İkizdere'nin Hazineleri...

There is a pleasure in the pathless woods;
There is a rapture on the lonely shore;
There is society, where none intrudes, 
By the deep sea, and music in its roar;
I love not men the less, but nature more...
Byron
"Yolların çıkmadığı ormanlarda bir haz vardır;
Issız kıyılarda insanı kendinden geçiren bir huşu;
Rahatsız edenin olmadığı bir çevre vardır,
Derin denizlerde, kükreyişinde müzik olan; 
İnsanı daha az sevmem ama, doğadır benim için kıymetli olan..." 
Byron 
(Çeviri: Bayram KUS)


Söze nereden başlasam bilmiyorum! Bugün şimdiye kadarki en uzun mesafeli, en irtifalı; yaban hayatı karşılaşmalarının en yoğun olduğu, etkileyici manzara ve patikaların bol olduğu yürüyüşümü gerçekleştirdim. Deneyimlediklerim çok fazla ve bunları düzenli ve gerçeğine en yakın halde  aktaramamaktan endişe ediyorum. Eve gelir gelmez yazmaya koyuldum ki ayrıntılı kısımlar aklımdan uçup gitmesin. Umarım sonuna kadar okumaya değecek, sıkmayacak bir metin oluşturabilirim. Biraz uzun olacak, evet, bir başlayalım bakalım kelimeler nereye götürecek bizi.

Bu rotayı planlama sürecini bir önceki aksiyonumu konu alan yazımda açıklamıştım. Perşembe günü rotayı kabaca oluşturmuş, cumartesi için kaydetmiştim. Ve işte bugün cumartesiydi. Cuma akşamından saati 06.00’ya kurdum ama sabah alarm çaldığında zaten uyanık olduğumdan yataktan çıkıp hazırlanmaya başladım lakin bir gariplik vardı. Garip bir kaygı hissediyordum. Neden kaynaklandığını bilmediğim beni yavaşlatan bir histi. Normalde yürüyüşlerime acele bir şekilde hazırlanırım. Ama bugün sanki bir şey beni tutuyordu. Düşünceli bir şekilde, erine erine giyindim. Kahvaltılıkları hazırladım. Uzun bir yürüyüş olacağından yulaf tatlısından bir dilim yanında elma, armut almayı da ihmal etmedim. Hiçbir şeyi unutmadığımdan emin olup dışarı çıktım. Ama o garip his hala benimleydi. Korku muydu yoksa? Neyden korkacaktım ki? Yürüyüşümün bir kısmı yabanın yoğun olduğu ıssız ve sessiz bir ormanın içinden geçiyordu, acaba bu mu endişelendiriyordu beni? Bu bölgede bir kere yavru bir domuz leşiyle karşılaşmış ve biraz rahatsız olmuştum, o rahatsızlığın etkisi miydi acaba? Bu şekilde düşüncelerle sarmaş dolaş arabaya bindim. Kazım Koyuncu’nun “Hayde” adlı parçasını yüksek sesle dinleyerek yola koyuldum belki moda girerim diye. İkizdere’den ayrılınca hareketli parçanın ve henüz körpe günün ışıklarıyla yumuşak tonlarda parıldayan mayıs yeşilinin de etkisiyle halet-i ruhiyem yükselmeye başladı. 16 km’lik yolu hızlı bir şekilde bitirip Çamlık’a az kala, ana yolun kenarındaki eski İspir yoluna saptım ve sağdaki ilk köprünün yanında aracı park ettim. Çantamı, batonları vs alıp köprüden geçerek güzergâha girdim. Sabahki endişemden eser yoktu şimdi! Yeni günün hevesiyle sevda şarkıları çığıran kuşların ve yolda yükseldikçe arkamda boğuklaşan dere gürültüsünün eşliğinde tempomu yavaş yavaş artırarak yürümeye koyuldum.

Geçen sonbaharda bu yolu ilk gördüğümde aslında Vaşa Yaylası’na yürüyüş yapmaya gidiyordum. Dönüşte yola uğramış birkaç kilometresini kat ederek ufak bir keşif yapmıştım. İlk izlenimim çok iyiydi. Sessiz, nispeten bozulmamış bir yoldu. Daha sonra yakın zamanda ilk iş tekrar bu yola sapmış, bir noktada girişi zincirle kapalı orman yoluna girerek keşfi derinleştirmiştim. Orman yolu uzayınca bitirmeyerek geri dönmüş ve ertesi gün aynı yoldan Suda ve Mehule yaylalarına çıkmıştım. Bu keşif aksiyonlarından sonra da bu yolda herhangi bir yürüyüş yapmamıştım. Ta ki geçen perşembe aklıma tekrar gelene kadar…

İşte bugün, girişi zincirle kapalı o muhteşem orman yolunun derinliklerine girecek ve bu yolun bittiği bir noktada beni Kabahor Vadisi’ne bağlayacak olan bir başka yola geçerek rotayı devam ettirecektim. Ama rotayı planlama esnasında uydudan kontrol ettiğimde yolun sonu tam olarak gözükmüyordu. Bir noktada bitiyor ve bittiği yerin yaklaşık 2 km yakınlarından başka bir yol geçiyordu. Orman yolunun o yola bağlanmasını umuyordum, aksi halde o noktada dere içinden yürüyerek(!) diğer yola bağlanmam gerekecekti. Hemen aklıma sabahki endişenin bu durumdan kaynaklanıyor olabileceği geldi. Büyük bir hevesle hazırladığım sağlam rotanın o boşluk yüzünden tamamlanamaması ihtimali beni rahatsız ediyordu belki kim bilir? İnsan bilinci garip bir şey! Bir his var kuvvetle duyduğun ama neden kaynaklandığını bilmiyorsun çünkü kontrolünde olmayan, hakkında hemen hiçbir şey bilmediğin çok derin ve karanlık bir bilinçaltı söz konusu. Şimdi yürüyorken o endişe tamamen kaybolmuştu ama sabah neden öyle hissettiğimi kendime sormaktan bir türlü geçemiyordum.

Neyse, ağzı zincirli orman yoluna geldim. Ama zincir yerde duruyordu. Gidip kontrol ettiğimde kilidin sağlam bir şekilde asılı olduğunu, direklerde de zorlanmadan kaynaklı şekil bozukluğu olmadığını gördüm. Demek ki bilinçli bir şekilde anahtarla açılmıştı. Ormancılar kesim yaptıkları bölgeye ulaşan yolları çalışmaları kesintiye uğramasın ve insanlar çıkmaz yola boşu boşuna girmesinler diye kapatırlar. Bugün zincirin çözülmüş olması çalışma olmadığının ve yolun inşasının bitip diğer yola bağlandığının bir göstergesi olabilirdi. Hadi bakalım bir umut diyerek o harikulade yola koydum bacakları!

Bu güzergâh eğimsiz diyebileceğim bir şekilde ilerliyordu. Araçların çok işlememesinden dolayı tekerlek izlerinin dışında yol büyük oranda yeşildi. Hevesle yükselen güneşin saçtığı ışıklar ağaçlara takılıyor, dallardan kurtulabilenler bitkilerin usulca kaplamaya başladığı yol üzerinde gölgelerle oynaşıyordu. Sabah neden kaygı hissettiğime anlam veremeyerek ve kendime gülerek ağzım kulaklarımda hevesle adımlıyordum. İnsan böyle bir ortamda neden endişelenir ki? Derken yolun hafif dönemece girdiği yerde, 50-60 metre uzakta yola sarkan köknar dallarının arasında bir karaltı gördüm. Boz-kahverengi tüylü gerçekten iri bir bozayı gölgelerin arasında durmuş beni izliyordu! Bir an bakıştık. 2-3 saniyelik bu meseleyi algılama sürecinden sonra sırtımdan çantayı indirip fotoğraf makinesini çıkarmaya davrandım ki ayı arkasının dönüp tombul kalçalarını sallaya sallaya kaçtı! Toraman bir yaratıktı, sanırım gördüklerim arasında en irisiydi! Ve yine kayıt alamamıştım! Muhtemel karşılaşmalar için makinenin ayarlarını akşamdan yaptığım halde yine boynuma asmaya üşenmiş ve böyle nadir bir anı yine kaçırmıştım! Peki, şimdi ne yapacağım diye düşündüm. Yalan yok, korkuyordum da. Acaba geri mi dönsem diye düşünmedim değil bir an ama bu sadece gelip geçici bir düşünceydi. Dönmem söz konusu bile olamazdı. Ayının yanında yavruları yoktu; kaçacak yeri vardı, yolu açıktı ve bana zarar verme ihtimali çok çok düşüktü. Makine elimde biraz önce ayının bulunduğu yere yaklaştım, yere saplanan uzun pençelerinin izlerini gördüm, dönemeci genişçe alıp yolun ilerisini görmeye çalışarak ilerledim. Batonlar sol elimdeydi ve fotoğraf makinesi sağ elimde açıktı. Ama haliyle ayıdan eser yoktu. Bir süre ağır aksak bu şekilde ilerledim ama yürüyeceğim yol uzun olduğundan tempomun yavaşlamaması gerektiği aklıma geldi. Ardından makineyi kapağı açık ve hazır olarak tekrar boynuma asıp batonları aldım elime. Normal tempomu bulup arada seslenerek yürümeye devam ettim: “Ayı kardeş, yol ver geçeyim. Çıkma yoluma izin ver bana.”

