Elveda Puşula...

"Özgür yüksekliklere çıkmak istiyorsun,

Yıldızlara susamış ruhun."

Nietzsche



- Hiç bıkmıyor musun?

- Ben bu 'dağların' emzirdiği çocuğum; çocuk memeden bıkar, ben dağlardan bıkmam! 

En son dört gün önce, İkizdere – İspir sınırında yer alan buzul göllerinden on sekizini gören muhteşem bir yürüyüş tırmanış aksiyonu gerçekleştirmiştim. Orası sürekli aklımdaydı, sonunda gerçekleştirip rahatladım. O hafta için yapmakta kararlı olduğum faaliyetleri anlık olarak değiştirmiş yeni bir faaliyete karar vermiştim. Çeşitli faktörlerden kaynaklanan bu karar verip değiştirme durumu canımı sıkmış olsa da sonunda tatmin olduğum bir etkinlik yapabilmiştim. “Buzul Çağının Mirası” adını verdiğim etkinlikten sonra, önceden hafta sonu için beni Büyük Buzul üzerinden Kavrun Zirve tırmanışına çağıran arkadaşım İkizdere’ye gelmek istedi. Tırmanış iptal olmuştu ama hafta sonu için yine de bir yerlere kaçmak istiyordu. “Gel” dedim ben de, “takılırız!” Cuma günü birlikte Gizli Mabet’e gidip kamp yaptık, ertesi gün Garzavan ve Gaban Yaylalarına yürüyüp ayrıldık. Pazar gününü ise sıradan bir yürüyüşle geçirmiştim. Bugün için ise 11.00’den sonrası boş olduğundan yine sıradan bir yürüyüş yapmayı planlıyordum. Art arda geniş çaplı aksiyonlar gerçekleştirmiştim, biraz hız kessem fena olmaz dedim. Ama kesemedim! 

Pazartesi sabahtan itibaren 4 saat yüzyüze dersim ve bir sorumluluk sınavı görevim vardı. 08.00’de okula gidip sıkıcı ıvır zıvır işleri hallettim. 2 saatlik 10. sınıf dersinde tek öğrenciye ders anlattım ama sonraki 2 saatlik 12. sınıf dersine hiç kimse gelmemişti. Bayram durur mu? Durmadım tabi. “Bırak şimdi sıradan yürüyüşü, bir sürü vakit var, vur dağlara!” diye geçirdim içimden. Okuldan süratle ayrılıp nevaleyi ve sırt çantasını hazırlamaya koyuldum. 

Aklıma gelen ilk güzergah Sivrikaya-Vaşa-Puşula güzergahıydı. Sivrikaya ile Vaşa arasındaki patikayı istediğim gibi yürüyememiştim bir türlü. İlk gittiğimde her yer duman olduğundan bir şey görememiştim. İkinci gidişimde hava kapatıp gök gürlemeye ve yağmur yağmaya başladığından sırttan geri dönmüştüm. Dolayısıyla içimde kalmıştı o güzergah, yürümeliydim yoksa bir tarafım şişecekti. Hem çok sevdiğim Puşula’yı yeşiller içinde görmeyi istiyordum, muhtemelen son kez olacaktı. Ayrıca rotaya yakınlardaki Cancava Yaylası’nı da eklemek güzel olacaktı. Madem hava güzel vuralım tabanları dağlara, allah ne verdiyse! Aklımda bu düşünceler koşuştururken ben de hızlıca araca gidip İkizdere’yi terk ettim. 

Puşula patikasının bağlandığı, köy evlerinin arasındaki yolun yakınında aracımı park ettim. Çantayı ve batonları alıp en yüksek konumuna vardı varacak Güneş’in bunalttığı asfaltın kenarından tabanlamaya başladım. Havada bir parça bile bulut yoktu. Dağlarda en ideal hava durumu parçalı bulutlu ve hafif esintili olanıdır. Çıplak bir gök, esmeyen rüzgar kesinlikle en mükemmeli değildir! Belki en güvenlisidir ama en konforlusu asla değildir. Asfaltın kustuğu sıcak ziftten yükselip yüzüme vuran buğu, Bugün bu sert güneş altında yanacağımın resmiydi! 

Güzergahın başlarındaki yaklaşık 5 kilometre sıkıcı olacaktı! Tekdüze ve hızlı sayılabilecek bir tempoyla hiç durmadan dağlara vuracağım noktaya kadar yürüyecektim. Sonrasında adımlayacağım yüksek patikaların hayaliyle güzergahın bu sıkıcı bölümüne katlanacaktım. Bu bölgede çember rota yapmanın başka yolu yoktu. 

İspir asfaltı üzerinde Çamlık’ın içinden Sivrikaya’ya doğru yürürken fark ettiğim ilk şey yerleşimdeki sessizlikti! Garip bir şekilde ne evlerde, ne civar açıklıklarda insan veya hayvan namına bir şey yoktu. Sadece arada yanımdan geçen araçlar... Bir iki km yürüyüp çığ tünellerine yaklaştığım bir noktada arkamdan gelen insan sesi bu hareketsizliği bozan ilk şey oldu. Ne dediğini anlamadım ama arkamı döndüğümde yol kenarındaki uzun otların gölgesine sığınmış dinlenen orta yaşlı bir teyze gördüm. Elimi kaldırıp kolaylıklar diledim ve durmadan yoluma devam ettim. Neden sonra kadının bizim okulda çalışan hizmetli olabileceğini düşündüm, benziyordu da ama uzaklaşmıştım bir kere. Üzerinde çok durmayıp devam ettim. 

