İki Bacak, Bolca Soluk; Sekiz Saat, Dokuz Doruk

 

“Bir şey anlatmayı mı vaat ettim ben? Hayır, böyle bir vaatte bulunmadım, bir şey anlatmak istediğim yok zaten. Bir nişan töreni ya da bir bacağın nasıl kırıldığı anlatılabilir. Oysa benim tek istediğim o yaz gecelerinin şarkısını bir kez daha duymak. … hatırlamak istiyorum sadece onları hepten unutmamak için. O kestane ağaçlarını düşünmek istiyorum, yıllardan sonra bir kez daha, o günlerdeki şiir defterimi, her bir şeyi düşünmek istiyorum, çünkü bir daha geri gelmeyecekler.” 
Hermann Hesse

 

Yaklaşık bir buçuk aydır Cimil taraflarında dolaşıyorum. Bu bölgede havalar bozmadan gerçekleştirmek istediğim bir faaliyet vardı. Cimil-Çamlıhemşin-İspir sınırlarında yükselen birkaçı isimsiz yaklaşık on iki doruk var. Bunlardan gücüm yettiği kadarına art arda, bir gün içerisinde çıkmak istiyordum. Geçen hafta bu amaçla Çermaniman Yayla’ya kadar gitmiş oradan Kızılbel’e çıkmıştım ama havanın bozuk olacağı önceden belli olduğu için fazla beklenti içinde değildim. Nitekim hava 10’dan sonra kapandı, bütün doruklar bulutların içinde kaybolmuştu. Ben de tek bir zirve ile yarım kalmış bir faaliyet elde ve hazin bir burukluk yürekte geri dönmüştüm aheste aheste…

Ama bu haftasonu için havanın en azından parçalı bulutlu olacağı öngörüsü vardı ve bir önceki haftadan kalan heyecan bu hafta da artarak cuma gününe kadar devam etti. Bütün hafta boyunca bildiğim bütün meteoroloji sitelerinden hava durumunu sürekli kontrol ettim. Hepsi parçalı bulutlu olacağında hemfikirdi. Olacak bu iş dedim ve Cuma akşamı erzak-ekipman hazırlığımı yapıp yattım. Yattım ama uyumak her zamanki gibi pek mümkün olmadı, habire kalkıp saati kontrol etmekten vakti zorla, çeke çeke getirdim yine yamacıma. 04.30’da kalkıp 15 dakikada hazırlandım ve yola koyuldum. Bu sefer mehtabın arkadaşlığı olmadan yola devam ettim. Serdarlar mevkiinden sonra o lanet “yol” arabayla yine bitmek bilmedi ama bu sefer daha aşağıda, Salar Gölü’nin gidegeninin oluşturduğu şelalenin tam aşağısında bıraktım aracı. Ardından göle giden patikayla birleşeceğim yere doğru dik bir şekilde tırmanmaya başladım. Hedefimdeki zirveler sırasıyla şu şekilde olacaktı: 

1. Hemşin Tepe (3300m) 

2. Kızılbel Tepe (3425m) 

3. Salır Tepe (3357m) 

4. İsimsiz tepe (3209m) (sonradan “Patarama” ismini taktım) 

5. Çimenliliman Tepe (3256m) 

6. Çermaniman Tepe (3245m) 

7. Ayılıbayır Tepe (3210m) 

8. Kolkanlı Tepe (3340m) 

9. İsimsiz tepe (sonradan “Korhuni Tepe” ismini taktım) (3290)

10. Bibloz Tepe (3470m) 

11. Sapronovit Tepe (3300m)

Rotanın üzerinden geçtiği doruklar sırayla bu şekildeydi. Tabi harita üzerinde ve Çermaniman civarında yaptığım gözlemlerden hareketle bir gün içinde bu zirveleri tamamlayabileceğimi düşünmüştüm. 

Salar Gölü’ne ulaştıktan sonra kuzeybatı yönünde yükselerek Hemşin Tepe’yi görüş alanıma soktum. Geçen hafta geldiğimde Kızılbel’e fazla yaklaşmış ve Hemşin Tepe’nin irtifasını geçmiştim. Böyle olunca da o zamanki plandan Hemşin Tepe’yi çıkarmıştım. Bulutlar yaklaşıyordu ve tekrar in çık yapmak istemiyordum. Ama bu hafta Kızılbel’e yaklaşmadan Hemşin Tepe’yi hedefe alıp stabil bir şekilde yükselerek zirveye ulaştım.