- Az sessiz ol, ne o korktun mu yoksa!

- Vay Dersu, hoş geldin. Geçen birden kaybolmuştun, şimdi yine geldin demek. Neye borçluyuz bunu?

- Yabanın tam ortasındasın, ayının gözlerine baktın resmen. Şimdi tam zamanı değil mi?

- Kesinlikle. İyi ki geldin, ne iyi ettin!

- Söyle bakalım korktun mu?

- Evet korktum! Ama paniğin esâmesi yoktu. Korkmamalı mıydım? Utanılacak bir şey mi bu? Sen hiç korkmuyor muydun ormanda tek başınayken?

- Çok seri soruyorsun! Yavaş gel biraz! Korkman gayet doğal… Neden utanılacak bir şey olsun. Hayatta kalmayı sağlayan en temel güdülerden biridir korku. Ben de korkuyordum elbet. Korku seni tetik tutar ama onu kontrol etmesini bilmek gerek. Korku zihnini ele geçirirse bu durum muhtemel bir ayı saldırısından çok daha tehlikeli durumların ortaya çıkmasına sebep olabilir. Hani ne diyordu sevdiğin bir romanın sevdiğin bir karakteri: “Korkmamalıyım! Korku, katilidir aklın. Korku, mutlak yıkım getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim… ” vs. Ama kontrollü bir korku her zaman hayatını kurtarır. Cesaret de korku varsa anlamlıdır. Cesaretin özüdür korku! Doğasındaki bir hatadan dolayı hiçbir şeyden korkmayan birinin cesaretinden şüphe ederim. Böyle bir organizma çok uzun yaşamayacak, evrimin seçici ellerinde öğütülüp gen havuzundan silinecektir! Korktuğu halde, korkuyu kontrol ederek devam edeni ise takdir ederim. Tıpkı şu anda seni takdir ettiğim gibi.

- Vay vay, neler de biliyormuş Dersu! Etkilendim… Teşekkür ederim. Gerçekten korkuyu hissettim ama bu hayranlık ve merakla karışıktı. Hayvan ne kadar etkileyiciydi fark ettin mi? Çok sağlıklı ve gürbüzdü.

- Evet. Kesinlikle öyleydi. Gördüklerim içinde en büyüklerinden değildi tabi ama yine de iri bir yaratıktı. Sen şimdi yoluna devam et. Ben seninle birlikteyim… Arada yine yoklarım.

- Eyvallah.

Nispeten düz devam eden yolda ara ara bağırarak ilerlemeye devam ettim. Karşılaştığım ayı, yolda benim doğrultumda ilerliyordu belli ki. Ama karşıdan gelerek bana ters yönde hareket eden bir ayıyla karşılaşmak hele yavrulu bir dişiyse –ki bu mevsimde çok normal– riskli olabilirdi. Onun için önlemlerimi alarak yürüyordum. Bir noktada ağaçlar seyrekleşti ve vadi tarafı tamamen açık bir alana geldim. Sağ tarafımda aşağıda İspir yolunu görebiliyordum. Yine karşı tepelerin yamaçlarında irili ufaklı evlerden oluşan küçük mahalleler görünüyordu. Yol ayağa yumuşak, göze hoş geliyordu. Dışarıdan biri beni gözleyecek olsa “Pişmiş kelleden hallice ne sırıtıyor şu meczup, deli mi ne?” derdi eminim.

Bir noktada karşıma brandalı küçük bir barınak çıktı. Bunu geçen sonbahardaki keşif yürüyüşünden hatırlıyordum. O zaman buradan geri dönmüştüm. Ormancıların barındığı geçici bir barınak olduğunu düşünmüştüm ama şimdi yerdeki kurumuş keçi dışkıları bunun bir çoban barınağı olduğunu gösteriyordu. Garip bir şekilde barınağın etrafında yolu kaplayan bitkiler bayağı gümrahtı! Sebebiyse büyük ihtimalle koyunların yattıkları yerde gübrenin fazla olmasıydı. Barınağı arkamda bırakıp yola devam ettiğimde bitkilerin tekrar eski haline döndüğünü fark ettim. Yolu bu şekilde, tatlı tatlı, bir inip bir çıkarak kat etmeye devam ettim. Yabanın derinliklerine olabildiğince girmiştim artık. Vadide boğularak yankılanan dere sesi fonundaki böcek ve kuş seslerinden gayrı gürültünün esamesi yoktu. Bir noktada keskin bir dönemeci aldım ve yol vadinin diğer yakasına, Petran-Anzer hattında ilerleyen kısma geçti. Aşağıda, derenin kenarındaki yol, Garzavan’a giderken sürekli kullandığım yoldu. Ben de şu anda ona paralel olarak ilerliyordum ama daha yüksekte olduğumdan alacağım mesafe daha kısa olacaktı. Yolun bu noktası güneş ışığını daha yoğun ve karşıdan alıyordu. Ağaçların arasından sızan ışıkta böceğin pek çok nevi dans ediyordu. Birkaç km bu şekilde ilerledikten sonra ağaçların arasından, uzakta karlı dağlar ve onların önünde pek çok köy ve mezra görüş alanıma girmeye başladı: Petran, Kama, Mahura…

Orman yolunun nihayetine yaklaşırken geride bıraktığıma benzer bir çoban mezrasıyla karşılaştım. Yine otların sıklaşıp gürleştiği bir bölgeydi. Yol da biraz inmeye başlamıştı. Çok ilerlememiştim ki ağaçların sağ tarafımda kısmen açıldığı bir bölgeye geldim. Yine önlem amacıyla bağırdım ve bağırmamla birlikte iki kaya kartalı tünedikleri ladinlerden çığlık çığlığa havalandılar: “Hiyeeee, hiyeeee…” Sanırım biri dişi biri erkekti ve havada karşılıklı manevralar yapıyorlardı. Bir noktada uzaklaşmayı kesip, keskin dönüş yaparak bana doğru gelmeye başladılar! Elim ayağıma dolaştı yine ama makineyi elime alıp gözümü vizöre dayayabildim. Fotoğraf çekmeyi boş verip videoya almaya çalıştım ama lanet olası video tuşu tepki vermiyordu! Allah’ın belası makinenin yön tuşları bir iki gün önce bozulmuş, çalışmamaya başlamıştı. “Demek video tuşu da bozulmuş! Ben zaten şanslı olsaydım…” Neyse. Fotoğraf çekeyim o zaman diye düşündüm ki hayvanlardan biri yakınımdaki bir ladinin tepesine kondu. Diğeri gözden kaybolmuştu. Konan kartal benimle hemen aynı seviyedeydi. Uzak da olsa biri iki kare alabildim, sonra hayvan havalandı. Uzaklaşırken bağırmaya devam ediyorlar; keskin sesleri vadinin ağaçlarla kaplı yamaçlarına çarparak yankılanıyor, pesleşip dağılıyordu. İnanılmaz bir deneyimdi! Kaya kartallarıyla en yakın karşılaşmamdı. Geçen –Garzavan yükseklerinde– karşılaştığım kaya kartalı kadar büyük değillerdi ama gözümün önündeydiler resmen ve hemen kaçmadılar. Fotoğraf makinesine bakıp fotoğrafları kontrol etmek istedim ama lanet olası makinenin tuşları tek tek devreden çıkıyordu. “Demin çalışan düğmeler şimdi tepki vermiyor, tanrım vurup parçalayacağım şu makineyi o olacak!” Son fotoğrafı gördüm ama diğerlerini görebilmek için geri tuşuna basmam işe yaramıyordu. Anca bilgisayara atınca bakabileceğim. (Yazıyı kaleme aldığım şu an hala bakmış değilim. Allah bilir hepsi çöp çıkacak!)

- Keskin sirke küpüne zarar dostum. Sakin ol.

- Sakin ol demesi kolay Dersu. Bu kaçıncı başıma gelen… Ya benim üşengeçliğimden ya da böyle teknik problemlerden dolayı bir türlü yakalayamıyorum şu hayvanları.

- İyi de sen yürüyüş yapıyorsun! Amacın yürümek yaban hayatı fotoğrafçılığını pusu kurmadan, elinde dürbün beklemeden yapmak zor... Hem kısıtlı zamanında planlı yürüyüşünü yapacaksın hem de “denk gelirse” güzel kayıtlar alacaksın. Çok şey istiyorsun sanırım. Denk geliyor gelmesine ama bu duruma hazır olman yürüyüş koşullarında pek mümkün değil. O ağır makine boynundayken yürümek gerçekten çok rahatsız edici olmalı ki her defasında boynuna asmaktan üşenmen gayet normal. Eğer iyi fotoğraf çekmek istiyorsan yürümek için değil fotoğraf çekmek için çıkmalısın. Bu şekilde iki işi birden yapmaya çalışarak anın da tadına varamıyorsun. Haksız mıyım?

