Saklı Belde'de 2 gün 2 gece...


Aslını ararsan zaten hiç gereği yok,
Hiç gereği yok dünyada yalvaçların,
ve hamam nalınlarının.
Nasıl olsa ıslanmak için girmişsek oraya.
Söyle, Tanrı adına söyle, var mı bir yol göstereni,
bir yalvaçı kuşların ağaçların..
O ne dinginlik bayım, o ne erinç, o ne bilgelik!
Hiç aldattığı görülmüş müdür insanları,
hatta affedersiniz ayıları
bir armut ağacının aldattığı..
Doğrusunu ister misiniz, ben anlamıyorum,
 mayonezli ölü balıkları, 
yüz katlı yapıları..


Turgut Uyar

 

Geçen haftaki kamp planım cuma günü de yasağa dâhil edilince yerle yeksan olmuştu. Ben de Çağrankaya Yaylası’na daha çok kondisyon amaçlı 30 km’lik bir yürüyüş yapmıştım. Kamp işini bir sonraki yani bu hafta için planlamaya başlamıştım ki bu sefer de 17 günlük tam kapanma işi çıktı. Araçla İkizdere’den çıkarsam acaba ceza yer miyim diye düşünmeye başladım. İkizdere kırsal bir yer olduğu ve köyleri çok yüksekte, sapa kaldıkları için insanlar haliyle araçla iniyorlardı kazaya. Polis de araçları durdurup soru sormuyordu. Aslında kimseye bir şey sorulmuyor, kimseye ceza kesilmiyordu. Bu durumu göz önüne alıp kapanma da olsa bir şekilde dağa kaçmam gerekiyordu. 

Sokağa çıkma yasaklarında asla dışarı çıkmazdım. İhtiyaçlarımı da önceden hazırlar yasağa harfiyen uyardım. Lakin şunun şurasında genç halimle yaşacağım kaç bahar kaldı? Geçtim baharı, Kaçkarlarda kaç bahar daha yaşayabileceğim? Bu konu canımı sıkmaya başladı. Dağlardan ve kitaplardan başka hiçbir eğlencesi olmayan biri için büyük bir işkence halini almaya başladı bu diye düşünüp yasağın başladığı cuma günü etrafı yoklamak için markete çıktım. Devriye gezen polislerin “Sokağa çıkma yasağı var millet sokakta ya!” diye kendi aralarında serzenişte bulunmalarını duydum ama bir şey de yapamıyorlardı uyarmaktan başka. Yol üzerindeki polis kontrol noktasına baktım arabalar rahat rahat geçiyor durduran eden yok! Tamam dedim ben yarın kaçıyorum. Zaten insanla işim yok bir başıma ormanda kamp atacağım iki gün ıssız dağlarda vakit geçireceğim, şansım olursa canlı namına dağ keçisi, ayı, urkeklik görürüm o kadar. Akşamdan hazırlıklarımı yapıp ertesi gün 10.00’da çıkmak üzere yattım. Her zamanki gibi heyecandan uyku tutmadı, 6’da yataktan çıktım. Biraz kitap okuyup 10’a kadar hazırlıklarımı tamamladım. İki günlük hazır yemek, yedek kıyafetler vs. her şeyi tekrar kontrol edip 10.00’da çarşıya çıktım. Düne göre sakindi her yer. Markete girip kuruyemiş aldım. Karşı bakkaldan ispirto tedarik edip İkizdere’yi terk ettim.

    10.35 gibi gizli mabedime giden güzergâhın başındaydım. Aracı geri döndürüp park ettim. Konsola dışarıdan görülebilecek şekilde kim olduğumu, neden geldiğimi, aracın kaç gün kalacağını, tel numaramı ve ismimi yazdığım bir kâğıt bıraktım. Burada garip insanlar var, daha önce yaşadıklarımı yazsam metni uzatır ama en kötü ihtimalle aracın başına jandarmanın gelmesini istemiyordum o kadarını söyleyebilirim.

    Bu mekân benim İkizdere’de yaşadığım yıllar boyunca her fırsat bulduğumda geldiğim, içselleştirdiğim, yaz kış demeden her halini yaşadığım harika bir yer. Kamp deyince de aklıma ilk gelen yer burası oluyor haliyle. Gerek manzarası, gerek insana rastlama ihtimalinin çok düşük olması, gerek canlı çeşitliliği ile pek çok bakımdan cazibesi var. Daha önce bazı arkadaşlarla burada kış kampı yapmışlığım var ama yalnız başıma ve baharda ilk kez çadır kuracağım burada, onun için daha da bir heyecanlıyım. Uzun zamandır içimde bir ukdeydi nihayet gerçeğe dönüştürmüş olacağım.

