Buzul Çağının Mirası

"Kaç dostum," dedi Zerdüşt "Yalnızlığına!"


İkizdere’den muhtemel ayrılığımdan önce son demleri yaşadığım şu günlerde, aklımda sürekli yürüyebileceğim yeni güzergâhlar, yürümek isteyip de bir türlü gidemediğim mekânlar vardı. Bunlardan biri de tabi ki Yedigöller bölgesiydi. İkizdere’nin dağını, taşını; ormanını, yaylasını adım adım gezmiş birinin bu kadar popüler bir yere henüz gitmemiş olması şaşılacak bir durum gibi gözükebilir. 7 yıldır İkizdere’deyim ve o muhteşem Yedigöller bölgesine bir kere bile gitmedim (Aslında İspir sınırlarındaydı ama İkizdere sayılırdı).

- Ne malum o zaman muhteşem olduğu? 

- Fotoğraflarını görüyoruz, gidenlerden işitiyoruz doğal olarak! 

Aşırı derecede popüler, uğrak bir yerdi burası. Çok yakınına kadar araç yolu gidiyordu. Belki bu kadar bilinir olması beni kendine çekememişti bir türlü. Ama İkizdere’den ayrılmadan oraya gitmeliydim mutlaka. Tabi kendi belirleyeceğim özgün, Bayramca bir güzergâh üzerinden olacaktı bu. İşte son günlerde bu alternatif güzergâhları oluşturmuş ve kenara kaydedip uygun hava koşullarını bekler olmuştum zira bir günlük bir aksiyon olmayacaktı, en azından öyle istiyordum.  

Planladığım kamplı alternatiflerden biri Sarpinovit’ten başlayıp Sefkar Gölleri’nden Çifte Göller’e, oradan da Yedigöller’e geçen güzergâhtı. Yedigöller'de bir gece kamp yapıp ertesi sabah klişe “trans” güzergâhı üzerinden Verçenik Kapılı Göller’e geçerek bir gün de orada kalacaktım. 3. günün erken sabahında Kumlu Gölü, Saler Aşıtı ve Saler Gölü’nden geçerek Çermaniman’a inecek oradan da aracımı bıraktığım Serdarlar Mevkii’ne ulaşarak aksiyonu bitirecektim. İki hafta boyunca bu faaliyet için uygun zamanı ve hava koşullarını kovaladım. Bu hafta sonu için hava da zaman da uygundu. Lakin… 

Çarşamba günü (dün) Kazbek’e ve Ağrı Dağı’na birlikte tırmandığımız Trabzonlu dağcı arkadaşım mesaj attı. “Usta bu hafta sonu dağa gelir misin?” dedi. 

- Hacı hafta sonu için planım var. Yedigöller ve Kapılı Göller'i kapsayan 2 günlük kamp düşünüyorum. İki haftadır bunu bekliyordum. Hangi dağ? 

- Büyük Buzul üzerinden Kaçkar…  Ama kesinleştirmedik. 

OOO! Büyük Buzul ha! İşte bu her şeyi değiştirir… 

- Hacı Büyük Buzul üzerinden Kaçkar olursa gelirim!

- Tamam kardeşim. 

- Haber bekliyorum. 

Bu mesajlaşmadan sonra hafta sonu Kaçkar tırmanışı kesinleşmişti. (Yazıyı kaleme aldığım şu anda iptal mesajını aldım maalesef) Benim plan haliyle suya düştü. Ama Yedigöller’i ertelemek istemiyordum artık. Hazır havalar güzel vakitler de nispeten boşken o bölgenin altını üstüne getirmeliydim.  

Daha önceden Yedigöller bölgesinden geçen günü birlik yürüyüş güzergâhı taslakları çıkarmış, kaydetmiştim. Onları taramaya başladım zira perşembe günüm akşam 18.30’a kadar boştu. Hımm bir bakalım: Sarpinovit Vadisi’nden Sefkar Gölleri’ne oradan aşıt aşarak Çifte Göller’e oradan da Yedigöller’e... Dönüş Çitrik ve Şeytan Gölleri’nden geçerek Kuruyatak Vadisi üzerinden olacak. Gayet uzun, bacağa gelir bir güzergah! Dursun bakalım. Diğeri bir iki gün önce oluşturduğum bir diğer alternatif güzergahtı. Ovit Tüneli’nin İspir çıkışına çok yakın bir yayla olan Aksu Yaylası’ndan başlıyor, yaylanın yanındaki Aksu Vadisi’nden geçerek Koltuğun Düzü mevkiindeki Aksu Gölleri’ne ulaşıyor. Oradan da aşıtlardan uygun olanını aşarak Yedigöller’e geçiyordu. Yedigöllerden dönüş Küçük Ovit üzerinden olacaktı. Evet, bu ikisinden biri olacak deyip düşünmeye başladım. İlkinde karar kıldım. Sarpinovit’ten gideceğim! Akşamdan her şeyi hazırladım. Ekmek arası domates, peynir ve salatalığı; haşlanmış yumurtaları, kahveyi vs… Her şeyi tamam ettim. Sabah 04.00’te kalkıp vuracaktım dağlara… 

Ama yatmadan önce hava durumunu kontrol ettiğimde güncellenmiş olduğunu gördüm. Normalde yakın günler hep açıktı ama şimdi aniden değişmişti! Perşembe, evet sadece lanet olası perşembe, yağmur gösteriyordu. Diğer günler kabak gibi açık ama perşembe kapalıydı! “İnanılmaz!” dedim içimden “Gerçekten inanılmaz! Beni buldun anasını satıyım! Ne yapsak!” Çok yağış olmayacak ama hava büyük ihtimalle kapalı olacaktı zira yakınlarda bulunan Verçenik ve Tatos Dağları için de aynı az yağış durumu söz konusuydu ki bu durum aksiyonu piç edebilirdi. Siste yürümek istemiyordum. Ben de yatmadan hemen önce ani bir karar değişikliğiyle Aksu Yaylası’ndan başlayan güzergahta karar kıldım. Çünkü orası İspir sayılırdı ve İspir için havanın parçalı bulutlu olacağı öngörülüyordu.

Sabah 04.40’ta kalkıp ilk iş pencereden baktım. “Abov!” Dünki havayla alakası yoktu. Dağlar kapalıydı hatta yağmur yağıyordu! Öyle az buz da değildi! “Neyse,” dedim, “Hava tünelden sonra açacaktır!” Akşamdan hazır olan nevaleyi ve fakirin ekmeği olan umudu sırtlanıp vurdum yola. Çamlık’a yaklaştığımda güney tarafındaki bulutların yavaş yavaş pembeleştiğini fark ettim! Biraz daha ilerleyince yağmur kesildi! Biraz daha… “İşte bu ya! İşte bu!!!” İspir tarafı açıktı. Dağ yolundan gitmeyip tünele girdim. Hem vakitten hem de mazottan kazanacaktım. Bu tünele de ilk girişim olacaktı. “Dönerken dağdan dönerim!” dedim. Tüneli hızlıca geçtim. Çıkıştan çıkar çıkmaz sağdan tekrar Ovit yoluna saptım. Dağ yolu’nda bir iki kilometre ilerledikten sonra aracımı sol taraftaki uygun bir boşlukta bıraktım. 