Bu zirveye üçüncü çıkışımdı. Kahvaltı yapmak için oturdum; zeytin, tel peynir, ekmek ve elma suyu ile midemi hoş ettikten sonra Kızılbel’e yöneldim ama önce aradaki aşıta doğru iniş yapmak gerekiyordu, sonra tekrar tırmanış başlayacaktı. Aşıta indim, aşağıda Karagöller, etraftaki dört zirvenin soğuk gölgesi altında kıpırtısız uyuyordu. Derken bir ses duydum, kartal sesi miydi? Etrafı kolaçan ettim ama göremedim. Kızılbel’e doğru ilerlemeye devam ederken aynı ses yine kulağıma çarptı. Dur bir dakika! Ben tanıyorum bu sesi, çengel boynuzlu dağ keçilerinin uyarı sesi bu. Aha işte oradalar. Bu sefer ben onları göremeden onlar beni fark ettiler. Kızılbel’in zirvesine yakın bir konumdan arka tarafa geçiyorlar. Bu sefer keçiler yüzünden faaliyetimi bırakmaya niyetim yoktu ama tam rotamın üzerinde olduklarından onlarla biraz oyalanmak da sorun olmayacaktı. Hepsi gözden yitmeden önce biraz video almayı başardım ve gözden kaybolduklarında hızlı ama olabildiğince sessiz bir şekilde tırmanmaya devam ettim. Zirveye ulaştığımda Buzlu Göller vadisine inmişlerdi bile. Yine biraz video ve fotoğraf alıp Kızılbel’den inmeye koyuldum. Kızılbel rotadaki ikinci zirveydi. Sırada tam karşıda vahşi bir şekilde yükselen Salır Tepe duruyordu. Zirveye bana bakan batı yüzünden çıkmanın imkanı yoktu, ancak doğru ekipman ve partnerle mümkün buradan tırmanmak ama bende kask bile yok! Arkadan dolaşıp doğu yüzünden tırmanmam gerekecek. 

Kızılbel ile Salır’ın arasındaki aşıta indim ve Salır Aşıtı’na doğru yan yan yürümeye başladım. Tam o anda susadığımı hissettim ama bidonuma su doldurmayı unutmuştum. Aslında unutma yolda olmuştu. Yol üzerinde suyu çok güzel olan bir çeşmeden doldururdum hep bidonumu, bu sefer unutmuştum. Çermaniman’dan Salır Gölü’ne giden patika üzerinde de güzel bir puğar vardı. Ama ben patikanın o kısmından sonra patikaya bağlandığım için puğar geride kalmıştı. Ben de geri dönerek doldurmaya üşenip gölden doldururum diye düşünmüş ama göle geldiğimde bunu yapmayı da unuttuğumdan şimdi susuz kalmıştım. Aşağıda, çarşak bölgenin arasında çimenlik bir alan görünüyordu. Su olabilir umuduyla oraya inmeyi göze aldım ama maalesef su yoktu. Kahvaltı için yanımda getirdiğim elma suyunu diktim su niyetine ve ağzımda hoş olmayan yoğun bir tatla aşıta doğru tekrar tırmanmaya koyuldum.

Aşıta geldikten sonra Salır Tepe’nin doğu yüzüne doğru irtifa kaybetmeden yan yan ilerlemeye başladım. Zirvenin olduğunu düşündüğüm yerin altından çarşakla dolu gayet dik bir oluk dağın eteklerine doğru iniyordu. Batonları çantaya asıp bu oluktan tırmanmaya başladım. Yükseldikçe dikleşen olukta artık gevşek çarşaklar geride kalmış, önümde yükselen sabit kaya bloklarına tırmanmaya geçmiştim. Sağ tarafımda, yani kuzey yönünde yükselen duvarın kaya blokları arasındaki setlerden tırmanarak zirveye yakın bir yere ulaştım. 5 metre güneybatımda zirveyi gösteren taşbaba görünüyordu. Onun yanına gidip biraz video ve fotoğraf çektim. Defalarca gördüğüm yerleri ilk kez çıktığım bir zirveden, farklı açılarla izlemenin zevkini yaşadım birkaç dakika ve tekrar inişe geçtim. Çarşak bölgelerde iniş çıkıştan daha zahmetlidir. Bu sefer geldiğim rotadan inmeyerek, iki kaya kulesinin arasındaki yine çarşaklı, dar ve dik bir oluk arasından güneye, Salır aşıtına doğru inmeye başladım.