   Araç yolunun kenarından beni kayrana götürecek yola girdim. Patikayı takip edip ahşap köprüden ve harika düzlüklerden geçip ormanın ortasında saklı kayranın girişine ulaştım. Karşıda yer yer eriyen karlarla bezeli kayalık bir tepe ormanın içinden fışkırıyormuş gibi görünüyordu. Bu manzarayı bilmem kaçıncı görüşüm ama her defasına beni etkileyen ve kendine çeken bir sihri var bu bölgenin. Çadır kuracağım nokta zaten belli olduğundan yer aramakla uğraşmayıp doğruca mekana gittim. Hızlı bir şekilde çantayı boşaltıp çadırı kurdum. Tulumu, matı, yedek eşyaları, yemek malzemelerini, ıvırı zıvırı yerleştirip kahvaltımı hazırlamaya koyuldum. Hem vakitten kazanmak hem de ispirtoyu harcamamak için evde haşlayıp soymadan çantaya koyduğum iki yumurta ile zeytin ve tulum peynirini bir bardak sade kahve ve iki dilim köy ekmeğiyle hiç ettim. Midenin arzusu kamil oldukta, ormanın içine doğru ilerleyen eski yayla patikasında yürümeye koyuldum. Akşama kadar bolca vakit var zaten. İlk iş yakacak odun aramak olacak. Kamplarımda ateş yakmam, birlikte kamp yaptığım insanlara da özellikle burada ateş yaktırmam genelde. Yakacaksak da toprağa zarar vermeyecek, külleri iz bırakmayacak şekilde kaldırabileceğimiz halde olmasına çok özen gösteririm. Bugün de ateş yakma niyetim vardı. Amaç yaban hayvanlarının gece ziyarete gelmelerini engellemekten başka bir şey değildi tabi. Bunun için patika boyunca zaten yerlerini bildiğim kesilmiş ağaçlardan birini almaya gittim. Muhtemelen civar köylüden birinin direk veya çit yapmak gibi bir amaçla kestiği ve bilahare almak üzere patikanın kenarına bıraktığı uzun ve düz ağaçlardı bunlar. Allah’ın ağacı, yıllardır da orada öylece duruyor. Hiç affetmem alırım. Bu odunlar olmasaydı çalı çırpıyla idare edecektim. Zaten maksat duman çıksın, biraz koku yayılsın. Bir iki günlüğüne güvenlik alanım belirginleşsin. Patikaya girip odunların olduğu yere geldim ama ortam o kadar şahaneydi ki sanki ilk defa geldiğim bir yermiş gibi ağzım kulaklarımda odunu boş verip patikayı yürümeye devam ettim. Garzavan Yayla’ya doğru yürüyüp ormanın sınırına geldikten sonra sol taraftan aşağı yönelip geldiğim patikaya paralel bir şekilde devam eden diğer patikaya girdim. Bu patika da diğeri kadar şirin ama hemen hiç kullanılmadığından artık ağaç ve çalılarla kapanmak üzere. İlk seferinde burada yolu kaybettiğimi hatırlıyorum ama artık uzman durumdayım, avucumun için gibi biliyorum burayı. Patika ufak bir çayın hemen yanından devam ediyor. İki yerde çayı kesip karşıya geçiyor. Buralarda karşıya rahat geçebilmek için düz ve ağır taşlarla ufak köprüler yapılmış. Tipik patika ustalığı, eski insanların işi. Ot ve yosunlarla kaplı oldukları halde sapasağlam yerlerinde duruyorlar. Bir noktada patikadan sola sapıp aradaki dereyi de geçtikten sonra doğruca çadırımın olduğu yere çıkmayı düşündüm ama zamandan bol ne var, ne gerek var deyip sonuna kadar yürüdüm. Patika kayrana giden yolun üzerindeki büyük köprüde son buluyordu, oradan itibaren tekrar kayranın yoluna girip çadırın yanına geldim. Gözüme kestirdiğim ağacı almak üzere patikaya tekrar girip ağacı aldıktan sonra geri döndüm. El baltamla ağaçtan birkaç parça kesip kenara koydum. Kalan kısmı kayaların arasına gizledim. Ateş için henüz erken olduğundan çadırımın yanında kayaya sırtımı verip kitap okumaya başladım. Kişiliğini ve düşüncelerini kendime yakın bulduğum Hermann Hesse’nin bazı deneme ve şiirlerini içeren “Görkemli Dünya” adlı minik bir kitaptı. Kitabın ilk sayfasına tarihi ve mekânın kendi verdiğim ismini yazdım. Daha ilk sayfalarda kendimi bulduğum birkaç satır çıktı karşıma:

         “… Her şey öncekinden daha çok ve yüzlerce nüansla daha zengin konuşuyor. Özlemim artık perdelenmiş uzaklıklar için rüyalı renklerle boyalı değil. Gözlerim olanla tatmin oluyor, çünkü artık bakmayı öğrendiler. Dünya eskisinden sevimli oldu.

           Dünya daha sevimli, güzel oldu. Yalnızım ve yalnızlığımdan acı duymuyorum. Yaşamın olduğundan başka olmasını istemiyorum. Kendimi pişene kadar güneşte bırakıp olgunlaşmaya hazırım. Ölmeye ve tekrar doğmaya hazırım.

           Dünya daha sevimli oldu.”

Kitapları evde, rahat ve sessiz ortamlarda okumayı tercih ederim. Umuma açık, gürültülü bir mekânda, sırf boş vakit doldurmak için okumak anlayabileceğim bir şey değil. Doğada kitap okumak da alışık olduğum bir şey değil. Doğa zaten bir kitapken başka kitabın yüzüne neden bakayım diye düşünürüm. Bunun için doğada kitap okuma romantizmine yabancıyım her ne kadar doğada romantizme gömülsem de. Ama iki günlük süreçte bir istisna yapıp düşüncelerini beğendiğim Hesse gibi bir yazarı yanıma almak istedim. Romantizmin çağdaş temsilcilerinden biri olan Hesse’nin doğaya dair düşüncelerini doğanın koynundayken okumanın nasıl hissettireceğini merak ettim. 

Kitabı yarısına kadar okuduktan sonra kalkıp bir çöp torbası aldım. Burada nerede ne kadar çöp var ezberimdeydi. Her geldiğimde karşılaştığım irili ufaklı çöplerdi bunlar. Günübirlik hızlı yürüyüşlerimde karşılaştığım ufak tefek atıkları yanıma alıyorum ama hacimli olanlarını daha sonra gelip almak üzere hafızama kazıyorum. Gelirken bu çöpler için yeteri kadar poşet de almıştım. Çöpleri tek tek elimle koymuş gibi bulup poşette biriktirmeye başladım. Bana ait olmayan atıkların yerini benim nokta nokta bilmem ama onları atanın belki de attığını dahi hatırlayamaması kadar garip bir ironi daha var mıdır? Emin değilim. Buraya geldiğimde bana şüpheyle yaklaşanlar; kim olduğumu, neden buralarda gezdiğimi, ne araştırdığımı, “ajan/terörist” olup olmadığımı soranlar galiba “kendi” bölgelerine zarar vereceğimden endişe ediyorlar. Hâlbuki buraya onlardan daha fazla zararı dokunan hiç kimse yok. Neyse çöpleri topladıktan sonra, poşeti giderken almak üzere göz önünde olmayan bir yere bıraktım.