Hava gerçekten serindi. Çantadan poları çıkarıp sırtıma geçirdim. En azından ısınana veya Güneş’i yakalayana kadar bu şekilde yürümek daha sağlıklı olacaktı. Açıkta kalan ellerim buz keserken asfaltta ilerlemeye başladım. Çok yürümemiştim ki vadi başlangıcına az kala evlerin arasından yukarı doğru çıkan yol benzeri bir güzergâhı fark ettim. Uydu haritasından da belli olduğu için buradan yürüyüşe başlamayı bir önceki gün planlamıştım. Öyle de yaptım. Vadinin sağ tarafındaki yamaçlardan yukarı doğru ilerleyen keçi sürüsü gözüme çarptı bir an. Sabah sabah Sivaslılarla uğraşmaya hiç niyetim olmadığından onlarla kesişmeyecek şekilde tırmanmaya devam ettim taşlı ve laçka yol bozuntusunu… 

Bu aslında yol değildi. Bir yönüyle de yoldu ama insan için değil su içindi. Suyu yerleşkeye yönlendirip hayvanları sulamak için kullanıldığı belliydi zira az da olsa su akıyordu üzerinden. Uydudan bölgeyi incelerken de patika sandığım bu yolun izlediği güzergahı garipsemiştim açıkçası, o zaman da “Su yolu mu acaba?” diye düşünmüştüm. Güzergah zaten belli olduğundan çok da önem vermeyerek canımın ve ayaklarımın çektiği gibi rotaya tabanları vurmaya devam ettim. Taban demişken, ayağımdaki botlar yeniydi. Merrell marka yumuşak ayakkabılar iki senelik çilenin ardından pes edip yırtılmaya başlamışlardı. Nice uzun yürüyüşlerde ayaklarımın kahrını çeken bu rahat ama nazik ayakkabılarla böyle bir rotayı yürümeye kalkmak riskli olurdu. Özellikle gevşek çarşaklı ve dik aşıtlardan inerken ayakkabı daha kötü bir şekilde yırtılarak, beni zor durumda bırakabilirdi. Başıma gelmemiş iş değildi. Sert tabanlı dağ ayakkabılarını ise böyle uzun etkinliklerde kullanmak ayakları, bilekleri ve dizleri mahvedeceğinden orta segment, tabanı ne sert ne yumuşak bir bot artık şarttı. Ben de bir tane satın almıştım. 

Bu yeni tabanları da rotada denemiş olacaktım. An itibariyle yürüdüğüm yere kadar gayet rahatlardı. Tabanları çok sert olmadığından yürüyüşün ilerleyen safhalarında acıya sebep olacak gibi de durmuyorlardı. Günün kaybolan serinliğiyle birlikte yavaş yavaş buharlaşmaya durmuş çiğ tanelerinin ayakkabı üzerinde birikmesi de sorun olmuşa benzemiyordu, kuruydu ayaklarım. “Bakalım günün sonunda nasıl bir performans gösterecekler?” diyerek küçük dereye zıt yönde vadi boyunca yükselmeye devam ettim. 

Yükseldikçe yabanın sesleri artmaya başlamıştı. Urkeklik sesleri dağ tarafından duyuluyordu. Tiz ve silikti ama bu kuşun epik sesi bu kulaklardan asla kaçamazdı. En sevdiğim melodiydi bu benim. Kuşun sesleri vadi boyunca yankılanarak yiterken önceden kabataslak çizdiğim güzergahtan ayrılıp derenin sol tarafından devam ettim yürümeye. Vadinin sonuna yaklaştıkça eğim artıyordu. Derken dağların serin kuytuluğundan çıkıp günışığının davetkar bağrına sokuldum usulca. Poları da sırtımdan çıkarıp çantaya koydum ve önümdeki vadi basamağını tırmandım. Koltuğun Düzü mevkiine gelip Aksu göllerinin ilkine ulaşmıştım artık. Göl günün ilk ışıklarıyla ısınırken sessiz ve kıpırtısızdı. Göğün ve karlı dağların aksi titreşimsiz göl yüzeyinde yansıyordu. Urkekliklerin epik melodileri daha canlıydı şimdi. Önümde belli belirsiz ilerleyen patikayla birlikte yükselmeye devam ederken bir yandan da hangi aşıttan aşacağımı kestirmeye çalışıyordum. Haritada bakarken iş kolay görünürdü ama dağlar kanlı canlı karşıdayken akşamki kolaylık yerini endişeye bırakıyordu. Ne de olsa rota elle değil ayakla çizilirdi!

İster iki boyutlu olsun ister üç boyutlu hiçbir harita topoğrafya hakkında tam bir fikir veremez. İzohipsler testere gibi dizilen sivri kayalıkları tıraşlayıp yuvarlak hesap bir izlenim bırakırlar! Güvenilmezdirler! Üç boyutlu da olsa uydu haritası bile yanıltıcıdır. Uzaydan çekilmiş iki boyutlu fotoğrafların eğilip bükülmesiyle oluşturulmuş sanal topoğrafyaya çok bel bağlamamak gerekir. Bunu içinde bulunduğum o anda kanlı canlı tecrübe ediyordum. Bir kez daha!  

Çifte Göller’e geçmek için aşmayı planladığım aşıtlar bulunduğum noktadan aşırı dik ve kayalık görünüyorlardı ayrıca yer yer kürtükle kaplıydılar. Kürtük mü? Eyvah… 

Endişelendiğim kürtük değil ayakkabılardı o anda. Kramponlarımı ne olur ne olmaz diye yanıma almıştım, onda sorun yoktu. Ama ayakkabıların krampon uyumlu olmadıklarını hesaba katmamıştım. İlle uyumlu olmalarına gerek yoktu gerçi, biraz idare etsin yetedi. “Neyse, inşallah ihtiyaç kalmaz da sıkıntısız bir şekilde aşar geçerim aşıtları.” diye umdum. 

Uzaktan aşıtları kesmeye devam ederek ilerledim gölün yanından. Sol tarafımda yükselen dağların arasında pürüzsüz ve kolay geçişe imkân tanıyan aşıtlar vardı.  Bunlar Çapans Dağları’nın arasından Kalçarak Vadisi’ne geçmek için kullanılan aşıtlardı. Benim geçmeyi planladığım aşıtlara nazaran çok daha kolay bir geçiş vaad ediyorlardı. Gözlerim bir kuzeyde sert sert bakan aşıtlara gidiyor, bir güneydeki halim tavırlı aşıtlara çekiliyordu. Bir an düşündüm: “Acaba bu aşıtlardan aşsam Kalçarak Vadisi’ne, oradan tekrar aşıt aşarak Sefkar Gölleri’ne geçsem. Oradan da tekrar aşıt aşarak Çifte Göller’e insem nasıl olur?” Aslında mantıklı bir fikirdi. Hem uğrayacam buzul gölü sayısı da katlanmış olurdu. Ama bu coğrafyada dağların güney yüzlerindeki yumuşaklığa aldanmamak gerekir. Genellikle dağların kuzey tarafları çok sertken güney yamaçları dümdüzdür burada. Kaçkarların merkez doruğu bile Yusufeli tarafından kolayca çıkış vaat ederken Kuzey rotasından el ayak ile tırmandırır. Hem geçen sonbaharda gerçekleştirdiğim Kalçarak-Sefkar-Çermaniman yürüyüşünden aklımda kaldığı üzere şimdi güneylerine baktığım dağların kuzey yamaçları geçit vermez duvarlar gibiydiler. Aralarda elbet geçişe müsaade eden aşıtlar vardı ama durumlarını tam olarak bilmediğim için riske girmek istemedim ve göllere alçalmadan hafifçe kuzeye kırarak dağ yamaçlarındaki çarşak bölgelerden yükselmeye devam ettim. 

Aşmaya niyet ettiğim aşıttan vazgeçtim o an. Kuzeydoğumda haşince yükselen zirvenin batı yamacı nispeten yeşil görünüyordu. Her ne kadar dik olsa da zemini kaplayan örtücü bitkiler ayakkabıların kaymasını engelleyip güvenli bir tırmanışa izin vereceğe benziyordu. Ben de oraya doğru tırmanmaya devam ettim. Haritadan baktığımda çıkmayı planladığım aşıt hemen zirvenin yanındaydı. Ve biliyordum ki uzaktan geçit vermez görünen dağlar yaklaştıkça alçalır, tevazuyla yollarını gösterirlerdi. Haritalara sonuna kadar güvenemezdik evet, ama dağların haşin duruşları da uzaktan yanıltıcı olabilirdi. Bu da deneyimle sabitti. 