Aşıta ulaştıktan sonra, aşıtın hemen güneyinde kalan mütevazi bir tepe daha vardı. İsmi hiçbir yerde geçmeyecek kadar alçaktı. Anlaşılan kimse onu dağ yerine koymamış, orada öyle duruyordu. “Sen güzel bir doruksun, çıkmaya değersin.” dedim ve onun zirvesine yöneldim. Yanılmışım, biri onu dağ yerine koymuş ve zirvesine taş baba yapmış. Burada tripotu kurdum ve Verçenik’i arkama alarak bir hatıra fotoğrafı çektirdim. İsimsiz zirveye bir isim düşündüm, “Patarama” olsun dedim ismin. “İsmini ben verdim ömrünü Allah versin.” diyerek Dede Korkutçuluk rolüne büründüm bir an. Patarama, “sürekli tekrarlayan, dönüp gelen mutluluk” anlamında Sanskritçe bir kelime. Pehleviceye “Petram”, Türkçeye de Pedram ve Bayram olarak değişerek geçmiş. Ve evet benim ismim de Bayram… Dönüp gelen mutluluk… Güzel bir isimlendirme olduğunu düşünerek Çimenliliman Dağı’na doğru alçalmaya başladım. Patarama ile Çimenliliman arasındaki çimenlik aşıta ulaştığımda Salır Gölü vadisinde ufak bir göl göründü. Yine isimsiz, yine mahzun bir göl. Hadi ismin Çengel Boynuz olsun dedim ve Çimenliliman’a yönelip zirvesine ulaştım. Buradada nizami, göze hoş gelen, kare bir taşbaba vardı. Tanıdığım yerlere yine ilk kez çıktığım bir zirveden bakmanın zevkiyle biraz video ve fotoğraf çektim. Sıradaki zirve Çermaniman’dı. Çermaniman’a doğru biraz indikten sonra önüme yine kayalık bir doruk çıktı. Bunun etrafından dolaşmaktansa doruğuna kadar çıkıp tekrar indim ve Çermaniman’a ulaştım. Aşağıda, Verçenik tarafında Kumlu Gölü ve At Gölü, Cimil tarafında ise Cin Gölü görüş alanıma girdi. Çermaniman zirvede fazla oyalanmayıp Ayılıbayır’a doğru inişe geçtim. Bu zirve de çok yoracağa benzemiyordu. Biraz kayalık tırmanışından sonra bunun da zirvesine ulaşıp kayıt işlerini hallettim ve kuzeybatı tarafından inmeye koyuldum. Ama sıradaki zirve olan Kolkanlı’ya çıkış güzergahı güneybatı tarafındaydı. Kayaların arasındaki uygun bir yerden o tarafa geçtim ve riskli bir iniş başladı.

