İlk Göz Ağrısıyla Halvet...


Tüm o yalnızlık bana canlı ve tanıdık, insanlık dolu geliyordu.

Sanki kayaların bile geveze, kardeşçe, sempatiyle dolu bir halleri vardı.

John Muir



İşte bugünün geri kalanında kendimin efendisiyim!

Jean-Jacques Rousseau




Muteber Kaçkar’ımızla hoşbeşten sonra bir dizi münzevi tırmanış gerçekleştirmek arzusundaydım. Silsilenin nispeten basit doruklarından Kemerli Kaçkar akabinde Altıparmak için fırsat kollamaya başladım. 11 Ağustos Pazartesi için bütün kaynaklar havanın cana yakın olacağı öngörüsünde birleşiyorlardı. Kemerli Kaçkar için “Pazartesi akşam yemeğine yakın gölün yanında kamp atarım ertesi sabah aheste aheste tırmanırım.” diye düşünüyordum. Beklenen günün sabahı erdikte penceremden baktım Gito Dağı’na: Parça pamuk bulutlara eşlik eden hafif bir rüzgâr söz konusuydu: “Harika!”. Büyük bir hevesle hazırlamaya başladım çantamı. Akşam sarımsaklı domates soslu spagetti, hazır barbunya pilaki, ezogelin çorba ve cila niyetine patlamış mısır olacaktı: “Enfes!”. Çantayı tamam edip kahvaltıyı hazırlamaya koyuldum. Slow food takıntılı bir manyak olduğumdan on dakikada hiç edeceğim kahvaltıyı hazırlamam en az bir saat sürüyordu. Titiz bir şekilde kahvaltıyı kotarırken arada ocak başından ayrılıp göğü kontrol ediyordum: 

    —  Rüzgâr sertleşti sanki, bulutlar da baya yoğunlaştı! 

    —  Acık buluttan zarar gelmez, hallederiz.

20 dakika sonra tekrar yoklama: 

    —  Baya esiyor yalnız! Bulutlar karardı, Gito görünmüyor! 

     Yarın iyi olacaktır, sıkıntılı bir durum değil.” 

20 dakika sonra tekrar: 

    — Daha da arttı! Bahçedeki mısırlar neredeyse yatacak. Kabahor Yaylası’nın kamerasına bak: Yuh! Sis her taraf! Kabul et Bayram, başından beri biliyordun ki bu hava o hava değil. Faaliyet kaput! Yap kahvaltını, ser mabadını. 

Zorlamanın bir anlamı yoktu, biraz da keyif amaçlı yapacağım bir etkinlikti. Sert esen rüzgâr, çise yahut yağmur ve sis içinde orada gece geçirmek istemiyordum zira anlamı yoktu. Ne istediğim gibi açık havada yemek pişirebilecek ne de yüzebilecektim aksine çadırda pineklemek durumunda kalacaktım. Hava durumu konusunda beklentim müspet olmasa da ertesi sabah erkenden çıkıp günübirlik tırmanmayı düşünmeye başladım. Lakin sabah gökyüzü dünkünden daha netameli görünüyordu. Kalın ve kara bir bulut tabakası, yine nispeten güçlü esen rüzgar söz konusuydu. Tamamen vazgeçtim. Bu etkinlik tamam olsaydı sonrasında, yani çarşamba günü, Apo’nun taze ekmek teknesini görmeye Akçaabat’a gidecektim. Ziyareti bir gün erkene çekip çekemeyeceğimizi Apo’ya sordum lakin önceden Çarşamba dediğim için müsait değildi. Bir gün daha evde kitap ve gitar ile vakit geçirip ertesi gün gittim Apo’ya. İki gün güzel vakit geçirdik. Buzağılarının ikisine isim verdim: “Kirve ve Kaptan”. Apo hayvanlarla uğraşırken ben de onlara biberonla süt içirdim. Geceleri Apo’nun fındık tarlasının ortasında elleriyle inşa ettiği münzevi konağında vakit geçirdik. Alengirli konulara daldık, atıp tuttuk. Film izledik. Arada Sırt dedikleri yüksek bölgeye gidip kayalarda antrenman yaptık. İki gün çabucak geçti ve döndüm.