Keskin kayalardan oluşan tehlikeli çarşakta dikkatle ilerlerken Aksu Gölleri’nin ikincisi batı tarafımda, altta gösterdi kendini. Gözlerimi biraz daha yukarı kaldırdığımda karşıdaki zirvenin hemen altındaki üçüncü gölü de görebildim. Aynı kotta durmuyorlardı. Döner bir merdivenin basamakları gibi aşağıdan yukarıya doğru sıralanmışlardı. Çarşak üzerinde karşılaştığım irili ufaklı kürtükleri de dikkatle geçtikten sonra uzaktan yeşil görünen bölgeye geldim. Bunlar hiç de kısa olmayan sert ot kümeleriydi. Güvensiz, oynak ve jiletten hallice kayalardan sonra bu sağlam zemin rahatlamıştı beni. Ama bu sefer eğim zorlayacaktı. Gerçekten dik bir bölgeydi. Aşağıdan, göllerin görüş alanıma henüz girdiği yerden baktığımda geçişi zor görünen aşıtlar şu an bulunduğum noktadan daha aşağıdaydılar ve hiç de zor görünmüyorlardı! Ama bunlar Dört Göller’e değil, doğrudan Yedigöller bölgesine geçiyorlardı. Bense Çifte Göller’e inip oradan Yedigöller’e geçecektim. Dolayısıyla iki seçeneğim vardı. Önceden aşmayı planladığım aşıt karşımdaydı. Kırık testere dişleri gibi ince ve dik kayalarla kaplıydı. Bunların arasından geçişe imkân veriyordu elbet ama arkasının ne vaat ettiği muammaydı. Ben de değiştirdiğim kararıma uyup doğu tarafımda yükselen zirveye doğru tırmanmaya devam ettim, beni bekleyen tekinsizlikten habersiz bir şekilde… 

Dik tırmanış bitmiş, kuzey ve güney taraflarında dikilen sarp kayalıkların arasından güç bela geçit veren dar aşıta gelmiştim. Evet, bu aşıt tahmin ettiğim gibi doğrudan Çifte Göller vadisine geçit sağlıyordu, ama… Büyük bir AMA! O kadar kuytu bir yerdi ki aşıtın hemen dibinden başlayan kürtük, vadi boyunca epey aşağı iniyordu (Çok güneş almadığı kalınlığından belliydi!). Ve başlangıçtan itibaren ilk 50-60 metrelik kısmı korkutucu şekilde dikti! Krampon almamış olsaydım buradan geri inip diğer aşıtla şansımı denemek zorunda kalırdım. Her ne kadar ayakkabılar krampon uyumlu olmasalar da çantadan kramponları çıkarıp denedim. Kramponların bağlarını iyice sıkıp gevşememeleri için gerekli önlemleri de aldıktan sonra aşıtın hemen doğu tarafından başlayıp vadiye hayasızca dalan vurdumduymaz kürtüğe çıktım. Batonlar kürtük üzerinde dayanmaya gelmiyor hemen saplanıyordu. Batonları ters tutarak sivri uçlarını elime aldım ve kalın tutamaklarını kürtüğe koyarak ilerlemeyi denedim: ı ıh! olmadı. "Neyse batonlara çok güvenmeyeceğiz kramponlarla devam… Keşke buz kazmasını alsaydım!” diye esef ettim bir an. Ama olacakla öleceğe çare yoktu, bir şekilde inmeliydim buradan. “Allah’ım ne kadar dik! Kaymak yanmaya eşdeğer burada.” 

Kürtükten paralel değil de çapraz şekilde inmeye çalıştım. 20 metre aşağıda kürtüğü yararak yüzeye çıkmış kayalıklar vardı. Sonra tekrar kürtük başlıyordu. Ama en dik kısım kayalığa kadar olan kısımdı. Oraya ulaşmak üzere çapraz bir şekilde inmeye başladım. "Zor aga… Gerçekten tehlikeli."

- Panik mi bu gördüğüm?

- Vay Dersu! Nerede kaldın? Tam da yerinde geldin. Sence ne panik mi? 

- Bilmiyorum, ama hiç de rahat olmadığını söyleyebilirim. Geri dönmek istiyor gibisin. 

- Olabilir. Yani, dönebilirim. Aşırı derecede dik. Krampon bile güven vermiyor. 

- Panik halinde değilsin ama sakin de değilsin şu an. Birlikte bir risk analizi yapalım ha! Sonuçta aklın yolu bir… 

- Evet haklısın. Tereddüt etmek tehlikelidir. Tereddüte kapılmamalıyım. Ya tamam ya devam… Şimdi kaymam durumunda batonların beni durdurması zor. Bu noktada batonlar yokmuş farz edebilirim. En azından şu en dik kısımda. Kramponların ise kayma ihtimali düşük. Kürtüğe iyi saplarsam kaymam. Sivrikaya’da ayaklarımda krampon da yoktu. Ama elimdeki batonlarla basacak yerler açmıştım kendime kürtük üzerinde ve geçmiştim. Tabi bu kürtük daha dik ve tehlikeli. Ama ayağımda krampon var. Tamam, kramponları iki üç kere saplayacağım yere ve her adımda sağlam basacağım. Başlıyorum. 

- Tamam, dikkatli ol. 

- Ooo! Bu kar yumuşak! Böyle olmaması gerekirdi. Sanırım altı kayalık ve boşluklar var. Batonları soktuğumda kolayca iniyor aşağı, herhangi bir direnç hissetmiyorum. İşte bu tehlikeli. Hoooop! (sağ bacağım komple gömüldü kürtüğe). İşte dediğim gibi, altı boş! (Dikkatli bir şekilde kendimi o tehlikeli pozisyondan kurtardım). Tamam ayakları fazla vurmamak gerek. İki üç kontrollü vuruş yeter. 

- Katılıyorum, aynen devam et dostum. 

Kramponlu botlarla kürtüğe vura vura basacak nispeten sağlam zemin elde ediyordum. Ve yavaş da olsa inebiliyordum. Bu şekilde aşağıda baş vermiş küçük kayalığa ulaştım. Kramponlarla kayalıkta ilerlemek de tehlikeli; takılabilir, dengeyi bozabilir. Pür dikkat, her adımı on kere düşünerek kayalıklardan indim ve tekrar kürtükteydim. Hala dikti, aşağıda kürtüğün bittiği ve kayalıkların başladığı yer görülüyordu. Yarısına kadar aynı dikkati sürdürerek inmem gerekiyordu. Bu üzerinde bulunduğum en tehlikeli kürtük değildi. Altıparmak kuzey rotası inişinde üzerinde bulunduğum kürtük genel olarak çok daha dik çok çok daha uzundu! Ama orada üç kişiydik ve kazma da vardı elimizde. Ayrıca kramponlarla uyumlu ayakkabılar da cabası. Burada ise tek başımaydım ve ekipmanlarım tam olarak doğru değildi! Neyse, yüzümü kürtüğe döndüm. Batonları sonuna kadar kıstım. Önce ayaklarımı sonra batonları saplayarak inmeliydim.

Kramponların ucundaki iki uzun metal dişi kürtüğe sağlam bir şekilde bir sağ bir sol saplayarak güvenli bölgeye kadar indim. Sonra tekrar normal duruşa geçip kürtük inişini tamamladım. Bu noktada kramponları çıkarıp çantaya yerleştirdim ve kayalardan atlaya zıplaya inmeye devam ettim. 