- Haklısın! Ne diyebilirim ki, bu da bir nevi aç gözlülük sanırım. Boşuna sinirleniyorum, bu koşullarda bu kadar oluyor. Neyse devam edeyim ben.

- Seninleyim…

Bu heyecan verici karşılaşmadan sonra kartalları belki tekrar görürüm diye karşı yamacı tarıyordum ki ağaçların arasında ilerleyen bir patika gördüm! Vadi boyunca yavaş yavaş iniyordu. Acaba nereye gidiyor diye bir meraka kapıldım ama benim rotam vadinin o kısmına geçmiyordu. Birazdan yürüdüğüm yol bitecekti. Dere sesinin artması yolun bittiği noktanın yaklaştığını muştuluyordu. Hafif eğimle inmeye devam ettim ve ne göreyim? Yol aslında bitmiyordu! Derenin ortasına yapılan ufak bir menfez üzerinden vadinin karşı yamacına geçiyor ve silikleşerek aşağı doğru devam ediyordu! Yani demin gördüğüm patika aslında yürüdüğüm orman yolunun devamıydı! Benim güzergâhımın buradan sonraki kısmı üzerinde ise yol mol yoktu! Vadi boyunca akan küçük bir dere vardı o kadar. Uydu görüntüleri doğruymuş! Dere yatağının içinde yolumu kendim belirleyeceğim. Yukarıda vadiyi kesen yayla yoluna 2 km civarı bir mesafe var ve eğim dere boyunca orta düzeyde. Rotayı elle çizdiğimde gördüğüm o ani eğim artışının başladığı yer tam da burasıydı. Allah’tan su az akıyordu ve etrafı geçişe müsaade etmeyecek sık ağaçlıklarla kaplı değildi.

Şimdiye kadar üzerinde yürüdüğüm orman yolundan ayrılıp dere boyu vadiyi kat etmeye başladım. Arkamda kalan yolun devamı içimde ukde olmadı değil. Ama planladığım bir rota vardı ve kaytarmalara müsaade edemeyecek kadar uzundu. Hem bu durum bu yolu daha sonra tekrar yürümek ve keşfe devam edebilmek adına bir bahane olacaktı. Muhtemel bir rotayı ilerde gerçekleştirmek üzere aklıma yazdım ve dere boyunca sel suyunun yer yer yıkıp devirdiği ağaçlar üzerinden yükselmeye devam ettim. Artık ne patika vardı ne yol! Taşkın suların vadinin yüksek kesimlerinden sürüklediği kabukları soyulmuş kaygan ağaçlar üzerinden ilerliyordum. Sol yanımda yükselen ormanın içinde patika olabilir mi diye merak ettim ama içinde bulunduğum hal hoşuma gittiği için çıkıp kontrol etmedim. Zaten 2 km bir şey devam edecekti, yabansa işte yaban tamamen doğal bir ortamdı. Dikkatten ödün vermeyerek ilerledim. Zira burada en ufak bir sıkıntı yaşarsam birilerinin beni bulma imkânı pek yok! Onun için bastığım yere dikkat etmeliydim. Batonlara da fazla güvenmemek gerek. Bütün ağırlığı onlara vermek bu bölgede yine sıkıntılara sebep olabilirdi ki ufak bir kaza da atlattım. Bir noktada sağ kolumla batona yüklendim ve baton yeri delip baya bir battı. Çalıların oluşturduğu tabakanın altı boştu. Az daha suya düşüyordum! En fazla ıslanırdım o kadar ama bu durum dikkati artırmam gerektiğini tekrar hatırlattı bana. Bu şekilde güzergâhın bu en yaban kısmını bitirdim. Son noktada karşımda vadiyi kesen bir yol çıktı. Yol dereden 8-10 metre daha yüksekteydi ve yeni açıldığı belliydi. Bütün hafriyat iğrenç bir şekilde dereye yığılmıştı. Bu gevşek ve dik bölgede biraz cebelleşip yola çıktım.

Yol sol taraftan o anda ismini hatırlamadığım ama sırtında taşıdığı keçilerle çekilmiş fotoğrafı viral olan kızın yaylası olduğunu bildiğim yere gidiyordu. Bu kız bu sene, benim görev yaptığım lisede öğrenim görmeye başlamıştı ama henüz yüz yüze derste karşılaşmamıştık. Neyse... Sol taraf benim rotama dâhil değil. Sağ taraftan Kabahor’a bağlanacağım. Ama yolun kestiği vadinin yukarı tarafına baktığımda, derenin sol kenarından devam eden minik bir patika gördüm! “Amma bereketli bir bölgeymiş burası yahu!” dedim sevinçle. “Acaba rotadan sapıp buradan mı yükselsem, nereye gittiğini kontrol ederek doğaçlama bir parkur düzebilirim.” diye düşündüm bir an ama rotayı planladığım şekliyle yürümekten vazgeçmedim. Burayı da bilahâre farklı güzergâhlarla değerlendiririm dedim.

Telefondan saate baktım, 10.00’du. O an garipliği fark edemedim ve aç hissetmediğim halde yukarı devam eden patikanın başında oturup kahvaltı ettim. Nedense lokmalar boğazımdan zor iniyordu. Normalde yürüyüşlerimde 10.00’da kahvaltı yaparım ve iki lokmada iştahla yutarım her şeyi! Şimdi niye böyle canım istemeye istemeye yiyorum anlamamıştım. Sebebini kahvaltıyı bitirip toparlandıktan sonra fark ettim. Saat 10.00 değil 09.00’du! Şarjı bitmesin diye ekran ışığını kıstığım telefona güneş ışığı altında baktığımdan yanlış görmüştüm saati. İştahsızlık bir saat erken yemekten kaynaklanıyordu. Neyse dedim, çantayı sırtlandım ve yola düzüldüm. Ama bir eksiklik vardı. Ellerim boştu. Batonlar! Batonları unutmuştum, dönüp onları aldım ve vurup kırarak, çekip kopararak, parçalayıp savurarak açılmış iç karartıcı yolda devam ettim. "Umarım hep böyle devam etmez!" diye düşündüm. Biraz önce ayrıldığım şahane yoldan sonra bu kısım hiç hoş gelmiyordu göze. Bu iç karartıcı ama şükür ki kısa süren kısmı hızlı bir şekilde yükselip geçtim ve aniden orman bitti. Karşıda karlı dağlar sere serpe açıldı önümde. Sola doğru keskin bir dönemeç geliyordu ki hemen onun başında koyu mavi bir araç gördüm. Aracın yanında ahşap bir masa vardı. Masanın üstü donatılmıştı, birileri piknik yapmaya gelmişe benziyordu. Derken ağaç motoru sesi duydum. Sağ tarafımda 20 metre ileride 3 kişi vardı. İkisi kütükten bir barınak inşa ediyorlardı. Aslında inşa etmiyor, söktükleri barınağı baştan kuruyorlardı. Elimi kaldırıp selam verdim ki kaçtığımı sanıp garipsemesinler. Sonra arkamı dönüp yürümeye koyuldum ki biri seslendi:

- Ula bi dur gel hele ne kaçayisun. Bi otur ifadeni alalum çimsun, nesun, nereden celur neree cidersun hele anlat.

- Amca İkizdere’den geliyorum. Oturmayayım kusura bakma. Yolum uzun, vaktim dar.

- Ula bi otur, vaçitten bol ne var. İki dakka bişe olmaz. Otur ha oriya. Çay koyayim sağa.

- Yok amca hiç zahmet etme çantamda var çay sağol.

- Demak İçizdere’den?

- Evet, öğretmenim orada 7 yıldır.

- Afferum! Haburiya ne ediisun?

- Yürüyorum.

- Nereden celdun?

- Çamlık’tan başladım. Bu aşağıda bir orman yolu var ya!

- Evet.

- Ona bağlandım. Sonra aşağıda bitiyor yol. Oradan dere ile yükselerek bu yola girdim şu aşağıdan.

- Biliim, bilim ben buraliyim, her yeri bilurum haburiya. Demek dereden çiktun, sağa helalossun. Nerelisun de bağa bakayim?

- Çamlıhemşinliyim.

- Oo, sen yurursun o zaman.

- Evet, yaylacıyım ben de yabancı sayılmam.

- Şimdi nereye cideyisun?

- Kabahor’a ineceğim, oradan yukarıya yaylaya çıkacağım oradan da sırtı aşıp Suda ve Mehule üzerinden yine Çamlık’a ineceğim.

- Afferum. Biz da Kabahorliyiz. Ben İstanbul’da yaşiyorum. Haburadan 14 yaşine coçmişiz. Ama eyi bilurum haburalari. Bu ev da bizumdu. Tamir ettiriyirum. Bak buranun seyirluği eyidur.