        En temel birkaç işi gördükten sonra kuşların, ağaçların, derenin ve rüzgârın senfonisini dinlemeye koyuldum. Yüreğe usul usul akan ne tatlı bir müziktir o! Dağlardan taraf aheste esen rüzgar çam dallarında uğuldarken, ormanın derunundan bir kuşun munis nağmeleri tınlamaktadır. Uzaktan uzağa çağlayan nehrin kadim ağaç gövdelerine çarparak dağılması bu senfoniye arka plan olmaktadır. Bu huzurlu dinlence devam ederken aklıma bir bardak acı kahve eşliğinde birazcık kuruyemiş atıştırma isteği düştü. Bu ara öğünden sonra gerek etrafta dolaşarak, gerek kitap okuyarak vakti akşam yemeğine eriştirdim. Çadırın yaklaşık 20 metre ilerisinde kayranın güneydoğu köşesinde ürkek bir karaca yavrusu gibi ormandan çıkıp etrafı kolaçan ettikten sonra hemen geri orman dalan küçük çaydan, yanımda getirdiğim ufak tencere ile biraz su aldım ve alkol ocağını yakıp tencereyi ocağın üstüne koydum. Performansından hiç memnun kalmadığım bir ocak olsa da en iyi ürün eldeki üründür prensibine bağlı kalarak kullandığım bir ocak bu. 30 dakikadan önce suyu kaynatamayacağı için yemek hazırlamaya biraz erken başladım. Sağlıklı ve katkısız ürünlere sahip olduğunu düşündüğüm bir markanın hazır yemeklerinden bir paket barbunya pilakiyi bir paket de mantarlı bulgur pilavını ocaktaki suya koyup ısınmasını bekledim. Yemekler ısınırken çadırın yakınındaki ormana girip ateş için kurumuş ladin kozalağı ve biraz çalı çırpı topladım. Ateş toprağa zarar vermesin diye göz önünde olmayan uygun bir yere kurumuş çam dallarından serdim. Ateşle işim bittiğinde bu dalların üstünde biriken külleri hiç etrafta bırakmadan kaldırabilecektim. Tabi altlık niyetine kullandığım bu çalıların da yanmaması için üstlerine bulabildiğim düz taşları iki sıra halinde yerleştirdim. Taşların üstüne de kozalak ve çalı çırpıyı koydum. Daha önce ormaniyenin açtığı yollarda yürürken sağda solda bırakılmış çam parçalarından kesip biriktirdiğim çıralardan ikisi ile ateşi tutuşturdum. Üstüne patikadan getirdiğim ağacın parçalarını dizdim ve ateşi harlayıp stabil bir şekilde yanmasını sağladım. Derken yemek ısınmıştı. Paketleri açıp yemeği bir güzel gömdüm. Atık paketleri hazırda bulunan çöp poşetine koyup poşetin ağzını iyice kapattım. Çadırdan uzaktaki bir ağacın ulaşabildiğim en yüksek dalına poşeti koydum ki hayvanlar kokuya gelip çadırı yoklamasınlar.

        Ateşin başına geri dönüp küçük portatif tabureme oturdum ve telefondan açtığım müzik eşliğinde elimde bir çubuk, ateşle oynamaya başladım. Ateşi izlemenin garip bir çekiciliği vardır. Nedendir bilmem, köyde sobanın kapağını açıp kıpkızıl harlı odunların alevler içinde tükenişini izlerim hep, çok rahatlatıcı bir histir. Hele buradaki gibi açık bir ateşse, elime aldığım bir odun parçasıyla saatlerce sıkılmadan oynayıp izleyebilirim. Ben ateşin cezbesine kapılmış giderken güneş kayranın batı tarafındaki tepenin ardına geçti ve ortalık müstakbel gecenin serin soluğuyla titremeye, kuşların ezgileri seyrelmeye, gölgeler kararmaya başladı. Hava iyice koyulaşınca kafa lambamı takıp gece yarısına kadar ateşin başında oturdum. En sonunda patikadan getirip yarısını sakladığım odunlar bile yanıp bitmişti. Toprağa zarar vermemesi için ateşe altlık olsun diye dizdiğim kalın taşların da hararetiyle tamamen yanan odunlar hemen hiç kül bırakmamış, toz halinde rüzgâra karışmıştı. Çadıra geçip duman kokan kıyafetlerimi değiştirdim ve tuluma girip müzik dinlemeye devam ettim.

        Kamplarda en nefret ettiğim şey uyuyamamak. Hele içinde rahat hareket edemediğim tulum benim aksi istikametime dönerken bir de onunla cebelleşmek benim için çekilmesi çok zor bir işkence. Bu gece de uyuyamayacağımı adım gibi biliyordum. Yanımda getirdiğim tulum ekstrem derecesi -48, konforu -20 olan kışlık bir üründü. Terlememek için tulumun içine girmeyip battaniye gibi kullanmak istiyordum fakat bu sefer toprağın soğukluğu belime vuracak belim tutulacaktı. Bu da bütün faaliyetin kaput olması demekti ki bu duruma düşmektense bütün gece gözümü kırpamamaya razı olurdum. Belim bir tutuldu mu 1 haftadan erken düzelmezdi. Mecburen tulumun içine girdim ve işkence başladı. Sırt üstü yat, sağa dön, sola dön; kol altta kaldı, çıkar! Olmadı tekrar sırt üstü… Başı nerede bunun, tekrar çık dışarı, düzelt tekrar gir… Bu şekilde kesik kesik uyumaya devam ettim. Gece kurt ulumasını andırır bir ses duyunca “Kurdun ne işi var la burada şimdi?” diye düşünüyordum ki ezan sesi olduğunu anladım. Ezan bittikten sonra nihayet biraz dalabildim. Sanırım 2 saatlik bir uykudan sonra kuş seslerine tekrar uyandım. Ortalık ağarmaya, gün yüzünü göstermeye başlar olmuştu. Tekrar yattım ve bir 2 saat daha uyuyabildim.