Kürtükler bitmemişti ama eğim az olduğundan üzerlerinde yürümek güvenliydi. Güney tarafımda, vadinin aşağısında Çifte Göller görünmeye başlamıştı artık. İlk kez gördüğüm ve çok merak ettiğim bu muhteşem göllerle kavuşacaktık biraz sonra ama kuzeydoğu tarafımdaki aşıta çıkacaktım önce. Bu aşıt Sefkar Gölleri’nin hemen güneyinden yükselen iki aşıttan biriydi. Sarpinovit’ten Yedigöller’e planladığım rotalar hep bu aşıttan geçiyorlardı. Bulunduğum yerden bakınca gayet güvenli halim selim bir durumu vardı. Doğrudan Çifte Göller’e bağlanıyordu. Üzerine çıkıp Sefkar Gölleri’ne bir de buradan bakmayı diledim. Ve oraya doğru yönümü değiştirdim.

Kuzey tarafımdaki dağların arkasından aşmaya çalışan duman dikkatimi yeni çekmemişti. Yazmadım ama rotaya başladıktan bir saat sonra, Aksu Gölleri’ne henüz ulaşmışken İkizdere tarafından yükselen dumanın dağları aşıp bulunduğum tarafa geçmeye çalıştıklarını fark etmiş hatta umarım geçemezler diye ummuştum. Şimdi ise duman daha da yoğunlaşmıştı. Ayrıca gökyüzü İspir tarafında da büyük parçalı pamuk bulutlarla kaplanmıştı. Aşıta ulaştığımda Sefkar Gölleri’ni duman içinde görmem işten bile değildi. Öğrenmem uzun sürmedi. Çok zahmetli olmayan eğimi zahmetsizce aştıktan sonra aşıta ulaştım. Bulut tabakasının altındaki Sefkar Gölleri’ni ve Sarpinovit Vadisi’ni görebiliyordum şimdi. Daha açık bir görüş için üzerinde bulunduğum aşıtın doğu tarafında yükselen kayalık zirveye tırmandım. Zirveye çıktığımda bulut tabakası da yoğunlaşmış, Sefkarlar puslu bir tülün arkasında silinmeye başlamıştı. Ben de vurdum zirveden aşağı, vadide gözlere şenlik bir vaziyette ard arda duran Çifte Göller’e inmeye başladım.  

Dağların arkası ne kadar kapalıysa önü de o kadar açıktı. Evet, gökyüzü kocaman bulut parçalarıyla doluydu ama tekinsiz bir görüntü sergilemiyorlardı. Bizim yaylada bu tür bulutlara “Pamuk Dayi” derler. Eğer gökyüzünde bunlar varsa yağmur veya duman olmayacak denir. Ufukta yağış veya sis görünmüyordu yani. Manzara gerçekten harikaydı!  Güneşle köşe kapmaca oynayan bulutların vadi tabanına vuran oynak gölgeleri, göllerin çivit mavisinin bir matlaşıp bir parlamasına sebep oluyordu. Son demlerini yaşayan kış artığı kar birikintileriyle alacalanmış kayalık zirveler vadiyi sıkıştırıyor ve aradaki dar alanda kendilerine güç bela yer bulmuş ince uzun iki göl birbiri ardınca sıralanıyordu! “Ah bir fotoğrafım olsa burada.” diye geçirdim içimden. Yalnız gezmenin en büyük handikapı buydu benim için. Fotoğraf makinesi bozuk olduğundan telefona minnet eder olmuştum, onu da sabitleyip düzgün bir kadraj elde etmek çok zahmetliydi ama yine de denedim. Şapkamı, taşları ve çantayı kullanarak telefonu sabitledikten sonra bir şekilde işe yarar bir fotoğraf elde ettim ve ardından göllerin kıyısına indim.  

Tatlı şıpırtılar ile körpe yeşil çayırlarla kaplı toprağa bir vurup bir çekilen berrak su, sığ kıyı boyunca minik taşların üzerinde pırıldıyordu; gölün ortalarına doğru derinleştikçe turkuazdan boğuk yeşile renk değiştiriyordu. İki gölün ortasındaki doğal köprüye ulaşmıştım şimdi. Ama burada karşılaştığım manzarayla moralim bozuldu. Silahla ateş edilerek delinmiş bir piknik tüpüydü enerjimi düşüren. Arkasında bir tane daha vardı! “Allah belanızı versin!” diye sesli bir şekilde söylenip oradan uzaklaştım. Karşımda yükselen kayalık yamacı tırmanacaktım şimdi. Normalde vadi boyunca iner sonra batıya doğru yükselen ve Yedigöller’e ulaşan vadiye sapıp tekrar yükselerek devam ederler bu rotada. Ama benim öyle bir niyetim yoktu. Hem yol uzayacak hem de inip tekrar çıkmam gerekecekti ki rotanın o kısmında görülmeye değer herhangi bir şey bulunmuyordu. Boşa eziyetti yani! Bense bu dik yamacı tırmanıp alışılmış güzergâhı bypass edecektim.

Çifte Göller'in hemen batısında yükselen zirvelerin arasındaki kayalık ve dik yamacın yarısına ulaşmıştım ki kahvaltı aklıma düştü. Aslında Yedigöller’in batısında yükselen zirvede yapacaktım kahvaltıyı ama karnım acıktığı için erkene almak istedim. Hem orası için yulaf tatlısı vardı, orada onu gömerdim. Ani bir kararla durup nevaleyi çıkardım ve yemeyi hiç etmeye başladım. Bir yandan etrafı seyrediyor bir yandan düşünüyordum. Bu kadar küçük bir coğrafyada ne kadar muhteşem bölgeler vardı! Binlerce yıllık buzul aşındırmasının sonucunda ortaya çıkmış ve nadide cevherler gibi saçılmışlardı Kaçkarların etrafına.

Kahvaltı ameliyesini tamam edip coğrafyanın güzelliğine dair daldığım düşüncelerden sıyrılarak toparlandım ve dik yamacın kalan yarısını bir hamlede tırmanıp nispeten düz bir bölgeye geldim. Etrafta parça parça kürtükler vardı. Dört bir yanım kayalık doruklarla çevriliydi! İnsanda garip hisler uyandıran mistik bir bölgeydi. Sanki başka bir dünyaya aitmiş gibi... Prometheus'un zincirlendiği dağlardı sanki bunlar. Biraz daha dinlesem kartal ciğerlerini parçalarken insanlığın mitolojik babasının attığı çığlıkları duyacakmışım gibi hissettim. Neyse, düzlüğü biraz daha katedip tam önümde biten bir kürtüğe geldim. Kürtüğün altında derin mavi renkli yuvarlak bir göl çıktı karşıma! Etrafını çevreleyen kayaların içindeki çanağa yerleşmişti. Gölden kuzeye doğru baktığımda art arda sıralanan, ufka doğru uzaklaştıkça puslanarak maviye çalan dağlar görünüyordu. Muhteşem bir manzaraydı! Gördüğüm en güzel göl manzaralarından biriydi. Fotoğraf makinesinin yanımda olmamasına kahroldum desem yeridir! Telefonla yapabildiğim kadar iyi fotoğraflar çekmeye çalıştım. Gölün görselliğine doyamıyordum bir türlü. Bu göl Yedigöller’in kuzeyinde konumlanan Dört Göller adlı göl grubunun en büyüğüydü. Gölü bir hayli izledikten sonra yanına inmeyip kuzeye doğru kayalık ve yer yer kürtüklerin olduğu bölgede yavaşça ilerlemeye devam ettim. Yol üzerinde iri bir bozayının bıraktığı şüphe götürmez bir bok kümesi gördüğümü de söylemeden geçmeyeyim. Bu bölgede Dört Göller’in diğer küçük üyelerine de uğrayarak Yedigöller bölgesine giriş yaptım.