Rotanın en tehlikeli tırmanışının Salır Tepe olacağını düşünüyordum ama yanlış düşünmüşüm. O burasını görmeden önceydi. İşin garibi tırmanmıyor iniyordum ama gerçekten çok dik, tutunacak fazla bir yeri olmayan kayalık bir duvardı. Ayılıbayır zirvesinden çıktığım gibi inip 9-10 metre aşağıdan Kolkanlı’ya devam etmeliydim ama ben öyle yapmamış kafama göre inmiştim. Şimdi bahsettiğim 9-10 metre aşağısına inmek için kelimenin gerçek anlamıyla “free solo” iniş yapmam gerekti. Bu tarz durumlarda garip bir soğukkanlılık kaplar beni. Sanki muhtemel (kuvvetle muhtemel) bir hata sonucu düşmesi durumunda en iyi ihtimalle birkaç kırığa sahip olacak ben değilmişim gibi, hiç paniğe kapılmadan yapılması gerekeni yaptığımı düşünürüm. Aynı soğukkanlılık yine kapladı zihnimi ve yüzümü duvara dönüp ince çıkıntıları kullanarak inmeye başladım: “Sakin, sakin, sıkıntı yok!” Nispeten geniş olan bir kaya çıkıntısında durup, yan tarafa geçmek için bir yol aradım. 1 cm’den fazla olmayan bir “çentik”e sağ elimin dört parmağıyla tutundum, kendimi kayaya yapıştırdım, sağ ayağımı da yukarıda, sağ çaprazdaki bir çentiğe oturttum. Sol ayağımı yakınıma getirip, sağlam bir yerden destek alarak kendimi sağa doğru ittirdim. Bir şekilde geçmek istediğim yere geçtim. Ne dağcılık eğitimim var ne de daha önce bu kadar riskli bir iş yapmışlığım. Her şeyi kendi başıma yaşayarak tecrübe etmiş, kayaya basmayı kara lastikle öğrenmiştim. Teorik mektebe hiç girmemiş, pratik alayda pişmiştim. Nasıl yaptığıma pek de anlam veremeden, vücudumun doğal yatkınlığıyla ayaklarımı sırayla bir kaya yarığına soka soka biraz daha indim ama yarık yerden yaklaşık bir buçuk metre yukarıda bitti. Zemine baktım, aşağı doğru meyilli ve kaymaya sebeb olabilecek şekilde topraklıydı ve çok geniş değildi. Ayakkabıların kalitesine de güvenerek tutunduğum yarıktan kendimi bıraktım ve zemine sağ sağlim inmeyi başardım. Ama gerçekten akıl işi değildi. Tırmanmak belki kolaydır ama iniş hele bu kadar dik bir yerden iniş emniyetsiz yapılacak iş değildi. Bazen kendimden korkuyorum, o soğukkanlılığın bir şekilde beni kaplayıp riskli işler yapacağımı her defasında önceden biliyorum ve her defasında risk alıyorum. Ama içimde ne yaptığımı, yaptığım işin nasıl sonuçlanacağını bildiğimi bana söyleyen garip bir güven de oluyor. Geri dönmeyip böyle tehlikeli bir iniş yapmamın sebebi yine bu doğal ve içten gelen güvendi. Güveni ben duymuyordum, kollarım ve bacaklarımın yaşanmışlıktan doğan doğal güveniydi bu. Teorik değil pratik bir güven.

Neyse, aşağı indikten sonra kafamda aksiyon kameramın olmamasına hayıflanıp, beni Kolkanlı’nın zirvesine ulaştıracak olan yine aşırı çarşaklı ve dik oluğa doğru tırmanmaya başladım. Çarşağa yeni girecektim ki, civciv sesleri duydum. Urkeklik yavrularının bulunduğu yuva yakın bir yerdeydi kesinlikle. Ama içimde patlayan merağı bastırıp, yaban hayatı rahatsız etmeden oluğa girdim. Oluğu tırmanırken susuzluğum iyice arttı, öyle ki Kolkanlı’dan sonraki iki zirveyi de susuz bir şekilde tırmanmaya kalkmak eblehçe bir hareket olacaktı. Bir şekilde su bulmalıyım diye düşünüp, güneybatı tarafında, Cin Gölü’ne inen küçük vadinin sonundaki su birikintisine diktim gözlerimi. Kolkanlı’ya çıktıktan sonra oraya inip, su tedarikimi halleder ve yine oradan Bibloz Tepe’ye çıkarım diye düşünerek tırmanışa devam ettim. Rahatsız bir tırmanıştan sonra Kolkanlı zirvesine ulaştım. Bu sekizinciydi. Sol tarafım kuş pislikleriyle doluydu. Anlaşılan insanların çok uğramadığı bu zirve yaban kuşların yaşam alanıydı. Kuzey tarafında, Hemşin Geçidi Tepe’nin altında saklı bulunan, ulaşılması zor Kolkanlı Gölü’nü de ilk kez görmüş oldum.