Çadırın ısınmasıyla üstüme çökmeye başlayan sıcaklık yüzünden uyandığımda saat 07.30’du. Kuşlar sevişme sevdasında cıvıl cıvıl ötüyorlardı. Günün körpe ışıkları sabah çiyinde menevişleniyor, birkaç tüy yumağı bombus çiçekten çiçeğe konup nektar topluyordu. Çadırdan yalın ayak çıkıp dereye kadar gittim. Elimi yüzümü yıkayıp biraz su aldım. Ocağı yaktım ve yumurta haşlamak için su kaynatmaya koyuldum. Ocağı yaktığımda saat 08.00’di. Ama lanet şey bir türlü kaynamıyordu! En az bir saat suyun kaynamasını bekledim nihayet kaynayınca 3 adet yumurtayı suya koyup haşladım. Zeytin, peynir, yumurta, kahve ve kuruyemişten oluşan nevalemi hazırlayıp fotoğraf makinesini, iki lensi ve poları yerleştirdiğim çantamın en üstüne koydum. Son olarak tripotu da çantanın altına bağladıktan sonra çadırda kalan önemli ekipmanları büyük çantaya doldurup arabaya götürdüm. Çadırda sadece yedek kıyafetlerim kaldı. Aracı kilitledikten sonra tekrar çadıra dönüp batonları elime aldım ve patika ile Garzavan’a doğru yürümeye başladım.

Patikayı yarılamıştım ki ışık ve gölgenin yosunla kaplı zemin üzerinde tatlı tatlı oynaşması çok hoşuma gitti ve orada oturup nevaleyi çıkardım. Kahveyi demleyip ortamın da tadını çıkararak kahvaltı ettikten sonra tekrar yola koyuldum.

Hangi rotayı yürüyeceğimi düşünmemiştim. Yürürken aklımda muhtemel güzergâhlar oluşuyor, değişiyor; uzuyor, kısalıyordu. İlk önce Garzavan’ın doğusunda yükselen, kayranın da eşsiz manzarasının ana öğesi olan kayalık zirveye çıkmaya niyetlendim. Buraya yıllar önce öğretmen bir arkadaşımla çıkmıştık. Kısa sürerdi ama inerken farklı bir güzergâha bağlayıp rotayı uzatabilirdim. Ya da Garzavan’a gidip, oradan Gaban Yaylası’na geçer bu yaylanın kuzeyindeki dağ boyunca yükselen yolu tırmanarak Petran’a ulaşırım, oradan tekrar kayrana gelirim diye düşündüm. Uzun da olurdu, irtifalı da. Ayrıca geçen sonbaharda bu rotayı yürürken sis yüzünden göremediğim manzarayı tekrar görmüş olurum diye geçirdim içimden. Gerçi aynı manzarayı görmüştüm daha önce ama olsun bu rotayı yürürken görmenin tadı başka diye düşündüm. Ya da Garzavan’dan güneye Katreç Gölü doğrultusunda yükselip Dersu Uzala ismini verdiğim zirveye dik bir tırmanış yapar sonra da Arçevit Yayla üzerinden tekrar döne de bilirim. İhtimal çok ama karar zordu. Bir kere beni zorlaması lazımdı yürüyeceğim rotanın, yaz yaklaşıyor kondisyonu kemale erdirmek gerek diye düşünüyordum ki Garzavan’dan yukarı yürürken buldum kendimi. Orsor Dağları önümde beyaza boyanmış bir duvar gibi diziliydi. Çok kullanılmayan araç yolu boyunca dağlara doğru yükselmeye devam ettim. Vadinin çatallanıp Soğanlı Gölü ve Katreç Gölü vadilerine ayrıldığı kavşağı da geçip Katreç’e doğru yükselmeye devam ettim. Anlaşıldı, bacaklarım beni Dersu Uzala’ya çıkaracak. Bu rotayı geçen sonbahar yürümüştüm. Ama önce Arçevit’e çıkmış oradan Dersu Uzala’ya tırmanıp dik bir inişle Garzavan Vadisi’ne geçmiştim. Şimdi aynı rotayı tersten gidiyorum, o dik kısım çok zorlu geçecek. Mesafe çok uzun olmasa da alacağım irtifa kayda değer olacak. Hem belki çengel boynuzlu dağ keçisi, kaya kartalı, urkeklik gibi türlerle de karşılaşırım diye düşündüm.

Tam da düşündüğüm gibi batı tarafımda yükselen kayalık yarların üstünde bir alıcı kuşu dönerken gördüm. Kanatlarının altındaki beyaz bölgelerden rahatça anlaşılacağı üzere bir kaya kartalıydı, bir hayli de iriydi. Makineyi çantamdan çıkarıp boynuma astım. Yukarda mutlaka karşıma çıkacaklar, uzaktan da olsa bir iki kare çekmeliydim. Yol üzerine birikmiş ve erimeye durmuş bir iki kar kürtüğünü geçtikten sonra yol silinmeye başladı. Karşı dağları izleyip onlara çıkan muhtemel rotaları aklımdan geçirmeye başladım. En doğudakine çıkıp sırt boyunca bütün irili ufaklı zirvelere uğrayıp en batıdaki zirveye kadar bir faaliyet gerçekleştirebilirim diye düşündüm. Tıpkı Cimil-Çamlıhemşin-İspir sınırında yaptığım 9 zirvelik aksiyon gibi, harika olurdu. Bu tasarılar zihnimde inşa olurken batıya doğru Dersu Uzala tırmanışına başlayacağım yere geldim. Yoldan çıkıp artan eğimle birlikte tırmanmaya başladım. Geçen sefer inerken kar kürtükleri başıma bela olmuştu, bu sefer kar daha azdı ama tam olarak nereden indiğimi de anımsayamadım. Zirve belliydi ama en uygun güzergahtan çıkmak istiyordum. Zirve doğrultusunda yavaş yavaş yükselmeye başladım. Yaklaşık 90 metre yükselmiştim ki sağ taraftaki kayalıklardan dişi bir urkeklik havalanıp kendini çığlık çığlığa vadiye doğru bıraktı. Geri dönüp çıktığı kayalıkları kontrol ettim. Yumurtalarını merak ediyordum ama hiçbir şey yoktu. Tekrar tırmanmaya başladım. Bir süre sonra karşıya geçmem gerektiğini fark ettim. Ama arada sert karla dolu derin bir yarık vardı, ve baya dikti. Ayağımda sadece düz yol için uygun olan Merrell marka yumuşak trekking ayakkabıları vardı. Eğer yan geçiş yaparken olur da kayar ve kendimi durduramazsam gerçekten fena olurdu. Gözleri yukarıda yükselen kayalıklara dikip onların üzerinden tırmanarak karşı tarafa geçmeye karar verdim. O da tehlikeliydi ama en azından ayak sağlam çıkıntılara basabilecekti. Tırmanmaya devam ediyordum ki tam tepemde yine o devasa kaya kartalının döndüğünü fark ettim. Elim ayağıma dolaştı “Makine, makineyi çıkar salak!”. Makineyi elime aldım, tele lensle en uzun odağı seçip hareket halindeki hayvanı netlemeye çalıştım. “Allah kahretsin, sürekli otomatik netleme yap şunu kaçıyor hayvan!” ayarları önceden yapmadığım için kendi kendime söve saya makineyi gereken ayarlara getirdim ve seri çekimle çok uzaktan da olsa hayvanın birkaç fotoğrafını alabildim. Gönül isterdi ki lens elimde doğru ayardayken tıpkı Kalçarak Yayla’da olduğu gibi 20 metre önümden havalansaydı bu canlı. Ama olsun, o da olur bir gün.