Bölgede karşıma çıkan ilk göl Yedigöller grubunun üçüncü büyük üyesiydi. Gölün kıyısına yaklaşıp ilerlemeye devam ettim. Sonra güney yönlü yükselerek bölgenin en büyük gölünü görüş alanıma soktum. Ortasında orta halli bir adacık bulunan muazzam bir göldü. Gerçi muazzam olmayanını görmemiştim. Hepsinin ayrı bir güzelliği vardı. Her açıdan farklı bir estetik söz konusuydu. Onun için olabildiğince göllerin etrafında dolaştım. Her göle uğrayıp farklı açılardan fotoğraflar çekmeye çalışıyordum. Göller haritadan veya çevredeki yüksek zirvelerden bakıldığında aynı düzlemdeymiş gibi görünseler de farklı kotlarda konumlanmışlardı. Bölgenin içinde bütün gölleri aynı yerden görmek mümkün değildi doğal olarak. Yükselip alçalan göl yataklarına uğramak gerekiyordu ki zevkle gerçekleştireceğim bir eylemdi.

En büyük üyeyi gördükten sonra bir akarsuyla ana göle bağlanan alttaki küçük göle uğradım. Sonra tekrar alçalıp bir diğer göle geldim. Bu göl ve onun bir üst basamağında konumlanan diğeri ikiz gibiydiler. Bu göller de suyunu ana gölden alıyorlardı. İkisi de ince uzun sayılırdı ama yukarıda kalan bölgenin ikinci büyük gölüydü. Tempomu yavaş tutarak bu iki gölü de dolaştım. Bölgenin  güneyinde yükselen patikanın “Z” virajları görünüyordu şimdi. Onun arkası araç yoluydu.

Göllerin yanından yükselen yamaçlardaki patikaları kullanarak kayalık bir düzlüğe ulaştım. Buradan büyük göl çok daha harika görünüyordu. Yüksek bir bölge olduğundan civara hâkimdi. Hepsini olmasa da göllerin çoğunu görmemi sağlıyordu. Burada oturup tatlıyı gömmeye karar verdim. Kahve demledim ve ağır ağır indirdim yulaf tatlısını. Bölgeden ayrılmak üzere toparlanıp ayağa kalkmıştım ki akut dağ hastalığı kendini göstermeye başladı. Hemen çantayı indirip termostan sıcak su doldurdum ve ağır ağır içtim. Ardından yavaşça patikayı tüketmeye koyuldum. Sırta yaklaşmıştım ki parçalanıp demirleri paslı mızraklar gibi havaya dikilmiş ucube beton merdiveni gördüm! "Ya yuh artık ya! Bir toplum bu kadar mı görgüsüz olur arkadaş! Bu kadar mı öküz olur? Göz var nizam var ya, bu nedir şimdi Allah aşkına!" Patikanın son kısımlarındaki dönemeçleri kapsayan kısma merdiven inşa etmeye(!) çalışmışlar, ama onu da beceremeyip ortalığın anasını ağlatmışlardı. Arabalarıyla bölgenin kıyısına kadar gelen şehirli görgüsüz bisküvi bebeleri kaymasın, aman ayaklarına taş değmesin diye güya bu patikayı imar etmişlerdi. Sinirim tavan bir şekilde hızlıca çıktım patikayı ve düzlüğe ulaştım. Araç yoluna bağlanan bu patikayı çıkana kadar hastalık hafifçe devam etmiş merdiveni görünce tavan yapmış ama yukarıda nihayet geçmişti.

Aşıtın üzerinden baktığımda, güney tarafta Erzurum’un uçsuz bucaksız platosu ufku kaplıyordu. Kuzey tarafında ise bulutlarla boğuşan kaya duvarları onların altında ise muhteşem Çengovit gölleri manzaranın başat ögeleriydi. Batı tarafına baktığımda sıradaki güzergahım karşımdaydı. 3250 metrelik bir zirve beni bekliyordu şimdi. Bulunduğum noktada ayaklarım 3150 metre civarında olduğundan çok da zorlu bir tırmanış olmayacak, bir hamlede çıkacaktım zirveye. Bu zirvenin ismi Leş Tepe’ydi.

Orta karar bir tempoyla sırtta kalıp göl manzarasını görüş alanımda tutmaya çalışarak tırmanmaya başladım. Kayalıkların fazla sarplaştığı yerlerde sırttan alçalmak zorunda kalsam da uygun yerlerde tekrar dönebiliyordum. Nihayet Leş Tepe’ye ulaştım. Arkaya geçer geçmez 3 tanesini sayabildiğim urkeklikler yine avaz avaz bağırarak koyverdiler kendilerini yamaç boyunca. Tepenin arkası hafif bir eğimle alçalan düz platoydu. Göllerin hizasında zirveye baktığımda heybetli bir dağ görmüştüm ama burada buna zirve bile denemezdi. Bir kaya parçası sadece. Neyse ben zor tarafından tırmandığımdan o anda benim için dağdı bu kaya.

Üzerinde ilerlediğim sırtta irili ufaklı tepeler mevcuttu, hepsine uğramaya dikkat ederek rotayı izlemeyi sürdürdüm. Boşluk hissinin çok yoğun olduğu bir noktada uçurumu izlemek için sırtın kenarına yaklaşmıştım ki yine bir urkeklik çığlık çığlığa koy verdi kendini göllerin üzerine doğru. Kuşun yakınlarından uçtuğu kaya duvarlarından çığlıklar sekip çoğalıyordu. Bu tepkiyle ve ardından gelen çığlıkla o kadar çok karşılaşmıştım ki artık romantize ederek anlatamıyorum… Benim için çok alışıldık bir olay durumuna geldi. “Dağlara biraz ara mı versem?” diye düşündüm o an, ama çok kısa bir andı bu. "Yok canım, daha neler! Güldürme beni Allah aşkına!" Ama urkekliklerin bu uyarı çığlıkları dışında derin vadilerde yankıladıkları o epik melodiye duyarsızlaşmam mümkün değildi? Hiçbir şey beni o müziğe hayranlıktan alıkoyamaz…

Bu şekilde sırt sırt yürüyerek belli bir mesafe katettim. Bir noktada inişe geçtim. Karşı dağların dibinde bir göl daha görünüyordu. Bu uğrayacağım son büyük göl olacaktı. Ondan sonra yayvan buzul teknesi üzerinden inişe geçip araç yoluna bağlanacaktım. Önümde uzanan dik ve çarşaklı bölgede çapraz bir şekilde inişe başlamıştım ki ileride göle doğru ilerleyen bir keçi sürüsü gördüm. Muhtemel bir Sivaslı temasına hazırladım kendimi ve çarşak bölgeyi bitirip nispeten düz ama yine de kayalık bir bölgeye indim. Göle doğru sürüden uzak durarak ilerledim. Gölün yakınlarındaki yüksek kayalığın üstünden civarı izlemeye ve kayıt almaya başlamıştım. İçinde bir iki büyükbaş da bulunan sürü yakınımdaydı artık. Tekdüze çıngırak senfonisi de görselliğe eklenerek manzaranın atmosferini işitsel olarak tamamlıyordu. Dönüp sürüye baktığımda keçilerle birlikte yürüyen gri kıyafetli bir adam gördüm. Ne çok uzak ne çok yakındı ama yine de el kaldırıp selam verdim. Beni duydu ama sanki ona değil de arkasındaki birine el sallıyormuşum gibi dönüp arkasına baktı. Ardında yükselen kayalık tepede kim olabilirdi ki? Elbette ona selam veriyordum! Tekrar selam verip kolaylıklar diledim ama oralı olmadı. Ben de vurdum gölün gidegeniyle birlikte geniş vadiden aşağı. Vadinin ilerleyen kısımlarında küçük göller vardı yine. Etraflarında da büyük ve küçükbaş sürüleri… Ama garip bir şekilde burada çoban köpeği yerine bizzat çobanlar sürülerinin başlarındaydılar. Hazır etrafa nispeten hakim bir konumdayken vadi boyunca kolaçan ettim rotamın geçebileceği yerleri ve sürülerden uzak kalarak inebileceğim bölgeleri belirledim.