- Ettir tabi amca, burası seninse senden zengini yok. Madem iyi biliyorsun buraları bir sorayım sana şu karşıki köy Kam..

- Yoook, Petrandur o.

- Tamam, tamam ben de şaşırdım, Petran tabi ki. Mahura nerede kalıyordu?

- Mahura ileride. Daha ileriye Anzer.

- Onun ilerisinde görünen yol da Çaykara’ya geçiyor değil mi?

- Evet, orasi Çaykara.

- Amca ben dün değil evveli gün, Gaban’dan aştım Petran yoluna, biliyor musun o yolu?

- Bilmez olur miyim?

- Oradan Kabahor’a ayrılıyor yol.

- Evveet!

- O yol bir yaylaya iniy..

- Çencehol! Çencehol!

- Efendim, bir daha söyler misin?

- Çencehol.

- Dur bir yazayım. Valla iyi ki oturmuşum. Oradan geçerken adını çok merak etmiştim. He tamam tekrar söyler misin amca?

- Çencehol.

-Tengohol?!?

- Çencehol, Çe, çe!

- Çencehol tamam. (“ç” sesi “tz” şeklinde telaffuz edildiği için anlaşılması zordu)

- Perşembe günü Gaban’dan o yola vurdum. Oradan indim sizin Kabahor’a. Kabahor’dan da yukarı dağlardan aştım tekrar Gaban’a.

- Aferum ula sağa helalossun! Cenciken ben da cezerdum senun cibi.

- Amca şu aşağıda menfez var ya.

- He!

- Oradan yukarıya devam ediyor vadi patik..

- Tamam tamam, orasi çikar yokari Çinnapo’ya, oçuz yataklari vardur oriya. Çelepler oçuz yaturur oriya.

- Devam ediyor yani yukarı. Çinoba mı dedin?

- Tabi tabi. Çinnapo. Kum çikarmişim o senin çiktuğun dereden ha bu sirtumilen ta Çinnapo’ya, çocuğiken!

- Dur yazayım. Valla maşallahın var amca. Ben bu eski isimleri kaydediyorum. Sonra yazıyorum bunları. Ondan soruyorum. Bir de bu en yukarıdaki yayla Göl Yayla diye mi geçiyor Kabahor diye mi?

- Göl Yayla da olu, Kabahor da olu. Kabahor esçi ismidu.

- Ben eski isimleri çok seviyorum. Böyle senin gibi eski toprakları buldum mu soruyorum hep. Yani aşağısı Kabahor Köyü, yukarısı Kabahor Yayla.

- He!

- Bir de ikisinin arasında mezralar va..

- Evet evet, güney mezra, kuzey mezra.

- Onlar da Kabahor’a dahil?

- Evet.

- Kabahor’dan yukarida Teldemiç Yaylasi vardur.

- Teldemiç?

- He. Teldemiç.

- Hani şu Kabahor’dan vadi ayrılıyor yukarı devam ediyor. Onun sonunda mı?

- He orasi Teldemiç’du!

- Dur yazayım onu da.

- Bir de şu yayla var ya hani keçili fotoğrafıyla ünlü bir kız..

- He evet Kotlika deruz oriya!

- Kotlika! Hay yaşa amca! (Sonradan isminin Kuplika olduğunu öğrendim.)

- Sen da yaşa!.

- Ben işte oranın yukarısından ineceğim aşağı.

- O yaylanın yukarısı Çokhçora…

- Çokhçora! Dur yazayım. Çokh! “h” hırıltılı değil mi?

- He! Çokhçora!

- Sağolasın amcam.

- Bi çay koyayim sağa daaa!

- Amcam sağol var benim çayım ben kalkayım artık. Yolum uzun.

- Seni haburadan yukari ben cotururdum ama işum var.

- Nereden?

- (Eliyle güneydoğuda yükselen sırtı işaret ediyor). Bak haburadan doğri yukari çikarisen cidersun Kabahor’un üstina.

- Buradan gideceğiz ha! Senin zahmet etmene gerek yok amca ben bulurum bir dahaki gelişimde orayı. Patika var mı?

- Var da bazi belli bazı orman olmiş.

- Olsun ben bulurum. Sen de bana hele, nasıl gideyim, ne taraftan?

- Bak şimdi. Ha bu sirta vurdun ormana patika var bellidur.

- Evet, o da şu tepedeki açıklıktan mı geçiyor?

- He! Oraya çikarsun oyle devam edersun.

- Amcam çok sağolasın. Ne kadar makbul geçti bir bilsen!

- Sen da sağol. İsmuni oğrenelum?

- Bayram benim ismim.

- Benimçi da Muammer, Muammer Kan.

- Muammer Mokal?

- Muammer Kan. Kan, bildiğimiz kan! (bileğini gösteriyor)

- Muammer Kan. Tamam amcacım Allah’a emanet kolay gelsin.

Amca ile içten bir şekilde sohbet ettiğimiz bu mekdandan (daha sonra buranın isminin Arçukan Mezrası / Yanmışlık olduğunu öğrendim.) ayrılıp inişe başladım. Başlarda hafifti eğim ama gittikçe arttı. Elle çizdiğim haritadaki ani eğim artışının olduğu yerin inişindeyim şimdi. 2000 metreden 1600 küsurlere ineceğim sonra tekrar yükseleceğim. Yolun manzarası gerçekten şahane. Havada parça pamuk bulutlar, ufuk karlı dağlarla kaplı… Sağ yanımda, karşı tepede Petran… Onun ilerisinde kuzeye doğru daha önce yürüdüğüm yollar hep. Bu şekilde manzara eşliğinde bayağı indim. Kabahor Köyü’nün evleri görünmeye başladı. Silah sesleri de keza geliyordu. “O yabanıl ortamdan böyle bir yerleşime gelmek de acaba gerekli miydi? Rotayı Kabahor’dan geçirmenin anlamı var mıydı? Bildiğin anayola ineceğim, onun yerine amcanın tarif ettiği dağ yollarından mı gitseydim?” diye düşündüm ama sonra "Planladığım gibi yürüyeyim diğerlerini daha sonra yürürüm dedim. Zira bu rotayı hazırlamamın asıl sebebi hem mesafe hem de irtifa bakımından rekorumu egale etmekti.

Derken Kabahor’a indim. Kalabalık bir köy burası ve geçmişi de baya eski. İkizdere’nin köklü köylerinden biri… Çevresi de çok güzel bir yerleşim. Yer yer betornarme evler var, baya var! Ama yine de atmosferi gayet iyi. Yola indiğimde beni izleyen ineklerle karşılaştım. Onlara selam verip yol boyunca yükselmeye koyuldum. Solda gördüğüm çeşmeden bayağı bir su içtim. Yolun her iki tarafında ağaçlar mayıs yeşili giysilerine bürünmüşlerdi. Bazılarıysa bembeyaz çiçeklere durmuşlar “mahfile âsâbı gevşeten bir bû (koku)” yayıyorlardı. (Yahya Kemal göndermesi yaptım. Edebiyatçıyız ya hani!)

Köyün anayolunda yükselmeye devam ederken karşıdan beyaz bir taksi gelip geçti. Ben yürümeye devam ettim ve derin bir vadiden gelen derenin yanındaki çeşmeye yanaşıp tekrar su içtim. Demin yanımdan geçen araba bu sefer aşağıdan geliyordu. Virajı alırken durdu. Şoförün yanında oturan adam açık camdan bana seslendi:

- Ula nere cideysun? Çimsun?

- İkizdere’den geliyorum, yürüyorum Kabahor Yayla’ya doğru.

- La ayiler yemesun seni!

- Yok, dostumdur onlar benim. Sabah gördüm bir tanesini zaten.

- (İnanmadı büyük ihtimalle) Ee! 

- Ee’si bir şey olduğu yok, döndü götünü kaçtı!

- Nerdan celiisun haburiya?

- Çamlık’tan. Orman yollarından bağlanıp şu ilerideki yoldan indim.

- Bin arabiya da gel bir çay içelum.

- Abi valla çok sağol, kusura bakma yolum uzun vaktim yok.

- Ula bin arabiya! Celmişsun haburiya da çay içmeden cidecesun hee! Bin ula!

- Abi gerçekten vaktim yok. Sabah da bir amca tuttu beni o da çay içelim dedi yapmadım. Uzun yolum gideyim ben.

- Ula bi şey olmaz yarım saatten bin şu arabiya daaa!

- İyi tamam. Biniyorum ama fazla oturamam bak.

- Tamam, bi çay içeceğuz daa. İsmun?

- Bayram.

- Ben da Mustafa. Sen İkizdere’de şunu şunu tanıyor musun?

- Yok, ben tanımam. Aslında tanıdığım pek kimse yok, beni de tanımazlar. Ben dağda dolaşırım genelde, merkezde kahvede işim olmaz pek.

- Ama bu encümendu!

- Tanımıyorum abi, siyasilerle de pek ilişkim yok.

- Sen nerdan celdum demiştun?

- Bak şu yoldan geldim. O yolun başlarında da bir amca tuttu beni.