Fotoğraf çektikten sonra tırmanmaya devam ettim. Kar kürtüğünün bittiği dik kayalığın başladığı yere ulaştım. Zirveye az kaldı ama önce bu tehlikeli yan geçişi atlatmam gerek. Ufak çıkıntılara basarak kayaya tırmandım, yan geçeceğim uygun ve sağlam bir rota belirledim ve geçişe başladım. Ama karşıdaki haşin dağlar ve üzerinde durduğum duvar o kadar ekstrem bir görüntü vaat ediyordu ki o kadar zor bir yerde, birkaç çıkıntının üstünde çantamı indirdim, tripotu çıkarıp kurdum. Fotoğraf makinesini tripota yerleştirip zamanlayıcıya ayarladım. Arkamı dağlara alacak şekilde kayanın ilerideki dik yüzeyinde oturacak bir yer buldum, oturdum ve uzaktan kumandayla deklanşöre bastım. Geri döndüm, “Oha hayvan gibi çıkmışım, bütün ekranı kaplamışım. Herhalde makineyi kuş çektikten sonra apsc modundan çıkarmadım ondan oldu. Neyse geri dön.” Bir daha geç, otur ve çek! Geri dön, olmadı bir daha. Geç, otur, çek! Geri dön… Selfie çekmeye çalışırken uçurumdan düşen insanlar geldi aklıma, “Ulan boku bokuna ölüp gitmesek şurada!” diye düşünmedim değil. Nihayet yeteri kadar iyi bir fotoğraf alıp her şeyi topladım ve karşı tarafa geçtim. Artık zirvenin altındayım, 20 metre bir şey kaldı. Ufak bir tırmanış daha derken zirveye ulaştım. Karşımda Orsor Dağları, batı tarafında ismini bilmediğim 3000’in üzerinde birkaç zirve daha. Hafif kuzey doğuda, uzaklarda Verçenik de görünüyor. Kuzeyde Karadeniz çok daha uzak ve pus içinde belirsiz duruyor. Artık iniş başladı, bitti sayılır rota derken oturup çay demledim ve kuruyemişi gömdüm. Bir yandan da batıdaki daha yüksek zirvelere göz gezdiriyordum. “Şunlardan teker teker geçsem ya! Hımm, sırt tarafları tırmanaya uygun, kar da erimiş. Evet; inmek yok, çıkmaya devam.” Rotayı aniden değiştirmiş oldum ve yeni güzergah açısından düşünürsek şimdiye kadar yürüdüğüm yoldan daha fazla mesafem vardı katedecek. Ama sıkıntı yok, zaten hiç sıkıntı ettiğim de olmadı. Böyle doğaçlama gelişen, yolunu yolda belli eden yürüyüşler en keyifli olanları. Beklenmediklik, ani kararlar alma bence her doğaseverin keyif aldığı şeyler. Tek sıkıntı bu rotadan geleceğimi bilseydim dağ ayakkabılarını giyer hatta krampon ve kazmamı da alırdım yanıma. Gopro kameramı de keza çantaya koyardım, belli ki bir aksiyon olacak rotada.