Yayvan bölgelerde dallanarak akıp bu bölgelerin daralan ağızlarında toplanıp tekrar bir araya gelen küçük dereyle birlikte huzurlu bir şekilde yürümeye devam ettim. Eski bir göl tabanı olduğu anlaşılan bir noktada menderesler dikkatimi çekti. Göl oluşturmaya uygun olan bölgelere su tek bir noktada birikmez. Eğer düz bir yer uygun şartlara sahipse kendisini besleyen dere bütün alana yavaş yavaş yayılacak şekilde menderesler oluşturur. Ardından uygun koşullar oluşur ve su debisi artarsa, su mendereslerden taşarak göl haline gelir. Buzul göllerine yeterince yukardan bakılırsa kendisini besleyen derenin göle girdiği sığ kıyı kısmından itibaren “S” çizen menderes görülebilir. Aksine işleyen bir süreçle kurumaya duran bil göl de fazla suyunu kaybedip menderese dönüşecektir. İşte karşımda duran, yemyeşil alpin çayırlarla sarmaş dolaş menderesler de bir gölün embriyo haliydi. Menderesin ufak kollarından birkaçını zıplayarak aşıp orta kısma yaklaştım. Vakti kontrol ettiğimde henüz erken olduğunu gördüm ve çantayı indirdim nemli ve yumuşak alpin çayırlarının üstüne. Ayakkabıları ve çorapları çıkarıp paçaları sıvadım. Ayaklarım terlemişti! Isıyı yol boyunca hissetmemiş olsam da ayakkabıları çıkarınca nemi fark ettim. Ayak baş parmaklarımın büyük eklemlerinin kenarları, bütün parmak uçlarım, topuklarım beyazlamıştı. Şimdilik sorun değildi, yol bitene kadar da sorun olmayacaktı. Ama bu ayakkabılarla Likya Yolu gibi sıcak bölgelerde uzun yürüyüş yapıyor olsaydım ciddi parmak ve topuk travması yaşardım. Su toplayıp yumuşayan deri soyulmaya başlar, çorap ayaklarımda yaralara yapışırdı. Gore-tex membranın en büyük handikapı buydu. Su geçirmeye dayanıklıydı evet, ama sıcak ortamda şiddetli bir şekilde terleyen ayakların içten ıslanmasına sebep oluyordu. Özellikle ayakkabının dış katmanı çamur veya suyla kaplanıp nefes almayı imkansız kılacak hale gelmişse… Neyse, yüksek ve serin bölgelerde yürüdüğümden benim için sorun değildi. Yavaşça sığ akan suya girip yürümeye başladım! “Ohhh!” dedim “Ooooohhhhhhhhh!”, dünyada çok az zenginlik bu kadar iyi hissettirirdi. Kilometrelerce taban tepmiş, metrelerce tırmanmış, çarşaklarda zorlanmış ayaklar buz gibi suyla hemhal olunca kendilerine gelmişti. Suyun soğukluğu rahatsız edecek seviyede değildi. Ben de yürümeye devam ettim. Sonra kıyıdaki bir kayaya oturup ayaklarımı akan suyun hükmüne teslim ettim. Su akar ayaklar dinlenirken ben de etrafa kulak kesildim. Uzaktan gelen boğuk çıngırak sesleri ile bir ineğin tek tük mölemesi dışında doğanın işitsel ahengini bozan hiçbir şey yoktu. Sinekler, taş kuşları, dağ bülbülleri zaten doğal manzaranın güzide unsurlarıydı. Taş üstünde 5-10 dakika daha dinlendim ve kalkıp nemli çimlerin üstünde yürüyerek ve arada suya da girerek eşyalarımın yanına gittim. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı alıp, ayaklarımı yıkadım. Kıyıya çıkıp biraz yükseldim. Nemli eşyaları günışığının tatlı sıcak ellerine bırakıp sırt üstü uzandım yumuşak toprağa. Islak bacaklarım kururken ben de devirdim bedenimi sessizliğin kucağına…

Yaklaşık on dakikanın ardından, öğle sonrası güneşinin sert ışığıyla ısınmış kafamı kaldırıp ayaklarımı kontrol ettim: Nispeten kurumuşlardı. Tabanlarımdaki çer çöpü elimle temizleyip günün sıcak ışığına direnen isyankar damlacıkları da sildikten sonra çorapları ve ayakkabıları giyip toparlandım. Yine tatlı tatlı akan suyun yamacında, nispeten hızlı bir tempoyla akmaya devam ettim aşağıya doğru.

Rota üzerindeki son göle ulaştım. Yarım ay şeklinde sığ bir göldü. Yukarıdan kontrol ettiğimde gölün yakınında bulunan sürü şu an burada değildi. Gölün çevresini dolanıp aşağıya doğru yol bakındım ve gidegenin oluşturduğu nispeten dik yarığın yanından inmeye başladım. Önümde serilen yayvan vadi tipik bir buzul teknesiydi. Onbinlerce yıllık buzul işçiliğinden tevarüs edilmiş bir miras… O buzullar buhar olup gezegenin toplam su varlığına karışmıştı çoktan lakin eserleri yerli yerindeydi. Yemyeşil alpin çayıların arasından yılan misali kıvrılarak ve güneş ışığıyla parlayıp pullanarak akan küçük bir dere vardı şimdi antik buzulun geniş yatağında. Vadi pürüzsüzdü. Mevsim çiçeklerinin günışığıyla parıldayan şımarık sarısıyla alacalanıyordu her yer. Vadi boyunca göz alabildiğine her yerde küme küme sürüler vardı. Keçi sürüleri yukarıda kalmıştı artık, aşağıdakiler ise büyükbaştı. Bu şekilde vadiyi izleyerek iniyordum ki sol tarafımda bir büyükbaş sürüsü gördüm. Hepsi kafalarını kaldırmış pür dikkat beni izliyordu. “Tren mi geçiyor dostlarım neden bakıyorsunuz öyle?” diye kendi kendime bayat bir espri yapıp yine kendi kendime güldüm. İlgilyle beni izleyen sürüün hemen üstünden yorgan gibi kanatlarını açmış süzülerek inen bir akbaba gördüm! İnanılmaz bir yaratıktı... Ama seyirliği çok sürmemiş hemen gözden kaybolmuştu! Bundan sonrası ayaklarımdaki tatlı yorgunluk ve ruhumdaki neşeyle dere refakatinde durmadan inişti.

Artık eğimli ve kayalık kısımları bitirmiş, buzul teknesinin tam kalbinde ilerliyordum. 150-200 metre ilerde, solumda kalan dere yatağının içinde bir şeylerle uğraşan iki kişi gördüm. Biri iri bir yetişkin, diğeri ufak tefek bir gençti. Beni fark etmişlerdi, özellikle genç olan dönüp dönüp bakıyordu. Selam vermek ile oralı olmayıp yolumda gitmek arasında bocaladığım kısa bir anın ardından elimi kaldırıp uzaktan selam verdim ve yaklaşmaya başladım onlara:

- Selamün aleyküm.

Genç olan el kaldırıp selamımı aldı. Yanlarına yaklaştığımda tekrar selam verdim. Adam ağ ile balık tutmaya çalışıyordu. Çocuğa hitaben:

- Bu bölgenin ismini biliyor musunuz?

- Efendum?

- Aha Hızır? Hızır sen misin? (Öğrencimdi)

- Efendum?

Şapkadan tanımamıştı. Çıkarıp yüzümü açıkça gösterdim.

- Tanımadın mı oğlum?