Kolkanlı’nın doğu yüzü batı yüzüne nazaran çok daha kolay bir tırmanış vaat ediyordu. Öyleki sadece bu zirveye çıkacak olsam doğudan, Korhuni Gölü tarafından çıkardım. Zemin örtücü bitkilerle örtülü toprakla kaplıydı. Hemen planı değiştirip, Korhuni Gölü’nün biraz yukarısındaki küçük puğarlara doğru inmeye karar verdim. Hem daha rahat bir iniş olacak, hem de oradan batı yönünde yükselip sıradaki zirve olan isimsiz tepeye tırmanabilecektim. İnmeye başladım ve puğarlara ulaştım. Su çok az da olsa, doğal yolla filtrelenecek kadar akışı vardı ve bazı noktalarda birikmişti. Önce bidonumun susuzluğunu giderdim ardından diktim bidonu kafama ve kana kana içtim. Suya hasretimi giderdikten sonra dinlenmeye çekildim. Leşkaya tam karşımdaydı, yüksek buz zerrelerinin tüllendirdiği bulutlar envai çeşit desenle havada yavaş yavaş şekil değiştirerek süzülüyorlardı. Biri kuşa benziyor, öbürü yarasaya ama hep kanatlı canlıları andırıyorlardı. Oturduğum kayanın üstünden bulutları izleyerek biraz dinlendim. Türkü söyleyip, bağırdım. Üç tarafım da dağlarla çevrili olduğundan yankılarımı dinlemek çok zevkliydi. Ben bağırdım, dağlar geri gönderdi sesimi, tekrar bağırdım bir ses cümbüşü dolaştı bütün zirveleri. Leşkaya tarafından yankı o kadar geç geliyordu ki aşağıda birileri bana karşılık veriyor sandım. Ama hayır, sadece ben varım, dağlar bugün de sadece bana ve yabana aitti. Yine düşüncelere kapıldım: “Çocuk gibi hissediyordum kendimi. Sıradan günlük hayattaki ben, ben değilim gibime geliyor tabiatın koynundayken. O bensem, bu çocuk kim? O çok gülmeyen, ciddi, huysuz ve merdümgiriz adam ile bu bütün coşkusuyla eğlenen, bağırıp türkü söyleyen, kayalarda zıplayan çocuk aynı insan mı?”

Neyse, dinlenceden sonra batı yönündeki çarşaklı yamaç boyunca yükselip isimsiz tepeye ulaştım. Zirvesinde taş baba yoktu. Bu Patarama’dan daha yüksekti ve dağ yerine konmayı hak eden bir yapısı vardı. Hemen bir taşbaba yapıp, “Senin ismin Korhuni Tepe artık.” dedim, “İsmini ben verdim, ömrünü Allah versin.” Dede Korkutçuluk hoşuma gitmeye başladı, önüme gelene isim veriyorum.

Bu zirveden sonra Bibloz’a nasıl gideceğimi düşünmeye başladım. Batı yani Cimil tarafından çıkmak için vadiye kadar inmek gerekiyordu. Doğu tarafı yani Korhuni Gölleri’nin batısından çıkmak için ise yine aşağı kadar inmek gerekiyordu zira dağın zirvesi boyunca aşağı inen kayalık duvar yan yan gitmeyi engelleyecek şekildeydi. Ben de Cimil Vadisi’ne inip, oradan güzergahın durumuna bakmaya uygun görürsem çıkıp görmezsem zirve maratonunu orada tamamlamaya karar verdim.

Korhuni Tepe’nin yanından aşağı inişe geçtim. Başlarda çayırla kaplı toprak zeminde iniyor olsam da aşırı dikti. Batonlarla dizlerimdeki yükü hafifletmeye çalışarak baya indim. Sol taraftaki ufak vadi hayatımda gördüğüm en berbat çarşaklardan biriydi ama oradan gitmek en akıllıca olanıydı, ben de çarşaklı vadiye indim. Buradan vadiye çok yol yoktu ama kayalarda seke seke ilerleyip vadiye ulaşmam uzun sürdü. Vadiye ulaştığımda ise Bibloz ve Sapronovit tırmanışlarını sadece onlar için planlayacağım ileriki bir etkinliğe ertelemiştim bile. Dizlerim dayanacaktı ama Güneş "Benden bu kadar!" deyip alıp başını gidecekti… “Neyse,” dedim “bir gün için dokuz zirve hiç de fena değil!”.