Birkaç fotoğraf çektikten sonra toparlanıp sıradaki zirveye doğru yola koyuldum. Önce biraz iniş sonra tekrar ufak bir tırmanış daha. Ufak evet ama çok da tekin değil. Yukarıdan eriyen kar ortadaki baca diyebileceğim oluktan sızıntı şeklinde akıp çamurumsu bir yüzey bırakıyordu. "Aşırı kaygan görünüyor aman dikkat!" deyip batonları yukarı attım ve tırmanmaya başladım. Kısa bir aksiyondan sonra yeni bir zirvedeydim. Üstünde taş baba yoktu. Elbet daha önce çıkan olmuştur ama taş dizmemişler. Ben yapayım bari dedim ama dizecek taş bulamadım. Neyse deyip zirveye kendimce isim verdim, “Keklik Sivrisi olsun ismin.” dedim, “İsmini ben verdim, ömrünü...” kendi kendime gülüp “İyi sardım Dede Korkutçuluğa.” diye düşündüm. Doruktan inip bir sonraki ve en yüksek olan zirveye doğru yürüyüşe devam ettim. Orsor Dağlarının en batısındaki piramit şekilli zirve artık çok yakınımdaydı. Sıradaki zirveye giden güzergah hemen hemen eğimsiz düz koridor şeklinde bir sırttı. Sırttan yürürken yakınımdaki heybetli dağları izliyordum. Bir an yavaşlayıp dağların o içe işleyen mistik sessizliğine kulak verdim. Hiç ses yoktu! Bunu deneyimlemek beni hep etkilemiştir. Dağlardan başka hiçbir yerde bu sükûnetle karşılaşmadım hayatımda. Bu an biraz daha sürsün diye adımlarımı yavaşlattım, biraz durdum. Neden sonra istikametimde olan zirvenin aşırı dik ve sert güney yüzünden yankılanan o epik melodiyi duydum. Urkekliklerden başka hangi canlının haykırışı bu kadar yakışabilir dağlara ve bu uhrevî sessizliğe asılı bir mücevher gibi boşlukta bir oraya bir buraya salınıp durabilir! Bu kuşlar benim en sevdiğim canlıların başında geliyor. Sisli derin vadilerde yankılanan keskin 3-4 notadan ibaret melodileri Kaçkarlarla ilgili her şeyin özeti gibidir, destansı ve epiktir. Yine romantik bir coşku sardı bütün benliğimi. Derken üzerinde yürüdüğüm dar sırtı bitirip tırmanmaya başlayacağım yere yaklaşırken çıkacağım zirve ile güneyimde daha haşin görünen zirve arasındaki sırtın ne kadar yumuşak bir geçişe imkan tanıdığını fark ettim ve aklımda hemen muhtemel rotalar belirmeye başladı. Bu sırttan doğu tarafına doğru inilip vadi takip edilirse doğrudan Garzavan’a iniliyor. Google Earth’ten sürekli baktığım için aklımda üç boyutlu bir harita mevcut. “Garzavan’dan bu dağlara çıkacaksam eğer, bu sırta ulaşıp arkadan geçeceğim!” müstakbel rotayı bu şekilde tasarladıktan sonra tırmanmaya başladım artık. Dersu Uzala’ya tırmanırken o sert eğim zordu. Denge kurmak bile güçtü ki ayakta uygun ayakkabılar yokken tehlikeliydi de. Ama zirveye ulaşıp bir çay içtikten sonra hiçbir şey kalmadı. Önümdeki güzergahı da bir hamle tırmanıp zirvenin hemen altındaki nispeten düzlük bir bölgeye ulaştım. Dağın sırtındaydım şimdi. Kuzey yamaç olduğu gibi karla kaplı. Üstüne çıkmak o kar bloğunun kopmasına sebep olabilirdi. Ama zirveye doğru tatlı kıvrımlarla öyle güzel ilerliyor ve kayalarla öyle etkileyici bir kontrast oluşturuyordu ki durup seyrettim biraz, bir de fotoğraf çektim. Sonra zirveye doğru çok dik olmayan güzergahı da bitirip doruğa ulaştım. 3200 civarı bir irtifadayım. 360 derece görüşüm var artık. Zirve baya düz alana sahip. Yıkık taş babalardan ziyaret edildiği belli. Batı tarafında, hemen altta, gözükmese de Anzer Yaylası mevcut; ondan bir sonraki vadi Eskice, daha ötesi ise Çaykara/Demirkapı Köyü. Kuzey tarafı ise kabaca Erzurum/Yoncalı. Güneybatı tarafında aşağıda Yatak Yaylası çok yakın. Yayladaki evlerden biri baya büyük görünüyor, otel yüksek ihtimalle. Bu şekilde çevreyi seyrettikten sonra tripotu kurup kendi fotoğrafımı çekmek istedim. Orsor dağlarını arkama alıp güzel bir hatıra fotoğrafım olsun istiyorum. Kim bilir ne zaman gelirim buraya bir daha. Yine kur, koş, poz ver, gel, bak, olmadı; geri koş, poz ver, gel bak… derken bir iki fotoğrafı beğendim ve ekipmanı toparlayıp inişe hazırlandım ama bu zirvenin de ismini bilmiyordum. Hiçbir yerde de yazmıyor zaten. Yerli insanlar elbet bir isim vermişlerdir ama ben bilmiyorum. Önemli değil zira benim için geçerli bir ismi ben vereceğim zaten. Dersu Uzala’nın üstündeyken bu zirve alçakgönüllü heybet hissi uyandırdı bende. Yüksek, mağrur ama kibirli değil; sert ve dik kayalardan ziyade yerini bulmuş yatık nispeten zararsız kayalarla kaplı. Dedemi andırdı bana... Onun için bu zirvenin ismi “İba Zirve” olacak. Lazcada kolaylık olsun diye insanların ismi kısaltılarak söylenir: Ali Osman Alo olur, Hatice Beha, Fadime Fadu, İbrahim de İba! Evet, İba Zirve, ismini ben verdim, gerisini biliyorsun, hoşça kal!

İnişi geçtikten sonra sırada bir zirve kalmıştı ama ona çıkmaktan vazgeçtim. Tekrar inip bir daha çıkacaktım. Burası zor değildi ama zirveden sonraki araç yoluna doğru iniş buradan dik ve uzun görünüyordu. Dizler inişte ağrı yapabilir diye düşünerek bu kararı verdim ama maalesef biraz sonra pişman olacaktım! 

Rotanın efor gerektiren kısmını bitirdiğimi düşünerek tatlı tatlı inmeye başladım. Biraz inmiştim ki sol yanımdan, hemen 3-4 metre ötemden iki urkeklik çığlığı basıp kendilerini vadiye bıraktılar. Ödüm patladı! Evet sayamadığım kere rastladım bu duruma hep de aynı şekilde hopladım! Buna hazır olmak mümkün değil. Hiçbirinde hayvanları oturup benim hareketlerimi gözlerken göremedim. Öyle iyi kamufle oluyorlar ki, tünemiş halde görülebilmeleri bayağı zor! Yürüdüğüm yere dikkat ettiğimde her yerin urkeklik dışkısı dolu olduğunu gördüm. Yukarıda da bu kuşlardan bahsettim; candır onlar, varsın korkutsunlar, ziyanı yok. Ama tehlikeli bir yerdeyken böyle korkuturlar da, o bir anlık irkilmeyle dengemi kaybederek düşmem bir gün umarım. Neyse urkekliklerin yarattığı bu ani dehşetten sonra kalan yolun dizlere binen yükün artması dışında rahat geçeceğini düşünerek inişe devam ettim. Yukardan, aşağıda görünen düzlükteki menderesin bittiği noktaya inen bir güzergah belirledim ve buna göre inmeye devam ettim ama bir noktada karşıma kar kürtükleri çıktı. Durup biraz inceledim. Gözüme kestirdiğim bir yerden bir iki adım indim ama tereddüt ettim çünkü fazla dikti. Ayakkabılarımın altı neredeyse düzdü ve kayıp kendimi tutamamam halinde kürtüğün bittiği yerde başlayan küçük ve keskin kayalar amiyane tabirler mâbâdımı zımpara ederlerdi! "Net, geri döneceksin!" deyip kürtükten çıktım. Biraz tırmanıp kayalık duvarda bir riskli bir yan geçiş yaptım. Dört uzuv inmeye devam ettim. Kayalardaki bu iniş ve çıkış çok zahmetliydi. Sıradaki zirveden vazgeçmenin pişmanlığını işte burada yaşadım! Çünkü o zirveye giden sırtta hiç kar yoktu. Şu an bulunduğum yer ise güneş almayan kuytu bir bölge olduğundan yoğun bir şekilde karlıydı. Neyse, macera ve beklenmediklik arıyordun al sana, afiyet olsun diyerek inmeye devam ettim. Aşağıda yine karlı bir bölgeyle karşılaştım ama eğimi o kadar fazla değildi. Topuklarımı soka soka dengeli bir şekilde indim, tabi ayaklarım da sırılsıklam oldu haliyle. Eziyet meşakkat düzlüğe indim ve yaylaya gidip gelen hayvanların açtığı patikaları takip ederek yaylaya doğru devam ettim. Yine kürtük çıktı ve İkizderelilerin deyimiyle “hain” bir kürtüktü, baya dikti! “Bir bitmediniz be!” derken kürtüğün başladığı yere yakın olduğumu fark ettim ve tırmanarak eğimin azaldığı yerden hızlı bir şekilde karşıya geçtim. Yayla artık altımdaydı. Sadece dik bir şekilde inecektim. Yaylanın konumu o kadar kötüydü ki güneşi az almasından dolayı hala karla kaplı pek çok yer vardı ve in cin top oynuyordu. İnin cinin top oynaması işime gelir zira insanla karşılaşıp dert anlatmak kadar irite olduğum çok az şey var yürüyüşlerde. Allahtan kimse yok! 

