
Ben teşekkür ederim :) Eksik olmayın.
SilHocam emeğinize sağlık,kaleminiz ve dünyaya baktığınız pencere müthiş. İstanbulda görev yapan bir meslektaşınız olarak imrenerek okudum.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim hocam, onur duydum.
Sil