- (Büyük bir şaşkınlık ve heyecanla) Aha!! Bayram Hozam? (Evet hocam değil, hozam) Hoş geldunuz hozam.

- Hoş buldum! Sağolasın. Ne yapıyorsun nasılsın?

- Sağolun hozam, eyiyim siz nasisinuz?

- Ben de iyiyim işte yürüyorum.

- Siz haburiya celdu isenuz siz de iş vardur!

- (Gülerek) Öyle mi? Buranın ismini biliyor musun?

- Haburanun mi? Kuçuğovid?.

- Küçük Ovit?

- Evet Kuçuğovid.

- Hadi ya! Burası İspir’e ait değil mi? İkizdere’nin mi?

- Yok hozam İspir daha aşağiye, burası İçizdere’nundur.

- Vay be! Bilmiyordum bak! Şu Garç Yaylası var arkada.

- Evet.

- Onun az aşağısında ufak bir yerleşim daha var. Onun ismi nedir peki, orası da mı Garç Yaylası’na bağlı?

- Orasi hep Garç’dur. (Aslında Aksu Yaylası'ydı kastettiğim yer.)

- Tamam. Ben de oradan başladım yürüdüm yukarı göllere. Aksu Gölleri’nden aştım Dört Göller’e, oradan Yedigöller’e oradan da bu derenin başına…

Adam ileriden söze giriyor:

- Bayaği cezdun! Ama ayilere dikkat et!

- Ya çok ayı gördüm, hep aynı durum: Kaçmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Alıştım ben artık.

- Alıştiisen eyi!

- Oldu Hızırcığım, kolay gelsin size görüşmek üzere, Allah’a emanet.

- Allah razı olsun hozam, sağolasiz, coruşuruz.

Hızır’dan ayrılıp vadi boyunca inişe devam ettim. Bu genç ve ablası öğrencimdiler. Okulda yerinde duramayan hiperaktif bir çocuktu Hızır, buralar onun gerçek mekanıydı. Çocuğun gözlerindeki ışıltı bas bas bağırıyordu bu durumu: Herkes beyaz yakalı olmak durumunda değil, dağlardaki çobanlıkta özünü bulabilir insan yeter ki istediği gibi yaşasın!

Sistemin çarpıklığını düşünürken aşağıdaki yerleşkeye az kalmıştı. Önümde belirginleşen patikaya girdim. Biraz ilerledikten sonra patikanın sağ tarafında yere çakılı ufak bir direğe bağlı yeni doğmuş bir buzak gördüm. Beyaz alacalı siyaha çalan koyu kahve renkli çok şirin bir şeydi. Yaklaşıp başını okşadım. Sevdim biraz. Hiç korkmadı. Buzakla vedalaştıktan sonra derme çatma ahırların yamacından geçen patikadan çıkıp yerleşkeden uzak durarak araç yoluna doğru ilerlemeyi sürdürdüm. Ahır olarak kullanılan barakaların çatılarında yer yer yakıt için kullanılan yuvarlak tezekler vardı. Ufak yerleşkedeki betonarme binaların sıklığı dikkatimi çekti. İnsana dair bir işaret aradım ama kimseyi göremedim. Ben de yola ulaşıp vurdum yorgun bacaklarımı hafifçe yükselen son eğime. Karşımda uzanan yol hafifçe güneybatıya doğru yükseliyor ve ileride sırtın üstüne çıkıp tam tersine dönerek ana vadi tarafına geçiyordu. 

Şimdi üzerinde bulunduğum güzergâh bir araç yoluydu ama sağ taraftan düşen taşlarla ve yer yer bitkilerle kaplıydı. Artık kullanılmadığı aşikârdı. Sol tarafımdaki derin vadinin karşı yamacında yayla yerleşkesine doğru yükselen gri yola baktım. “Demek yaylaya bu yol üzerinden değil, oradan ulaşıyorlar.” dedim. Bu durum işime geldi. Toplamda yürüdüğüm ve yürüyeceğim yolun çok küçük bir kısmı (1,5km) asfalt kenarından geçiyordu. Şu an üzerinde bulunduğum yol araç yolu sayılmazdı, bir patikaydı artık bu. Orta karar bir tempoyla güzergahtaki son eğimi de tırmanıp yol ile beraber sırtı döndüm ve bacaklarım rahatlayıp alçalmaya hazırlanırken ana vadi önümde sere serpe uzandı.

Hiç dikkat etmemiştim şimdiye kadar, hiç aklıma bile gelmemişti ama vadi o ana kadar gördüğüm en tipik buzul şekillerinden biriydi! Yayvan ve pürüzsüz bir taban ve tabanın ortasında akan bir ırmak! Devasa bir buzul vadisiydi! Kadim buzulu besleyen kar birikiminin olduğu bölge ise çok daha yukarıdaydı. Vadi kıvrıldığından görülmüyordu bulunduğum yerden. Birikim bölgesinde toplanıp sertleşen kar kütleleri, yüksek eğim boyunca üst üste birikir ve kendi ağırlıklarıyla birlikte, altlarındaki kayalık zemini kelimenin tam anlamıyla tıraşlayan bir nehir gibi ağır çekim akarlar. Üzerlerinden geçtikleri her şey traşlanarak pürüzlerinden arındırılır. Kaçkarlar ve başka pek çok dağ coğrafyasını şekillendiren temel dış kuvvetlerden biri buzullardır. Buzulun doğum yeri olan yüksek kar birikim bölgelerinin altlarında biriken sert karın ağırlığıyla çöken yerlere (sirk) dolan sular buzul göllerini oluşturur. Bugün gördüğüm bütün göller (küçükleri saymazsak 18 adet) aynı olgu ile oluşmuş göllerdi. Çermaniman vadisi ve altında Cimil Vadisi ile onun yan kolları olan Sarpinovit, Kalçarak ve Kuruyatak vadileri Rize’deki en tipik buzul formasyonlarındandır. Bunlara Çamlıhemşin'deki bütün yüksek vadileri ekleyebiliriz. Ve bu vadilerin istisnasız hepsinin başlangıç noktalarında göller bulunur! Sularını Çermaniman vadisine döken Saler Gölü’nün üzerinde bulunduğu küçük vadi belirgin bir askı vadisidir mesela... Ama hiçbiri şu an önümde uzanan vadi kadar büyük değil! Gerçekten doğa muazzam bir güç… Bir zamanlar buzulların aktığı yatak şimdi insancıkların her yerini doldurdukları bir yerleşim yeri haline gelmiş durumda… Bir zamanlar kadim buzulların heybetli çatırtılarıyla titreyen kayalık zirvelerde şimdi ketum bir sessizlik hüküm sürmekte…

Neyse, bu küçük jeoloji dersini de verdiğimize göre yola devam edebilirim. Araç yolu kimliğini yitirip taşlı bir patikaya dönmüş hafif eğimli yolda ilerlemeye devam ettim. Aşağıda, ince siyah bir ip gibi görünen asfaltın kenarında güneş ışınlarını yansıtıp parlayan minik beyaz nesne aracımdı. Az kalmıştı ama önümde inmem gereken bir dizi “Z” dönemeç vardı. Dönemeçlerin istisnasız hepsine inekler serilmiş geviş getirerek yatıyorlardı. Hem onların tembel dinlencelerini bozmamak hem de yolu kısaltmak adına yavaş yavaş sızlamaya başlayan sol dizimin affına sığınarak virajları bypass ettim. Bir iki yayla evinin arasından ana yola bağlandım ve yolun karşısına geçip aracıma doğru yürümeye başladım.

Asfaltta yürümeye henüz başlamıştım ki yolun kenarında park halindeki bir araçtan yaşlı bir amca beni çağırdı:

- Yeğenum bi celur misin?

- Buyur amca!

- Sen nerdan celiisun?