Vadide yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Hazana özgü renkler bütün dağları kaplamıştı. Kuru komar yaprakları eğreti tutundukları dallarda alev alev yanıyordu sanki. Pusun hafifçe çözülmeye başladığı şu anda her yer dumansız güz yangınıyla alazlanmış, sarı sıcak renklere bürünmüştü. Yeşille karışmış turuncu, kırmızı -ama öyle böyle kırmızı değil, kanarcasına kırmızı-, sarı, pembe, hatta mor renklerin batışa teşne gün ışığı altında nasıl göründüklerini ve bana ne hissettirdiklerini tasvirden acizim. Doğa gerçekten bir ressam!

Büyülenmiş bir şekilde yavaş yavaş yürürken Cimil Deresi’ni besleyen kollarından birinden geçmek üzereydim. Burada ayaklarımı buz gibi suya sokup biraz rahatlatmaktı niyetim. Tam dereden geçiyordum ki, “culup, şulup” sesler duydum. Sonra gözüme bir taşın yanından sıçrayan su takıldı. Oraya yöneldim. Bir alabalık iki kayanın arasına sıkışmış, sığ suyun içinde kıvranıp kendisini kurtarmaya çalışıyordu. Hemen yardım için hareketlenmiştim ki kurtulup kayaların güvenli kuytuluğuna saklandı. Benden başka birine rastlamadığına şanslıydı, adım gibi biliyordum ki orada yörenin insanı olsa, o balığın hiç sansı yoktu.

Derenin suların biriktiği, nispeten derin bir yerini bulup; çantadan, ayakkabı ve çoraplardan kurtularak suya ayaklarımı soktum. Akan su değil, buzdu sanki. Biraz oturup sessizliği dinledim, karşımda çıkmadığım Bibloz ve Sapronovit yükseliyordu. "Elbet size de gelir sıra!" dedim. "Hatta bu sefer sizden başlayıp ters sırayla, ya da vadinin güney tarafındaki diğer zirvelere çıkarım kim bilir?" 

Ayaklarım kuruduktan sonra tekrar giyinip Çermaniman’a doğru dereye yoldaş oldum. Çermaniman’ı geçip aracıma ulaştım. Salır Gölü’nün şelale ile boşalan suları yolun üstünden akıyordu. Gidip elimi yüzümü yıkadım, enseme su çarptım. Ayakkabıları değiştirdim. Tuz içindeki üst giysilerimi çıkarıp temiz bir tişört giydim. Normalde yürüyüş arabada biter ve geride hatırlanmaya değecek pek bir şey kalmazdı. Ama bugün o günlerden değildi. Yol boyunca batan güneşin yumuşak ışığı sonbahar giysilerini giymiş dağları, kayaları ve ağaçları öyle bir hale sokmuştu ki bütün yorgunluğuma rağmen durup durup seyre daldım, fotoğraf çektim. Hele Serdarlar mevkiindeki kayalık dere yatağının kenarına tutunmuş, gövde ve dallarının o kendine özgü parlak beyazı uzak mesafelerden seçilebilen huş ağaçları yok mu? Güneşin yatık ışığı ağaçların tacını usul usul okşarken yapraklar altın gibi yaldızlanıyordu. Bu manzara karşısında ağaçlara vurgun bir yazar ve şair olan Hermann Hesse’nin huş ağacı için yazdığı bir şiiri geldi aklıma:

“Bir şairin düşlerinin sarmaşığı

Dallanıp budaklanamaz daha zarifçe,

Daha kolay bırakamaz kendini rüzgara,

Daha asil yükselemez maviye.


Şefkatli, körpe ve ince mi ince

Sarkıtırsın upuzun ak dallarını

Gizliden gizliye korkuyla

Titrerler her nefesle.”