Hızlı bir şekilde yaylaya ulaşıp araba yoluna girdim. Ohh! Dünya varmış hakikaten, düz yolda yürümek bu kadar güzel mi hissettirirmiş! Artık su gibi akma vakti, 7 km civarında bir yolum var çadırıma ve inilecek 700 metre. Yayladan çıkıp nispeten düz devam eden yolda ilerledim. Karnım acıkmaya başladı. Biraz daha sabret, az kaldı diye diye yürüdüm. Ama bir noktada yola oturup çantadaki zeytinleri ve bir dilim ekmeği gömüp su içtim. Tekrar yola koyuldum. Karşı taraftaki tepelerde Petran ile Gaban Yaylası’nı bağlayan yol görünüyordu. En sağda Gaban Yayla, en solda Petran, tam aşağıda karşıda Çifteköprü (Meles) Köyü görüş alanımdaydı. Aralarındaki yükselti farkı buradan çok açık görünüyordu. Merdiven gibi dizilmişler ve aralarında az irtifa farkı yok. Bu manzara eşliğinde yürümeye devam edip “Z viraj” tabir ettiğim dönemeçlere geldim ama vakitten kazanmak için birkaç virajı bypass ettim. Dizlere yüklendim ama en azından zamandan kazandım. Hem dizlerim bütün o sert inişlere rağmen gayet dinçti! Aşağıda bir iki viraj daha bypass edip yolun sonuna yaklaştım. Ama sonuna kadar yürümek istemiyordum çünkü yürürsem tekrar yükselmem gerekecekti. Şu an bulunduğum yolun sağ alt tarafında, vadide derenin yanından ilerleyen eski bir patika vardı. 2 yıl önce keşfetmiştim. Onu görebilirsem hiç inip çıkmaya gerek kalmayacaktı ki gördüm. Patikayla aramda ağaçlar ve sık çalılıklar olduğundan patikaya inemedim. Uygun bir yer bulurum umuduyla araç yolunda inişe devam ettim ve birinin muhtemelen odun yapmak için kesip seyrelttiği çalıların arasından geçerek kadim patikaya girdim. Alışık olmayan gözlerin fark edemeyeceği bir yoldu bu. Artık ağaçlar ve çalılarla kaplanmış olsa da patika olduğu belliydi. Yaklaşık 200 metre yürüyüp beni ormanın içinden önce kayrana sonra Garzavan’a ulaştıracak olan yola girdim. Ama arada dere vardı ve baya coşmuştu. Ayakkabıları çıkarmam gerekecek deyip etrafı kolaçan ettim. Biri görür de “Ne yapıyor bu deyyus orada!” demeden işimi halletmem gerekti. Ayakkabıları ve çorapları çıkardım, ayakkabıların bağcıklarını birbirine bağlayıp ensemden göğsüme doğru sallandırdım. Batonlarla destek alıp dereyi geçtim. Tekrar giyinip kayrana giden eski patikaya girdim. Bu patika kayranın güneyinden devam eden patikanın ilk parçası aslında. Muhtelif zamanlarda ormanda yaptığım düzensiz gezilerde keşfetmiştim. Artık çalılarla kapanmış olsa da yürünebiliyor ve yolu hem güzelleştiriyor hem de kısaltıyor. Bu patika olmasaydı, köyün içinden geçmek zorunda kalacaktım. 

Derken kayranın girişine ulaştım. Çadırın dış bölmesine yükümü bırakıp araca yollandım. Sabah araçta bıraktığım uyku tulumu, mat vs önemli ekipmanları alıp çadıra geri döndüm ve tekrar eşyaları yerleştirdim. Hemen, acilen yemek yemem gerek! Su ısıtmalı önce. Evet su ısıtmalı ama bu lanet olası ocak yarım saate anca kaynatacak. Başa gelen çekilir, suyu alıp ocağa koydum ve beklemeye başladım. Dışarının soğuğu etkilemesin diye çadırın ön gözüne yerleştirdim ocağı. Ocak suyu ısıtadursun ben tekrar çaya gidip elimi, yüzümü, kollarımı, başımı iyice tuzdan tozdan arındırdım. Çadıra dönüp kıyafetlerimi değiştirdim. Günbatımının sakinliği ve temiz giysilerin ferahlığı ile hayatımda çok yaşamadığım bir tatlı mahmurluk çöktü üstüme. Çadıra girip mata uzandım, telefondan müzik açıp gözlerimi kapatmadan dinlendim biraz. Gözleri kapatırsam uyurum! Uyumamalıyım, bu mahmurluk gece uyumamı sağlayacak diye düşünürken ocak beni utandırıp 20 dakikada yemekleri ısıttı. 20 dk’ya bile sevinir oldum, hâlbuki en kötü 10 dk’da kaynatması gerekirdi! Neyse barbunyayı ve pilavı aynı tabakta karıştırıp ekmekle boğdum! Bugün ateş yakmamaya karar verip direk çadıra girdim. İhtiyaç halinde dışarı çıkmamak için de termosa doldurduğum suyu ve boş bir pet şişeyi çadırın içine aldım. Tuluma yarım girerek uzandım tekrar. Lambayı kırmızı gece lambası moduna aldım.