- Bizum ev var oriya. Ahşap ev, yaptırıyoruz şimdi.

- Amca da o evin başındaydı. Muammer Kan.

- Aha! Eyi insan nassi buluyi biri birini cordun mi? Benum ağabeyumdu o! Ben da Mustafa Kan. (Şoförü işaret ederek) bu da Abdullah.

- Vay! İşe bak sen!!

Yaklaşık 100 metre sonra bir evin yanında durduk. Çantayı dışarıda bırakıp eve girdim. Ahşaptan, güzel, şirin bir evdi. Balkona çıktık, bir iki fotoğraf çektim.

- Bak şimdi sana ne costereceğum. Yutuba cirdun mi, Kabahor Canli Yayin yaz. Orada yedi yirimi dort yaylayi izlersun. Aha kamera da buradadur. Bunlari bizum mühendisimuz sağolsun o yapti. Kontroli da ondadur. (mühendis dediği şoför). Cel bak şimdi.

Telefondan bir uygulamayı kullanarak balkonun köşe direklerinden birine monte edilmiş kamerayı kontrol etti. Kamera dönüp bize baktı, telefonun ekranında çıktık.

- Aha şimdi yutubdasin. Yukarı yayliya da vardur aynisi bak. Aha!

Gerçekten evveli gün yakınından geçtiğim yaylanın da canlı görüntüsünü gösterdi bana. Ekranda evveli gün geçtiğim yolu görünce:

- Bak bu yoldan geçtim iki gün önce. Petran’dan gelen yoldan ayrıldım, indim aşağı. Oradan Gaban’a geçtim.

- Evet, geçilur Gaban’a yokariden, dağdan.

- Muammer Amca sağolsun bana bir sürü isim söyledi. Bilmediğim yer isimlerini. Bak sayayım sana da tekrar bir kontrol edelim, onun şivesi ağır geldi yanlış yazmış olmayayım.

- Soyle bakalum.

- Çencehol (Tam telaffuzu “Tzencexol) bu yukarısı.

- Çencohol evet.

- Sonra Çokhçora

- Evet.

- Sonra Teldemiç. Kabahor Yaylası’nın üstü.

- Yoook! Teldemiç buriya yukariyadu. Sen su içiydun ya seni alduk.

- Evet.

- O vadiden yukariya Teldemiç’du!

- Hımm. Amca yanlış anladı. Ben Kabahor’dan ayrılan vadinin yukarısı derken, yaylayı kastetmiştim o köy anladı. Neyse düzeltmiş olduk.

Bu arada çaylar geldi. İçmeye koyulduk.

- Ne güzel yerde yaşıyorsunuz bak ne şanslısınız.

- Buriya yaşamiyoruz çi. İstanbul’dayiz.

- Olsun. Kaç İstanbullunun böyle güzel yeri var.

- Evet. İşte tam kapanmayi bahane bilduk, atladuk celduk.

- Bir sıkıntı olmadı inşallah, sağlık açısından.

- Korona ceçurdum. 15 cun yattum. Çok fena oldum hocam.

- Geçmiş olsun.

- Biz İstanbul’da tekstil makinesi satıyoruz.

- Bende Yalova’da büyüdüm.

- Yakınmış. Bu Kabahor’da geçti çocukluğumuz. Adım adım bilurum dağini, taşini. Buranun tarihi de derindur haa! 300 yil geriye cotururum, anlaturum sana şimdi de zaman yok.

- Daha geriye de götürürsün.

- Burada Rum yerleşimleri de var. Aha bu yukariye çilisa kalintileri var hep. (beni de kaldırıp balkonun diğer tarafından köyün üstündeki ormanın sınırını gösterdi.) Bak orada taşlari corursun.

- Ermeni aslında. Rumlar daha çok kıyı bölgelerde yaşamışlar. Hatta kıyıda yaşayanlara "horum" derler. Türklerin Rumlara "Urum" demesinden galattır. İkizdere'nin de yarısı Rum yarısı Ermeni yerleşkesiydi. Kabahor ismi de Ermenice aslında. Bu Anzer mesela, Ermenice “geçitler” demek. Köhçer (Çamlık) yine Ermenice “ferah yer” anlamında.

- Evet evet, Ermeni. Aşağida şu karşuki tepenin arkasine Ermeni evleri var. Yikilmiş, viran kalmişler ama bellidur yani var evler.

- Doğrudur. Abi ben iki bardak çay içtim artık kalkayım.

- Tamam. Telefonumi yaz, dağda kalursin, bir şey olur, hemen ararsun. Aldururuz seni.

- Sağolasın abi, bir sıkıntı olmaz alışığım ben.

           - Haydi selametle. Baluk yedururduk sağa ama cideysun.

           - Sağolasın abi, yemiş kadar oldum.

Balkondan salona geçip alt kata indim, çantamı sırtlanıp yola koyuldum. Tam evden çıkmıştım ki elinde kazmayla oturduğu yerden otları temizleyen yaşlı bir teyze gördüm. Seslendi:

- Oğul anan buriya mi?

- Teyzecim ben misafirim, bak şu eve davet ettiler oradan geliyorum. Gidiyorum şimdi. Sen karıştırdın beni.

- Tamam oğul tamam, haydi uğurlar olsun.

- Sana da teyzem.

Bu duraklamayı da savdıktan sonra hızlı bir şekilde yola koyuldum. Yol genişti ama etrafın pek bozulmamış doğallığı insana kendini iyi hissettiriyordu. Biraz hızlı bir şekilde hafif eğimi tırmanıyordum. Kısa zamanda iki kere su içmiş, üstüne iki bardak da çay indirmiştim. Üstüne bu hızlı tempo gelince biraz şiştim. Karnımın sağ tarafında hafifçe acımaya başladı. Yol üzerinde beni izleyen bir sürü ineğin arasından geçerken yavaşladım. Telefonu kontrol etmek için biraz durdum o arada bünyem toparlandı ve tekrar hızlı bir tempoyla yola koyuldum. Vadinin iki yakasına yerleşik tek tük mezralara baka baka yürüyordum. Sağ tarafımda, yukarıda, perşembe günü kat ettiğim yollar görünüyordu: Petran-Kabahor yol ayrımı, geçit vermeyen kürtük. Daha aşağıda kalan yer ise “tekinsiz” dediğim bölgeydi. Perşembe günü oradan geçerken eski bir yayla kalıntısı ile bir tane mavi brandalı çoban barınağı görmüştüm. Yerin ismini çok merak etmiştim ama maalesef bilmiyordum. Ta ki güzel bir tesadüf eseri 2 gün sonra –yani bugün– Muammer Amca’yla karşılaşana dek. İsminin “Çencehol” olduğunu ondan öğrenmiş oldum.

Karşıma çıkan dönemeçleri alarak hızlı tempomu da koruyarak ilerliyordum. Aklıma çantamdaki armut geldi. Çıkarıp afiyetle yedim. Hızlı yürürken nefesin de ritmik olması gerekir. Ama armudu yerken nefesimin ritmi bozuldu. Aslında tehlikeli bir durum… Derin nefesle birlikte yutağa kaçan bir parça hayati tehlikeye sebep olabilir diye düşünüyordum ki biraz armut suyu nefes boruma kaçıp beni öksürtünce durdum. Armudu bitirip yola öyle devam ettim.

Bir noktada burnuma keçilerin o tanıdık yoğun kokusunu getirdi rüzgâr. Yakınlarda kesinlikle bir sürü vardı! Muhtemel bir çoban köpeği vukuatına hazır bir şekilde yükselmeye devam ettim ve karşıma mavi brandayla çevrilmiş bir alan çıktı. Ama içi boştu, etrafta da sürü görünmüyordu. Yaylanın evleri görünmeye başlamıştı ki sol tarafta uzakta beni izleyen sarımsı beyaz renkli ızbandut bir Sivaslı gördüm. Hiç kıpırdamadı! Havlamadı bile. Sonra kafasını aşağı çevirip –hal diliyle “Çok da şeyimdeydin!” dermiş gibi– ilgisini başka bir yere verdi. Sürü de benim yaylayı geçtikten sonra tırmanmaya başlayacağım yolun altındaydı. Yani bugün çoban köpekleriyle uğraşmayacaktım.