Hala Kemerli Kaçkar’ı düşünüyordum. İlk dağcılık tecrübemi yıllar önce bu dağda yaşamıştım. Kot pantolon, Adidas Terrex uzun bilekli spor ayakkabı, bisiklet kaskı, pamuklu kıyafetler, ter tutan iç çamaşırları vs. ile donanmış bir şekilde sis içinde tırmanmıştık. Hiçbir şey görememiş sadece efor sarf etmiştim ama yine de zirve coşkusunu bütün hücrelerimle yaşamıştım. Dönüşte o berbat çarşakta sağ ayakkabının topuğu olduğu gibi kesilip kopunca uygun ekipmanların ne kadar önemli olduğunu acı bir tecrübeyle öğrenmiştim. Henüz birkaç aylık janjanlı Adidas'ları Kemerli Kaçkar'a kurban vermiştim, canım baya yanmıştı. Onun ardından Kemerli Kaçkar'a bir daha gitme fırsatı olmadı, aslında o fırsatı yaratmadım desem daha doğru. Tırmanılacak başka dağlar vardı zira. Yıllar içinde o dağlara bir bir tırmandım. Bugün ise dağcılık eşiğimi tekrar yoklamak, açık havada manzarasına aşina olmak, dağda yalnız olmanın maneviyatını ve -çelişkili görünse de- tekinsizliğini derinden duyumsamak arzusundaydım.

Kamptan vazgeçtim, Avusor Yaylası’ndan başlayan günübirlik bir aksiyon planladım. Akşamdan nevaleyi ve çantayı hazırlayıp, hayatımızın miladı olan 99 Depremi’nin 26. yılının sabahında 04.40’ta yola çıktım. Şantiyeye evrilmiş Ayder yolunu hızlıca tüketip Avusor yoluna girdim. Bu yaylanın berbat güzergahı da artık Huser yol ayrımına kadar beton olmuştu. Evet hızlı ve kolay ulaşım mümkündü lakin bu herkes için geçerliydi. Kıymet bilmez maymun iştahlı tur tayfası da artık zahmetsizce dağlara ulaşabilecekti. Bu gerçeğin kuvvetle muhtemel hazin sonuçlarına takılarak ruhumu daraltmadan betonun bittiği noktaya ulaştım. Karşımda tanıdık kaya duvarları... Kemerli’nin başı taze günle yanıyordu.

Aracı mutada uygun halde her zamanki konumda bıraktım. Saat 05.46’ydı. Ağır botlarımı giyip seri bir şekilde hazırlandım ve vurdum göl patikasına. Derenin karşısına geçip çayırı adımlamaya başladığımda Sivaslılar afkurmaya başladı. Ses arkamdan ve bir hayli uzaktan geliyor lakin koro üyeleri birbirini kışkırtıyor senfoni genişliyordu. Yanıma gelmeye kalkmayacaklardı, sadece uyarıyorlardı. Bölgelerinde değildim. Kısa süre sonra sesler kesildi. İlk seti tırmanmaya devam ettim ve patikanın başına ulaştım.

Serin sabahın sessizliğini titreten tekdüze adımlarımın hışırtılarıyla munis patikayı yürüdüm. Bir hamlede gölün düzlüğüne ulaşmıştım. Gözlerim kamp bölgesinde olması muhtemel çadırları aradı, yoktu. Lakin üç noktada mata yahut çadır altı brandaya benzer kırmızı nesneler vardı. İnişte hemen yola koyulmak üzere kampı toplayıp tırmanışa geçmiş dağcılar olabilirdi. Çadır brandalarını da kuruması için öylece sermişlerdi belki. Ya da çöptü o görünenler, ulaşılması kolay bir bölge olduğundan burası en çok kirlenen yerlerden biriydi. Tekrar güzergaha odaklandım. Civarda çıt yoktu. Biraz isteksizce, derinden gelen bir sesle bağırdım: Dağlaaaar! Yabanı rahatsız etmek pahasına kendimden haber vermem şarttı. Bölge çok uğrak olduğundan ihtimal dışı bir durum olsa da ani bir karşılaşma yaşamak istemiyordum. Gölün batısından başlayıp, gölü besleyen suyun açtığı dik oluk boyunca yükselen çarşak patikasına ulaştığımda saat 06.26’yı gösteriyordu.