Öyle hafiflemiştim ki sıradan, gündelik dünya meşgalesine dair hiçbir tasa yoktu o anda benliğimde. Önüne engel çıkmadan, türbülansa girmeden akan bir ırmak gibi akış halindeydi bilincim. İnsan, hayatı neden kendi kendine zorlaştırır ki, düşündüm bir an. Başkaları için değil, kendim için sordum bunu kendime. Neden bunca gereksiz şeye endişe eder insan. Pişmanlık geçmişle, kaygı gelecekle hır gür içindeyken hem de, ve ikisi de yok hükmündeyken! Hayat ise anda yaşanıyor, niçin olana pişmanlık, olmamışa kaygı duyarak anı bertaraf ediyoruz ki? Bir soluk taze hava, sağlıklı bir ruh ve beden... İnsan neden başka bir şey istesin? Bu yazıyı o gece yazıyor olsaydım sanırım hacmi ikiye katlanırdı. Ama gündelik hayata döndükten sonra o kabuksuz, saf bilince ulaşıp, düşünceleri tam olarak hatırlamak zor. Belki de doğrusu budur… Ya da bir dahakine alır kalem kâğıdı düşünceler zihnime düştükçe kağıda dökerim… Derin düşüncelerden sıyrılıp telefonda müzik dinleyerek, bazen de kitap okuyarak geceyi tutup çekip getirdim yamacıma. 23.00’den sonra uyumuş 02.45’e kadar da uyanmamıştım. Ezan sesine uyandım. Ondan sonra gün ağarana kadar kesik kesik uykuya devam ettim ama beklediğim deliksiz mahmurluk uykusu bu değildi. Yine de kuş sesini duyunca sabah olduğunu anladım. Uykumun kirpiklerimin arasından kaçıp gitmesinden korktuğum için göz kapaklarımı hafifçe açıp çadırın biraz aydınlandığını fark ettim. 05.45’te dışarı çıktım. Kayranın orman sınırı boyunca yavaş yavaş yürüyüş yaptım. Bir ala karga o çamdan bu çama uçuyor, telaşlı bir şekilde bağırıyordu. Biraz onu takip ettim, neden sonra uçup gitti ardından bir diğeri onu takip etti. Yaklaşık 45 dakika civarda dolaşıp kıyıda köşede gözümden kaçan çöpleri de toplamış oldum. Sonra “Görkemli Dünya” kitabını aldım ve kaldığım yerden yüksek sesle hem okuyup hem de yürümeye devam ettim. Yine içinde bulunduğum an ve ağaçlarla çevrili o ortam ile denk düşen bir metin çıktı karşıma, ağaçlarla ilgili kısa bir denemeydi:

“… Ağaçlar bir çeşit tapınaktır. Kim ki onlarla konuşmayı ve onları dinlemeyi becerir, gerçeği öğrenebilir. Onlar öğretiler ve kurallardan bahsetmezler, titizce yaşamın eski yasasını anlatırlar.

… Bir felakete uğradığımızda ya da yaşama katlanamadığımız anlarda, bir ağacın bize söyleyeceği çok şeyler vardır: Sakin ol! Bana bak! Yaşam kolay değil, zor da değil. Bunlar çocukça düşünceler. Bırak Tanrı konuşsun ve düşüncelerin sakinleşsin. Sen kederlisin çünkü gittiğin yer, evinden ve annenden ayrı fakat her adım ve her gün seni tekrar annene geri götürür. Ev ne orası ne de burasıdır. Ev senin içindedir ya da hiçbir yerde değildir.

… Biz çocukça düşüncelerimizin tedirginliğindeyken, akşamları ağaçlar hışırdar. Ağaçların derin düşünceleri vardır, bizden daha uzun yaşamları olduğu gibi, huzur dolu uzun süre nefes alırlar. Onları dinlemediğimiz sürece bizden daha akıllıdırlar. Ne zaman ki ağaçları nasıl dinlemek gerektiğini öğreniriz o zaman düşüncelerimizin kısalık, çabukluk ve çocukça telaşı karşılaştırılamaz bir zevke ulaşır. Her kim ki ağaçları dinlemeyi öğrenmiştir, o bir daha ağaç olmak istemez. O olduğundan başka hiçbir şey olmak istemez. İşte bu evdir, bu mutluluktur.”

 

Sanırım 2 günlük etkinliğimin doruk noktalarından biri buydu. Sabah uyanmam ile çadırı toplayıp gitmem arasındaki bu yürüyüş ve okuyuş hayatım boyunca unutamayacağım kısa ama sonsuz anlardan biriydi.

Saat 07.40 olduğunda güneş nihayet tatlı sıcak elleriyle kayranı ve beni okşamaya başladı. Isıyı görünce çadıra gidip üstümü değiştirdim. Şort ve tişörtümü giyip dışarı çıktım ve 08.00 itibariyle yavaş yavaş toparlanmaya başladım. Eşyaları dışarı çıkardım, çadırı söküp güneşe serdim ve nemini kuruttukan sonra katladım. Diğer eşyalarla beraber fotoğraf makinesi hariç her şeyi çantaya yerleştirdikten sonra etrafta unuttuğum bir eşya, gözümden kaçan bir artık var mı diye kontrol ettim. Yoktu. Gitme vakti geldi. 09.00 itibariyle yavaş yavaş yola koyuldum. Araca ulaşıp acele etmeden İkizdere’nin yolunu tuttum… Ne mi kaldı bakiye? Nefes aldıkça unutamayacağım bir yaşantı. Kalan başka ne var ki?

                                                                              

                                                                                İkizdere - 3 Mayıs 2021


Kelimelere vakit yetiştiremeyenler için video


Tepemde dönen kaya kartalı...


İba Zirve'de (3222m) arkamda Orsor Dağı...

Dik ve tehlikeli kar kürtüklerinden kaçarken.
Şurada şöyle haberim yokmuş gibi usta...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..