Yaylanın yakınlarında bir çeşme ve çeşmenin arkasında betondan inşa edilmiş bir tuvalet gördüm. Önce su içtim, sonra tuvalete girip def-i hâcet ettim. Biraz dinlenmek için beton masaya oturdum. Rüzgâr serin serin esiyor, parça pamuk bulutların arkasında bir kaybolan bir görünen güneş, vaktin öğleye geldiğini haber veriyordu. Planladığım rotanın yarısından fazlasını bitirmiştim. Ama şimdi rotayı değiştirip, Suda üzerinden inmektense sırttaki patikaları takip edip Kotlika üzerinden inmeyi düşünmeye başladım. Patikaları görmemiştim tabi, uydu haritasında belli belirsiz görülüyorlardı sadece ama sırttan ve sırttan sonraki ormandan geçerek yaylaya ulaşabilirdim. Oradan da Suda’ya çıkan araç yoluna bağlanarak başladığım noktaya varabilirdim. “Neyse, yükselmeyi bitirelim, önümüzü görelim hele kararı ona göre veririz.” diyerek kalktım ve yaylaya girmeden sola dönen yola vurdum. Bu yol Kabahor Vadisi ile İspir Yolu’nun geçtiği vadiyi birbirinden ayıran dağa çıkıyor ve yukarıdaki yüksek düzlükler boyunca silikleşerek devam ediyordu. Kısa kısa duruşlarla yolu baya tırmandım. Bir noktada üstünde “Bargan Su” yazan bir çeşmeye vardım. 2012 yılında yapıldığına dair bir tarih de atılmıştı. Sudan biraz içtim, buz gibiydi. Hemen yolun altında da ortasında küçük bir su birikintisi olan bir düzlük vardı. Büyük ihtimalle buranın ismi “Bargan” diye düşündüm. Sulandıktan sonra tekrar tabanlara vurdum. Bu bölgede her taraf patika! Yamaç boyunca yan yan ilerleyen eski patikalar birbiri üstüne sıralanmışlar. Hayvanların otlaklar boyunca ilerlerken açtıkları eski yollar bunlar. Silinip unutulmaya yüz tutmuşlar! Bu patikaları izlerken baya yükseldim. Eğimin azalıp yürüyüşün rahatladığı yüksek bir noktada biri erkek diğeri dişi iki huş tavuğunun batı tarafımda benimle hemen hemen aynı irtifada süzüldüklerini gördüm. Bozuk makinemi çıkarıp bir iki fotoğraf aldım. Kuşları izleyerek yürümeye devam ediyordum ki 5 metre ya var ya yok önümden dişi bir birey havalandı. Çok geçmedi biri daha! “Ne oluyor bugün Allah aşkına!” diye sesli bir şekilde söylendim. Sabah bozayı, sonra kaya kartalları. Hadi uzaktan görürsün neyse, hepsi yamacımdaydı resmen!

“Bugünkü yürüyüş gerçekten harika gidiyor bakalım daha neler göreceğiz?” diye düşünerek ilerliyordum ki bu sefer yanımdan, evet tam yanımdan, biri daha kalkıp kendini yamaç boyunca boşluğa bıraktı! Dişiler boz/kahverengi gösterişsiz bir görüntüye sahipler ve yükseklerde henüz yeşillenmemiş mat sarı çayırların içinde kusursuz bir şekilde kamufle olabiliyorlar. Tünemiş halde görülebilmeleri çok çok zor. Erkek bireyler tamamen siyahlar. Onları da görmek zor… Yanımdan havalanan bu dişiden sonra bu sefer bir tane de erkek yolun sağ tarafından fırlamasın mı? Haydaa! “Birini bile kaydedemedim ya la, yuh olsun!” dedim ve iş göremeyen makineyi boynuma asıp telefonu aldım elime. Başladım video kaydetmeye. Yoldan çıkıp yamaçta biraz alçaldım. Tünediklerini düşündüğüm kayalık bölgelerde video kaydederek dolaştım ama bu sefer elimde telefon var ya, kaydediyor ya, çıkarlar mıydı hiç? Çıkmazlardı tabi! Söylene söylene yola geri döndüm ama yine iki tane dişi arka arkaya tam önümden havalandılar. Gerçekten olağanüstü şeyler görüyordum! Havada en az dört bireyi süzülürken görebiliyordum. Makineyi çıkarıp uzaktan da olsa bir iki fotoğraf aldım. Sonra tekrar telefonu açıp video kaydetmeye başladım. Birkaç saniye sonra bingo! Erkek bir birey 7-8 metre öteden havalanıp yamaç boyunca süzüldü. Telefonla olabileceği kadar harikaydı kayıt! İlk kez bir dağ horozu kaydı alıyordum! Kahkaha attım, içim içime sığmadı o an.

- Dersu gördün mü bu gözlerin gördüğünü?

- Görmez olur muyum? Sen aksini düşünsen de bugün aslında oldukça şanslısın! Kaydı kuydu boş ver, gözlerinle gördün, zihnine kazındı her şey. Ayan beyan görüyorum ben de ve hissettiklerinin farkındayım.

- Rota da uzun ve ormandan vadiye, yayladan yüksek düzlüklere çok farklı güzergâhlardan geçtiği için şansım da arttı haliyle. Ne dersin?

- Kesinlikle derim! Hiç bu kadar uzun süre seninle birlikte olmamıştım. Sanırım bugün birlikteliğimiz sürecek daha. İzliyorum seninle, devam devam!!

 Sonra telefonu cebime koyup, elde bozuk makine çevreyi kontrol ederek yürümeye devam ettim. Yolu kaplayan bir kürtüğü geçtim. Sol al tarafta bir vadi başlıyor, vadinin en aşağısında ise Kabahor Köyü’nün camisi ve birkaç ev gözüküyordu. Mustafa Abi’nin “Senin su içtiğin yerin üstündeki vadinin yukarısında Teldemiç Yaylası var.” derken kastettiği yayla büyük ihtimalle burasıydı (sonradan teyit ettim, doğruydu). Oradan buraya çıkmak zorlayıcı bir aksiyon olurdu. Yazdım bir kenara: Çıkılacak!

Burayı da yürüyüp geçtikten sonra inişli çıkışlı bölgelerden devam eden geniş patikadan hallice yol, yavaş yavaş silikleşmeye başlıyordu. Yolun bazen üstünde bazen etraftaki arazide koşuşturan kulaklı toygarları makineyle fotoğraflayarak ilerlemeye devam ettim. Yüksek düzlük bu bölgede yer yer erimemiş kar alanları vardı ve etraftaki çayırla harika bir kontrast oluşturuyordu. Rüzgârın, kuşların ve arada bir yakınımdan geçen tüylü tombul bombusların vızıltıları dışında ses yoktu. Hem alacalı kar desenli çevre hem karlı dağların ardından sökün eden parça pamuk bulutların görüntüsü tatlı yorgun bedenimi dinlendiriyordu. Sabahın erken saatlerinden beri taban tepiyordum ve rahatsız edici bir yorgunluk belirtisi hissetmiyordum.

Yol sola doğru meyletmeye başlarken rotadan çıkıp çayırdı doğuya doğru yükselmeye başladım ve sırta çıkarak Ovit ve Sivrikaya tarafındaki dağlar ile en aşağıda Çamlık ve Sivrikaya köylerini görüş alanıma soktum. Kuzeydoğuda Verçenik’i aradı gözlerim ama henüz görüş alanına girmemişti. Sırt boyunca hafifçe yükselerek yürümeye devam ettim. Yerde saçma kovanlarıyla karşılaşınca şaşırdım, “Ulan burada da mı be! Hadi sıktınız, tatmin oldunuz bari yerde bırakmayın boş kovanları hayvan herifler ya!” Neyse bu duruma bir türlü alışamadım. Bu insanlar değişmiyorlar, değişmeyecekler…

Sırt boyunca ilerlerken sağ altımda bir yayla yerleşkesi görüş alanıma girdi. Elbette ismini bilmiyorum (Çeçil?). Bu hat boyunca en kuzeyde Kotlika, sonra Suda onun ardından Mehule yaylalarını biliyordum. Ama ondan sonrakilerin isimleri hakkında bir malumatım yoktu. Daha sonra sorup soruşturmak üzere oradan ayrılıp sırttan yola indim ve rotaya tekrar bağlandım. Yol bir miktar inişten sonra tekrar yükselmeye durmuştu. Arkamı döndüğümde kuzeydoğuda en uzak ufukta Verçenik’in mağrur üç doruğunu gördüm. Sol tarafında ise Kızılbel’i seçebiliyordum. Yine Vaşa Yaylası ve ona çıkarken kat ettiğim münzevi patika da görülebiliyordu. Yükselmeye devam ettim. Bir süre sonra rota kuzeye doğru yönelmeye başladı. Artık yürüyüşümün en yüksek noktasındaydım. Birazdan iniş başlayacaktı. Ama önce oturup kahve eşliğinde yulaf tatlısını gömmem gerekiyordu. Ben de çantayı çıkarıp tatlıyı boğmaya koyuldum.

Atıştırırken aşağıda sabah yürüdüğüm yol gözüme takıldı. Hani şu dere güzergâhından çıkıp da vadinin başında yemek yedikten sonra yürüdüğüm iç karartıcı yol. Orman o kadar özensiz ve gereksiz geniş açılmıştı ki bu uzaklıktan bile yol ayan beyan ortadaydı. Yolun hemen altından yukarıya doğru devam eden vadi (sabah onun girişindeki patikada kahvaltı yapmıştım.) Muammer Amca’nın “Çinnapo’ya, öküz yataklarına çıkar.” dediği vadiydi. Öküz yatakları da eğreti taş duvarlarıyla çevrelenmiş halde görülebiliyordu. Vadinin batı yakasında ise patikalar belirgindi. Muammer Amca’nın “Seni çıkarırdım ama vaktim yok.” dediği, bana daha sonra kolay çıkabilmem için güzergâhını tarif ettiği sırt da açık seçik görülüyordu. Bu manzara önümde bütün ayrıntısıyla seriliyken kafamda birçok rota belirmeye başladı. Burayı kısa sürede tüketmek mümkün değil, harika bir trekking potansiyeli mevcut burada.