Ağaçlara tutkun bir diğer büyük yazar Tolkien’in kurgusal evrenindeki iki kadim ağaçtan biri olan altın Laurelin’in tohumlarıydı bu huşlar sanki. Tolkien’in ağaçları anlatırken uzun uzun tasvir ettiği o parıltı gözümün önündeydi şimdi, evet evet bu ağaçlar o efsanevi ağaçların soyundan olmalı. Hafif rüzgarla salınan dallar, yaprakların üzerinde yıldız gibi titreyen o tatlı ışık huzmeleri... Gerçekten ne yazsam eksik kalacak, canlı canlı görmek gerek.

Dönüş yolu bitmek bilmedi. İkide bir durup araçtan iniyor etrafı seyrediyor, fotoğraf çekiyordum. Cimil Köylerinden sonra vadinin güney yamacını kaplayan çam ormanları arasındaki geniş yapraklı ağaçlarla kaplı dik vadiler eşine az rastlanır bir manzara sunuyordu. Her sonbaharda gelirdim bu manzarayı görmek için lakin bu sene tam zamanında yakalamıştım. Koyu yeşil çam ağaçları arasında allı sarılı, mavili morlu bu alaca ağaç hatları sanki sihirli bir değnek dokunuşuyla var edilmişti. Doğa bazen çıldırıyor ve ortaya muazzam şeyler çıkarıyordu gerçekten. 

Arabanın camından kafamı çıkarmaktan zaten yorgun olan boynum tutulma noktasına geldi ve artık biraz daha hızlanıp yola devam ettim. Doğanın ritmiyle alçalıp yükseldiğim, kendi özüme dokunduğum bu muhteşem yolculuk da burada nihayete erdi… Bana kalansa huzur, hafiflik ve hep benimle birlikte yaşayıp taze kalacak yeni bir anı...


1. Fotoğraf: Kızılbel Zirveden en arkada Verçenik, onun önünde Salır Tepe.

2. Fotoğraf: Kızılbel Zirveden Buzlu Göller Vadisinde otlayan çengel boynuzlu dağ keçileri (Rupicapra rupicapra)

3. Fotoğraf: Salır Tepe Zirve'den Kızılbel'e bakış. Salır Tepe vasat irtifasına rağmen teknik zorluğu düşük olmayan bir zirve.

4. Fotoğraf: Salır Tepe'den Verçenik, At Gölü ve Verçenik Vadisi.

5. Fotoğraf: Salır Tepe'den izleyeceğim zirve güzergahına bakış. Verçenik Vadisi ile Cimil Vadisi'nin sınırını oluşturan zirveler görülebiliyor.

6. Fotoğraf: Kendimce isim verdiğim Patarama doruğu ile ben ve arkamda Verçenik.

7. Fotoğraf: Patarama ile Çimenliliman arasındaki aşıttan aşağıda Salır Vadisi'nde görülen isimsiz göl. Göle Çengel Boynuz Gölü ismini verdim.

8. Fotoğraf: Çimenliliman zirveden Salır Tepe. Zirveye doğru çapraz yükselen en sağdaki oluktan tırmandım.

9. Fotoğraf: Çimenliliman zirveden Kızılbel. Bu dağ 3425 metrelik zirvesiyle rotadaki en yüksek doruktu. Ama tırmanmak gayet rahat.

10. Fotoğraf: Çimenliliman zirveden Çermaniman ve sağ üstte Kolkanlı zirveleri.

11. Fotoğraf: Çermaniman zirveden sol altta Ayılıbayır, sağ üstte Kolkanlı zirveleri.


12. Fotoğraf: Çermaniman zirveden güneyde Bibloz Tepe.

13. Fotoğraf: Kolkanlı zirveden Kolkanlı Gölü.

14. Fotoğraf: Kolkanlı zirveden Leşkaya altındaki Yukarı Korhuni Gölü.

15. Fotoğraf: Kolkanlı zirveden Orta ve Aşağı Korhuni Gölleri

16. Fotoğraf: Kolkanlı zirveden Leşkaya Tepe.

17. Fotoğraf: Kolkanlı zirveden Verçenik

18. Fotoğraf:Dönül yolunda Serdarlar mevkiinde huş ağaçları.

19. Fotoğraf: Dönüş yolundan bir kare.


Diğer fotoğraflar: Doğa çıldırdığında...






Son fotoğraf güz renkleri arasında Akırgel Şelalesi




11.10.2020 - İkizdere


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..