Oluğun dikini bir miktar tırmanıp burayı her ziyaretimde oturduğum kaya setinde mola verdim yine. Akşamdan hazırladığım zeytin ezmeli ve acukalı yulaf dürümlerini kahve ile öğüttüm. Kayanın yanındaki minik şelalenin ince suyundan tedarik edip sırtlandım. Kararlı bir tempoyla diki tüketip çanağa ulaştım. Etkileyici kaya duvarları ve şahin bakışlı kulelerle çevrelenen bu bölgenin muhteşem bir atmosferi vardır. Psikolojik olarak Kemerli tırmanışının başladığı nokta burasıdır kanımca. Oluktan sonra eğimin azalmaya başladığı çarşak noktasında güneybatı doğrultusuyla yükseliş devam eder. Ben de tırmanışın ruh haline iyice bürünüp içten içe mız mızlanarak kaskı taktım, başımı ağrıtıyordu zira. Çarşakta tırmanırken bir hayli dikkatliydim. Tek başımaydım, ufak bir burkulma bile canımı fena halde sıkardı. Bunu aklımdan asla çıkarmayarak temkinli hareketlerle zirve altı çanak bölgeye ulaştım.

Gün ışığı henüz dorukları aşamadığından hava hala bir hayli soğuktu. Parmaklarım ağırlaşmıştı. Su içmek için pet şişenin kapağını açmak bile müşkül geliyordu. Bütün hücrelerimle gün ışığını arzuluyordum lakin doruklar henüz müsaade etmiyordu.

İzleyeceğim rotayı kabaca belirleyerek eğimi artan güzergahta gittikçe oynaklaşan çarşağı tüketmeye başladım. Hiç istemesem de arada durup birkaç yudum da olsa su içiyordum. Aksi halde baş ağrısı çekmek mukadderdi benim için. Yine mide bulantısını önlemek için ihtiyacım olmasa da belli periyotlarla kısa duruşlar yapıp derin nefesler almaya çalışıyordum. Bu şekilde mola denebilecek dinlencelere başvurmadan stabil bir tempoyla tırmanmaya devam ettim. Bir noktada güneşin sıcaklığı bütün bedenimi sarmaya başladı. Güneş gözlüklerini taktım. Baş ağrısından çekindiğim için kaskı çıkarıp yeni edindiğim fötr şapkayı kafama geçirdim. Yükseldikçe çarşağın yoğunluğu azalıyor ve masif kaya setleri alana hâkim oluyordu. Bu setler dağa uzaktan bakıldığında zirveye yakın görünen bir hattı şekillendirir. Kemerli’nin ismi de bu hattan mülhemdir, ona 'Kuşaklı" da denir. O granit kuşağın içindeydim şimdi. Zirveye çok az kalmıştı. Yine akışkan çarşakla kaplı oluklardan büyük bir dikkatle geçip yükseldim ve aniden federasyon tabelası ile bayrağın kırmızısını kuzey çaprazımda gördüm. İlk çıkışımda sis içinde birden karşıma çıkan bayrak direğini görünce bir anlık şaşkınlıktan sonra zirvede olduğumu anlamıştım. O zaman direk en üst noktadaydı. Rüzgârdan etkilenmemesi için olsa gerek yeri değiştirilmişti şimdi. Yanına gidip oturdum. Saat 08.30’du. Hızlı gelmek gibi bir amacım yoktu, tamamen doğal tempom ile hareket etmiştim. Beklediğimden çok daha kısa sürmüştü. Bayrağın yanında bir iki kayıt alıp yulaf kreplerinin tatlı olanlarını termosta kalan son kahve damlalarıyla birlikte tükettim. Zirve defterini imzaladım:

“Bir gün nasîb olur bize de sâhil-i necât

Nevres eğer müsâ'ade eylerse rûzgâr” *

05.46 – Avusor Çıkış

08.30 Zirve (Solo)

Bayram KUS

“Dağlarda Aylak”

 

Dağın en yüksek noktasına oturup civar manzarayı biraz seyrettikten sonra inişe başladım. Geldiğim doğrultudan çok sapmadan inmeye koyuldum. Bir oluktan yan geçiş yaparken dokunduğum nispeten büyük bir kayanın yerinden oynamasıyla 5-6 saniyelik çarşak akımını başlatmış oldum. Su gibi akan kayaları hayretle izledim bir süre. Gerçekten çok tehlikeli bir duruma şahit olmuştum. Basit olduğu söylenen, küçümsenen bir dağda bile ciddi kaza riski hatta ölüm hiç uzak değildir. Küçük bir tökezleme, bir anlık dikkatsizlik felaketle sonuçlanabilir. İniş daha risklidir, bu bilinçle inmeye devam ettim. Çanağın dibindeki sert kara yaklaştığım bir noktada sağ ayağımın altındaki taş fırlayınca dengemi kaybettim. Kalçamı keskin kayalara vurmamak için ellerimle yerden destek aldım, sol baş parmağımın avuçla birleştiği yerden ve sağ elimin bileğe yakın dış kısmından önemsiz iki sıyrık alarak düşüşü atlattım. Tam olarak geldiğim güzergâh ile göle kadar inen dik oluğa ulaştım. Güneş sertleşmeye namzetti şimdi. Göl ziyaretinin başladığını gösteren silah sesleri duydum. Aşağı baktığımda göl kıyısında bir grubu seçebildim. Süratli sayılabilecek bir şekilde oluğun dikini tüketip oyalanmadan geçtim göl bölgesinden. Sonrası yine patika ve şenlenen yaylada araca varış, saat: 10.47'ydi.

Asla zorlamadan, doğal tempomla, dağ ile baş başa harika bir tırmanış yapmış oldum yıllar sonra lakin çok daha farklı koşullarda: Ayağımda kaliteli sert dağ ayakkabıları, kafamda dağcı kaskı, ellerimde ahı gitmiş vahı kalmış batonlar, su tutmaz özel kıyafetler, sırtımdaki çantada ihtiyaten teknik ceket, kaz tüyü mont, kafa lambası, temel ilk yardım malzemeleri, yedek yiyecekler ve yılların adım adım, soluk soluk inşa edilmiş tecrübesi ile. Sportif açıdan kayda değer yaşantılar vaat eden bir doruk değildi benim için lakin ilk göz ağrısıyla baş başa tekrar buluşmanın değeri paha biçilemezdi... Sağ ve salim inişlerle nihayete eren nice güzel tırmanışlara.

 

18.08.2025 – Mekaleskirit/Çamlıhemşin

Bu beyit 19. yüzyıl Osmanlı şairlerinden Osman Nevres'e ait. Köle olarak dünyaya gelmiş, hayatı boyunca gurbet ve boşluk hissiyatıyla boğuşmuş "tutunamamış" bir kişilik... Beyitte de özlü bir şekilde dile getirilen bu hayat gailesinden kurtulma arzusu... Pek ümidi yok, kurtuluşun kendi elinde olduğuna inanmıyor ama "Belki" diyor, "belki bize de nasib olur..." Üstü kapalı olarak hayatı dalgaları hiç durmayan bir okyanusa kendisini de o dalgaların insafına kalmış bir sandala teşbih ediyor. Çevirirsek şöyle oluyor anlam:

"Ey Nevres, rüzgar insaflı davranır da müsaade ederse kurtuluş sahiline vâsıl olmak belki bir gün bize de nasib olur." 

"Rûzgâr" Farsça bir kelime, zaman anlamına da geliyor. Beyitte "hayat" anlamını da haizdir. Herkes kendi meşrebince beyti yorumlayabilir efendim... Sanat böyle bir şey işte... Selâmetle...





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rakka Rakka Koçdüzü

İlticâ

Jübile yâhut Bir Özge Temâşâ