Tatlı işini bitirip inişe koyuldum. Yol artık minik bir patikadan ibaretti. Eğim azalınca sağ tarafta Suda Yayla göründü. Planladığım rota bu noktada aşağı inip Suda Yaylası’ndan geçiyordu. Ama ben Muammer Amca’nın Çokhçora dediği yerin üzerinden patikaları takip edip ormandan geçerek Kuplika Yaylası’na gitmeye, oradan araç yoluna bağlanıp yürüyüşe devam etmeye karar verdim. Önceden planladığım rota toplamda 42 km iken bu değişiklikle tahminen 45 km olacağını hesap ettim. İsterse 50 olsun hiç problem değildi. O patikaları ve orman geçişini merak ediyordum.

Patikalara doğru boğaza inip, ince ama belirgin patikalardan birini takip etmeye başladım. Güzergah sabit irtifayla yavaşça kuzeye dönerek ilerliyordu ki sol alt tarafta (doğuda) Muammer Amca ile karşılaştığım bölgeyi gördüm (Arçukan). Makinenin vizöründen baktım, araba hala oradaydı. Islık çalıp yaylacılara özgü sesle bağırdım. El salladım. Sonra Mustafa Abi’nin telefonunu aldığım aklıma geldi. Fotoğrafı gönderirim diyerek 300mm ile fotoğraflarını çektim ve yoluma devam ettim. Patika küçük bir kar kürtüğünden sonra çatallanarak devam ediyordu. Bir noktadan sonra “hazine” bulduğumu fark ettim. Gittikçe güzelleşen patika bir bölgede ormana daldı. Ben bunca yıldır yaptığım yürüyüşlerde, gerek Çamlıhemşin’de gerek İkizdere’de bu kadar şahane bir patika görmemiştim. Bu açık ara en iyisiydi! Ormandaki ladin ve köknar ağaçları yaşlı ve iriydiler. Yürüyüşe engel olacak çalılıklar yoktu. Ve eğim, o kadar hafifti ki Rize dağlarındaki ormanlarda bu şekilde yürüdüğümü hatırlamıyorum hiç. Sal ile Pokut arasında, Ğazindag ile Amlakit yolu arasında yine Ayder ile Ğazindag arasında böyle rahat yürünen patikalar mevcut ama bunun atmosferi gerçekten şahane. Adı geçen Çamlıhemşin yaylalarının da yeri ayrıdır, muhteşem yerlerdir ama oralar yol geçen hanı oldu artık. Issız mevsimler dışında o güzergâhlarda kafa dinlemek maalesef artık mümkün değil. Burası ise eminim hemen hiç ziyaretçi çekmiyor. Yerliler dışında pek kullanan da olmuyordur. Umarım da çekmez, hep böyle otantik kalır.

- Ne dersin Dersu! Sence de olağanüstü bir güzellik değil mi?

- Kesinlikle öyle. Hislerini aynen yaşıyorum dostum. Bugün hayatının en yüksek günlerinden birini yaşıyorsun ve inan bana kim olduğun konusunda -geçen gün Gaban’a geçerken yaptığımız konuşmayı hatırla- bir farkındalığa yakınlaşmış durumdasın. 40km yol yürüyüp, 1800 küsur metre tırmandığın halde yorgunluktan, bacak sızılarından bahsettiğin yok! Önünde 20 km daha devam etse bu patika of demeden yürümeye devam edeceksin, kaybolup ormanda kalmak umrunda değil. Gerçekten senin kimliğin bu anlarda parlamaya başlıyor. Doğadan asla vazgeçmemelisin, kendini “orada” buluyor, gerçek anlamda mutlu olabiliyorsun. Baksana şu haline, hah haaaaa, şapşal seni :)

- Gerçekten hayatımın en güzel günlerinden birini yaşıyorum Dersu! Ooo şuralara bak…

- Gördüm gördüm! Devam et sen, izliyorum…  

 Patikanın içinden geçtiği irili ufaklı yemyeşil kayranlar vardı. Ağzım gerçekten kulaklarımdaydı. Sadece gülümsemiyor, sesli gülmekten kendimi alamıyordum. Bugün ne güzel bir gündü böyle! Bu yürüyüş açık ara benim en iyi doğa yürüyüşü deneyimimdi! Patikanın yaylaya çıkıp çıkmayacağı, çıkmaz da aniden biterse ne yapacağım umrumda bile değildi. Sadece anın ve ortamın keyfini çıkarıyordum. Derken yemyeşil, pürüzsüz ve geniş bir kayrana çıktı patika. Kale direkleri olduğunu sandığım bir iki çıta dışında insan izi yoktu. Alanın ortasına geldiğimde sağ altta alçak taş duvarlar gözüme çarptı. Yayla yakınlardaydı. Sol taraftaki açıklıktan ise karlı dağlar ve Petran görünüyordu. Sağ tarafa doğru ilerleyip patikayı takip etmeye devam ettim, ve işte! Yayla evlerini ve araba yolunu gördüm. Yaylada doğal mimariye sahip az sayıda ev vardı. Yaylanın yolu yeni yapılmıştı. Sırtında taşıdığı yeni doğmuş keçi ve köpeğiyle bir dönem sosyal medyada sükse yapan ve akabinde Cumhurbaşkanı’nı ziyaret eden küçük kız, ondan yaylasına yol yapmasını rica etmiş ve yol yapılmıştı. Ne şans ki kadim patikaya kimse dokunmamıştı.

Yaylada hiç kimse yoktu. Biraz oyalandım. Su içip fotoğraf çektim ve araba yolundan dönüşe koyuldum. Yol inmiyor, çıkıyordu. Ama rahatsızlık hissetmeden tırmandım. Bir noktada iniş başladı. Birkaç km yürüdükten sonra Suda Yayla yoluna bağlandım. Sağ üstte ağaca çakılmış bir tabelada “Hamdüsena Süt Ürünleri Yaylası” yazıyordu. Bu tabelayı daha önce de görmüştüm ama Suda Yayla yoluna devam etmiştim. Yaylanın eski ve esas ismi hiçbir yerde yazmıyordu garip bir şekilde. Ve “yeni” ismi trajikomikti en hafif tabiriyle!

Rotayı değiştirerek uzattığım yolun toplamda 45 km olmasını bekliyordum ama uzadıkça uzadı. Aslında bu durumdan hiç rahatsız değildim. Akşamla birlikte halimleşen güneş ışığıyla manzara o kadar yumuşamış ve netleşmişti ki adım başı durup uzaklardaki ahşap evlerin fotoğraflarını çekiyordum. En nihayetinde aracıma ulaştığımda telefonda 49.11 km yazıyordu. Kişisel rekorumu kısa süre sonra egale etmiştim. Bu tam kapanma ve Covid süreci bana gerçekten yaradı! Sınırlarımı görmek için düzenlediğim bu aksiyon sınırlarımı görmemi sağlamadı ama birkaç yıldır planladığım ekstrem diyebileceğim yürüyüşleri bu yaz artık gerçekleştireceğimi kesinlikle gösterdi.  

- Aha! Dersu, hala burada mısın?

- Neden şaşırıyorsun?

- E yola indik; araba, ev kaynıyor ortalık. Ben senin sadece yaban bölgelerde varlığını hissettirdiğini sanıyordum.

- Varlığımı hissettiren ben değilim, hisseden sensin! Evet, “medeniyete” yaklaştık ama içindeki yabanıl coşku eksilmeden varlığını sürdürüyor hala. Onun için benim de varlığımın farkındasın.

- 50 km neredeyse Dersu! Hayatımda hiç bu kadar yürümemiştim ve inanır mısın 60 km de yürürdüm. Yorgun değilim o kadar, daha çok yorulduğum olmuştu!

- Yorgun olmamanın sebebi bu seviyede zorluğa sahip bir güzergâhı önceden planlayıp ne ile karşılaşacağını biliyor olman. Hatta irtifa olarak daha fazlasına hazırdın, 2300 küsur metre olarak planlamıştın. Yorgun hissetmemene gelince, bu aslında zihinsel bir durum… Okuduklarından hatırlarsan kaslar sadece beyin sinyallerini alan makine parçalarıdır. Yorgunluğu hisseden onlar değil! Esas işi kontrol eden elbette beyin… İş orada bitiyor, zorluklara katlanma konusunda isteksiz olsaydın inan bana daha yarısına gelmeden işin bitmişti, adım atacak halin kalmazdı. Ama “patron” dopamin bombardımanına uğrarken yorgunluk sinyallerini göndermeye yanaşmıyor. “Daha fazla adım at, daha fazla yüksel. İşte bu!” diyor aslında. Bedenin donanımını kontrol eden bir yazılım gibi davranıyor ve vücudunu tam potansiyeliyle harekete geçiyor. Anlatabildim umarım.