- Ben İkizdere’den geliyorum. Öğretmenim orada. Yürümeye geldim.

- Oğretmensun. Nereleri yurudun?

- Şu yukarda vadi var Aksu Gölleri’ne çıkıyor.

- Evet.

- Oraya çıktım. Oradan da aştım Dört Göller’e.

- Yedicoller…

- Yok Dört Göller, Yedigöller daha bu tarafta. Hani Sarpinovit sınırı var bilir misin?

- Yok ben hiç çikmamişim çi!

- Bu Cimil Vadisi’ne bağlanan vadilerden biri. Dörtgöller oraya sınır. Dört Göller’den yukarı çıkarsan Yedigöller’e gelirsin.

- Haaa! Tamamdur!

- Ben Yedigöller’den aştım bu Küçük Ovit Vadisi’ne.

- Habu sirtun arkasindeki.

- Evet. Oradan şu arka sırttaki yolu takip ederek buraya geldim.

- Senun ayaklar uzundur tebi kolaydur ama yalağuz olmaz bu işler yeğen.

Amcanın yanında oturan orta yaşlı bir diğeri:

- Sen yalağuz cezersun ama duman gelur, yaban çikar saldurur.

- Haritam var! Yabanla da çok karşılaştım hiç sıkıntı yaşamadım şimdiye kadar.

- Halla alla!

- Benim asıl endişelendiğim insan. Gerçekten! Bana mermi bile sıktılar dağda. İnsan çıkmasın karşıma da hayvandan zarar gelmez. Alışığım ben bilmesem tek başıma dolaşmazdım. Oldu amca görüşürüz kendinize iyi bakın.

- E hayde cule cule.

Nesilden nesile tevarüs edilen toplumsal önyargıların insanları nasıl esir aldığını düşünmeye başlayarak amcalardan ayrıldım ve hızlı bir şekilde tekrar yola koyuldum. "Hiç çıkmadım!" diyordu ama bana tehlikelerinden bahsediyordu! "Yazık!" dedim içimden. Yol kenarında oturup çay içen ve merakla beni takip eden iki kişiye selam verip durmadan ilerliyordum ki arkamdan seslendi biri:

- Çay içer misin?

- Abi sağolasın, vaktim yok dersim var yetişmem lazım. Kusura bakmayın.

- Tamam, uğurlar olsun.

- Sağolasın.

Derse daha çok vardı ama hiç oturmak istemiyordum. Onun için beyaz bir yalan söylemiş oldum.

- Gerçekten silah sıktılar mı sana?

- Aa Dersu! Hoş geldin tekrar. Ya doğrudan üzerime sıkmamışlardı tabi ama silahı bulunduğum yere doğrulttuklarını merminin havayı yararken çıkardığı ıslıktan anlamıştım. Uzun hikaye başka bir gün anlatırım fırsat olursa.

- Şimdi anlat!

- Valla hiç anlatasım yok. Kısaca özetleyeyim sana: Gaban Yayla etrafındaki dağlarda dolaşıyordum bu kış. Dönüş yolundaydım ki silah sesleri duymuştum. Aşağıda, yolda iki kişi atıyordu. Dedim heralde eğleniyorlar malum severler silahı bunlar. Ama son mermi, sesini duyuracak kadar yakından geçince bağırıp ıslık çalmıştım ateş etmeyi kesmeleri için. Belli ki benden şüphelenmişlerdi ve inmemi bekliyorlardı. Ayrıca akılları sıra bana gözdağı veriyorlardı. Aşırı sinirlenmiştim! Hadi beni vurmak için ateş etmiyorsun ama ya çığ düşerse! Onu da mı akıl edemiyorsun? Diye düşüne düşüne hızlı bir şekilde yanlarına inmiştim. İşte hırsız olur, terörist olur biz de endişeleniyoruz falan gevelemişlerdi. Buraya tek başına geliyorsun ama yaylada hırsızlık olsa senden bilirler şeklinde bir yığın laf işitmiştim. Ben de fazla uzatmamıştım. Garzavan Yaylası’nın muhtarıydı. Böyle bir olaydı işte… Geldi geçti.

- Hımm, insan her yerde insan.

- Burada biraz farklılar gerçekten…

- Öyle haklısın, her yerin insanı farklı ama görgüsüzlük aynı görgüsüzlük. Neyse ben kaçar dostum. Bir dahakine görüşmek üzere…

- Selametle, kendine iyi bak, yabanda görüşürüz, buralar sana göre değil, sıkıntıya sokma kendini.

Aracıma ulaştım ve müzik açıp yavaşça yola koyuldum. Karşı dağların arkasından İspir tarafına geçmeye çalışan yoğun bulutlar İkizdere’de havanın hala kapalı olduğunu gösteriyordu. Ovit Geçidi’ne ulaştığımda silecekleri çalıştırmak durumunda kaldım. Çise başlamıştı. Ovit Yaylası baya kalabalıktı. Hatta birkaç öğrencimi yol kenarında görmüştüm. Geçidi hızlı bir şekilde aşıp bulut sınırının altından inişe başladım. Sivrikaya, Çamlık, Tulumpınar, Dereköy, Çamçavuş ve Demirkapı mevkilerini hızlıca ardımda bırakıp sonunda İkizdere’ye ulaştım. Bu dağcılık ve hiking karşımı nispeten zor ama çok daha fazla muhteşem aksiyon da ona verdiğim özel isimle İkizdere anılarımdaki sağlam yerini almış oldu: Buzul Çağının Mirası…


18.06.2021 - İkizdere



Giriş niyetine :)

Ve Başlıyoruz...

Asfalt kenarından güzergaha girdiğimiz yer.

Su yolundan devam

Rotanın başlangıcında civar bölgeler




 Vadiye girdik artık...

Aksu deresi ve Buzul Vadisi...









 Vadinin sonu ve Aksu Gölleri'nin ilki





İkinci Aksu Gölü diğeri ise bir üstteki zirvenin hemen altındaki çanakta








Aşıta doğru arşakta yükselmeye devam





Aşıttan Dört Göller Vadisi. Kürtük burada başlıyor. Bulutlarla kaplı yakın kısım Sefkar Gölleri ve Sarpinovit Vadisi

Aşıtın çevresi

Aşıttan Aksu Gölleri'nin bulunduğu düzlük. 3. ve en yüksek göl zirvenin dibinde görülebiliyor



Kramponlara uyumlu olmayan ayakkabıyla kramponlu iniş. Pür dikkat...

İndiğim kürtük








Nihayet Çifte Göller



Aşıttan Sefkar Gölleri ve Sarpinovit Vadisi


Sefkar Gölleri'nden biri








Bir meczup

Mum dibine ışık vermiyor




Dört Göller'den Yedigöller'e aştığım geçit












Geçitten sonraki ilk göl. Dört Göller'den biri.





Dört Göller'den bir diğeri



Yedigöllerin üyeleri görülmeye başlıyor


















Yedigöller'in 3. büyük üyesi

Yedigöllerin en büyüğü


Ana gölün altındaki küçük göl


Göllere devam







Göllerin civarındaki patikalar


Yüksek bir kayadan ana göl







Yedigöllerden ayrılan patika

Görgüsüzlüğün resmi

Yedigöller aşıtından Leş Tepe'ye Doğru





Leş Tepe'den Yedigöller

Yedigöller aşıtına ulaşan araç yolu


Yedigöller'in güneyi Erzurum platosu


Leş Tepe'nin kuzeyi. Sırt boyunca ilerliyorum.







Güzergah üzerindeki son büyük göl.



 Son büyük göle yaklaştım

Son büyük göl



Dere boyu iniş

Mendereslerde dinlence

Güzergah üzerindeki son göl



Buzul teknesinde akış devam ediyor


Ve son... İkizdere hava kapalı


PANORAMALAR









Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..