- Kesinlikle katılıyorum. Bu tamamen mental bir durum.

- Neyse ben kaçayım artık. Unutma ne zaman o yabanıl hissiyata bürünürsen benimle konuşabilirsin. Ben hep seninleyim…

- Görüşürüz dostum! Teşekkür ederim.

Araçla İkizdere yoluna vurdum. Guruba teşne güneşin tatlı ışıklarıyla ne muhteşemdi ortalık! Ne güzeldi her yer! Yaşamak ne güzeldi… Ayıca, kartalca, otça, böcekçe; vadi, nehir, ormanca yaşamak… Nefes almak, var olmak ne güzeldi…

15.05.2021 - İkizdere


Yürüyüş başlıyor...




Suda Yayla'ya gitmeden orman yolu başlıyor. Zincir çözülmüş... Bu yola Ayı Çıkmazı ismini koydum.




Ayı Çıkmazının bir noktasında karşıma çıkan çoban barınağı





Yolun manzarasının açıldığı yerlerden biri.


İniş çıkışlarla devam eden Ayı Çıkmazı



Ayı Çıkmazı ismini verdiğim orman yolunda ağaçlar arasından Petran



Ayı Çıkmazı'nın sonlarına yaklaşırken bir çoban barınağı daha...

Ayı Çıkmazı'nın son etabında karşılaştığım kaya kartallarından biri (tam ortada)


Ayı Çıkmazının benim yürüdüğüm kısmı burada bitiyor. Yol silinerek sağ taftan devam ediyor. 

Ayı Çıkmazı'ndan ayrılıp dere boyu yükselmeye başlıyorum.










Dere çıkışının bittiği bölge. Ayı Çıkmazı 2 km aşağıda kaldı. Bu yol sol taraftan Kuplika'ya sağdan Kabahor'a bağlanıyor. Karşıda vadi takip edilirse Çinnapo'ya çıkıyor.

Çinnapo'ya çıkan vadinin başı. Kahvaltı zamanı.

Kabahor'a doğru yükselmeye devam ama yol berbat görünüyor.

Kuplika'ya giden yol.

Arçukan Mezrası'ndan (Yanmışlık) Kabahor'a doğru...


Kabahor'a iniş...



Kabahor Köyü

Köy yolundan Kabahor Yayla'ya doğru...


Mustafa Abi'nin balkonunda dinlence...

Teldemiç'e çıkan vadinin başı


Kabahor mezraları



Kabahor Yayla'ya yaklaşırken mezralar tek tük devam ediyor.

Kabahor Yayla'ya girmeden soldan devam 

Yüksek düzlüklere giden yol üzerindeki bölge "Bargan Su"

Bargan Su civarından Kabahor Panoraması. Yaylanın kuzeyinde iki ayrı vadiye dikkat. sağ taraftakinin üzerinden Gaban'a aşılabiliyor. Soldakinden Ovit tarafına geçilebiliyor.

Kabahor Yayla

Gaban-Petran-Kabahor ayrımından gelen yol ve kuzeydeki vadiye çıkan yol. 
(Bargan Su Mevkiinden)

Yüksek düzlüklerden İba Zirve

Yüksek düzlüklerden Orsor Dağları

Yüksek düzlüklerden sol üstte İba Zirve ile sağ altta Gaban-Petran-Kabahor aşıtı

Yüksek düzlüklerden Aşağıda Kabahor mezralarından biri

Havada süzülen huş tavukları


Yamaç boyunca süzülen dişi huş tavuğu

Önümden havalanan erkek huş tavuğu



Sağ aşağıda Teldemiç Yayla

Teldemiç Yayla

Teldemiç Vadisi'nin sonunda Kabahor Köyü

Yüksek düzlüklerde çevre

Yüksek düzlüklerde zemin üzerinde koşuşturan bir Kulaklı Toygar

Yüksek düzlüklerin doğu tarafındaki bir sırttan Sivrikaya tarafında kalan ismini bilmediğim yayla (Çeçil Yayla olabilir)


Yüksek düzlükler üzerinde bir sırt

Sırttan doğuda Sivrikaya'nın yukarısında kalan dağlar. Buların arkası Kuruyatak Vadisi...

Sırttan Sivrikaya

Çamlık mezralarından biri

Sırttan karşı tarafta Çamlık'ın üstünde Puşula Mezrası

Sırttan Vaşa Yaylası

Vaşa Yaylası ve altında güzelim patika

Sırttan en uzak ufukta Aşağı Çağrankaya Yaylası

Yüksek düzlüklerden Kızılbel ve Hemşin Tepe. Bu tepeler Cimil Vadisi'nin yukarılarında kalan Saler Yayla ve Çirmaniman Yaylanın kuzeyinde yükseliyor.

İşte Verçenik... Yüksek düzlüklerde kendini gösterdi.


Yüksek düzlüklerden Orsor Dağları panoraması

Yüksek düzlüklerden Arçevit Yaylası

Yüksek düzlüklerden İba Zirve (sol üstte) ve Arçevit Yaylası (sağ altta)

Yüksek düzlüklerden Kama Yaylası

Yüksek düzlüklerden uzak ufukta Çaykara sınırlarındaki Demirkapı'ya (Haldizen) geçen yol. Eskice tarafından çıkıyor.

Yüksek düzlüklerden iniş sırasında uzaklarda Mahura

Yüksek düzlüklerden iniş sırasında Muammer Amca'nın tarif ettiği sırt patikası ve arkada Petran ile daha arkada Kama Köyü. En sağ tarafta ise Mahura.

Yüksek düzlüklerden iniş sırasında Çinnapo Mevkii ortada. Sağ üst tarafta ise orman katledilerek açılan araç yolu.
Ayı Çıkmazı o yolun altındaki vadiden geçiyor.

Yüksek düzlüklerden inerken boğazın doğu tarafında kalan Suda Yayla... Yol yapacağız diye yaylayı mahvetmenin en güzel(!) resmidir.

Kuplika Patikası üzerinden Çinnapo Mevkii'ndeki öküz yatakları.

Öküz yatakları

Kuplika patikası başlıyor

Kuplika Patikası üzerinden Arçukan Mezrası (Yanmışlık). Kabahor'a buradan iniliyor.

Kuplika patikası üzerinden Arçukan mezrası dar açıyla çekim. Muammer Amca'nın aracı ve restore ettirdiği mezra görülebiliyor.

Patika kuzeye döndüğünde çatallanıyor. Yayla hayvanlarının açtığı karakteristik yollar.

Patika eğiminin nispeten arttığı ve yaylanın yaklaştığı kısımlardan


Patikaya devam

Ve Kuplika. Az sayıda evden oluşan küçük ve şirin bir yayla. Bozulmamasını umuyorum.

Kuplika evlerinden bazıları.

Kuplika evlerinden bazıları.

Kuplika Yaylası'ndan dönüş yolunda aşağıda bir mezra

Dönüş yolunda dağ manzarası

Dönüş yolunda yukarıda kalan Suda Yaylası




Son adımlar... Çamlık görünmeye başlıyor.

Çamlık'ın güzel evleri

Rota istatistikleri... Yalnız iyi yürüdük!













Yorumlar

  1. İkizdere'de yıllarımı geçirmiş olmama rağmen şu duyguları yaşayamış, bu güzellikleri görmemiş olmak beni üzdü gerçekten. Ve daha nicesi de bunu bilmiyor, buna oralı olanlar dahil! Herkesin "bir an önce buradan kaçmam lazım, off ne sıkıcı bir yer vs" diye saçma sapan serzenişlerde bulunduğu yerde ne harikalar yatıyor halbuki! Gerçi davulun sesi uzaktan hoş gelir, bu kadarını yapabilir miy(d)im, pek sanmıyorum. Hayat aslında güzel anı biriktirme sanatı, elimizde bunlar kalacak ve onları da bu şekilde ölümsüzleştirmek ve paylaşmak da ayrı bir güzel. Bilmiyorum herkese oluyor mu ama ben okurken gerçekten mutlu oluyorum. Garip bir heyecan kaplıyor içimi, hayat her şeye rağmen güzel, insan isterse gerçekten bir şeyleri değiştirebilir, en azından kendi hayatını tamamen değiştirebilir. Tercihimizi mızmızlanmak ve şikayet etmekten yana kullanınca kolayı seçip birçok şeyi kaçırmış oluyoruz. Dersu'yla konuşurak, hissederek gezebilmeyi çok isterdim ama sınırlarımı bilmiyorum. İmreniyor, çok takdir ediyor ve saygı duyuyorum bu yaşam şekline. 👏👏👍

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eyvallah sağolasın okuduğun ve yorum yazmaya değer gördüğün için. Birilerinin okuması çok önemli değil biz unutmayalım yeter...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..