Bir noktada yanımdan süratle bir motor geçti. Üzerinde iki kişi vardı. Arkada oturan bir an başını çevirip beni süzdü. Motora bağlı matlar ve çantalar uzun bir gezide olduklarını gösteriyordu. Motor dönemeçlerin kıvrımlarında kaybolduktan sonra etrafa çok dikkat etmeden hızlı yürüyüşüme devam ettim. Ayağımdaki botlar ikinci seferini yapıyordu şimdi. Normalden sıcak bir hava olduğundan ayaklarım fazla ısınmıştı. “Arada çıkarıp havalandırmam, ter çoğalmadan çorapları güneşte kurutmam gerekecek!” diye düşündüm. Güneş öyle çok bunaltmıyordu, zaten bu irtifada bunalmak diye bir şey söz konusu değildir. İçimde uzun kollu termal içlik, bacaklarımda kalın sayılabilecek bir pantolon ve ayaklarımda orta kalınlıkta çorap ve deri botlar varken bile öyle aşırı bir terleme veya sıcaktan bunalma söz konusu değildi. İrtifa arttıkça durum daha da iyileşecekti. Ama bu hız ve kıyafetlerle deniz seviyesinde yürüyor olsaydım şimdi tere boğulmuştum! Yürüyüş için en uygun iklim dağ iklimidir şahsımca… Kuru hava, serin rüzgâr, asgari ter! Daha ne olsun… 

Neyse Sivrikaya’nın girişindeki küçük ve serin çığ tünelinin içinden geçip yola devam ediyordum ki yol kenarında kurdukları geniş şemsiyenin altında gölgenin ve serin esintinin tatlı keyfini süren amcalar ses ettiler. Selam verdim ben de: 

- Selamün aleyküm. 

- Aleyküm selam, neree İspir’e mi? 

(Heee İspir’e! İşim yok yol kenarından İspir’e yürüyeceğim!) 

- Sivrikaya’ya gidiyorum. Oradan Vaşa’ya geçeceğim. 

- Şu karşıçi kavşaktan geç oyani cidersun oyle yukari. 

- Biliyorum amca ilk kez gelmiyorum buraya. 

- Ama 20 senede anca cidersun oriya! Hava çok sicaktur! 

(20 senede Dünya’yı 3 kere çepeçevre dolaşırım lan dalyarak. İşine bak sen.) 

- Alışığım ben sağolasın, hadi iyi günler. 

Adamlarla lak lak için kısa bir duraklamadan sonra yola devam ediyordum ki Çamlık’tan çıkarken yanımdan geçen motoru yol kenarında park halinde gördüm. Motorun 3-4 metre aşağısında iplerine yapma sarmaşık sarılmış büyük bir salıncak ve salıncağın yanında deri ceket ve pantolonlu iki herif vardı. Hiç oralı olmayıp yola devam ederken birinin şöyle dediğini duydum: “Adam bizi geçti ya la!” Diğerinin ne cevap verdiğini işitmedim zira hızımı kesmeden yürümeye devam ediyordum. En sonunda Ovit Tüneli’nden önceki kavşağa yaklaştım. Buradan doğuya doğru yükselen vadinin kuzey yamacındaki patikaya bağlanacaktım. Yolun karşı tarafında bir iki patika gözüme çarptı. Onlardan ilkine girdim ama 3-4 metre sonra yeşil düzlüğe çıktığımda patika bitti. Önemli değildi, güzergâh belli olduğundan tahmini bir şekilde yola devam ettim. Yukarıda bir iki ev vardı, aşağıdakinin arkasında bir kadın durmuş beni izliyordu. Farkına varmamış gibi yaparak evlerin arasından hızlıca geçtim ve yanına eğreti bir taş duvar yapılmış patikaya girdim. 

Vaşa Çıkmazı’ndan başladığım bir önceki yürüyüşümde bu vadideki patikadan inmiştim. Gayet dikti! Ve alçaldıkça silikleşip belirsizleşmeye başlamıştı. Ben de son kısımlarını kafama göre yürümüştüm. Bugün ise rotayı baya bir değiştirip tersten yürüdüğümden o dik kısmı çıkmak durumundaydım. Geçen yürüyüşümde asfalta bağlandığım noktanın daha altından girmiştim şimdi güzergâhın bu kısmına. Patikayı bulana kadar doğaçlama yürüyecektim ki öyle de yaptım. İrtifa kaybetmemeye dikkat ederek, patikanın belirginleşip stabilleştiği bölgeye doğru tırmanmaya başladım. Hızımı biraz kestim zira güneş bütün hırsıyla savuruyordu enerjisini. Acelem de yoktu, vakit boldu. Kondisyon da ber-kemal olduğundan ileride gerçekleştireceğim yürüyüşlerde sağlam kalmak için zorlamanın bir anlamı olmayacaktı. Beni izleyen ineklerin arasından aheste aheste vadiyi tırmanmaya devam ettim. 

Saat 12’ye yaklaşıyordu, henüz kahvaltı da yapmamıştım. Sivrikaya patikasına bağlanacağım sırtta manzarayı izlerken yapmayı düşünüyordum ama geç olacağından düz bir bölgede karar kılıp oturdum bir taşın üstüne. Önce bardakta çayı demledim. Nevale poşetini çıkardım. Sonra ayakkabıları ve çorapları çıkarıp güneşe serdim. Ayaklarım iyice terlemişti. Biraz havalandırmak akıllıca olacaktı zira uzun sayılabilecek bir parkurda ayak derimin terle yumuşayıp soyulmasını hiç istemiyordum! 

Kahvaltı için cevizli helva, örgü peyniri, haşlanmış iki yumurta, biraz zeytin ve bir dilim ekmek paketlemiştim. Ayrıca kayısı ve kiraz da almıştım. Önce kahvaltıyı hiç ettim. Sonra bilekten aşağısı süt beyaz ayaklarım dikkatimi çekti, bu güneş 3-4 dk demez yakar kavururdu zavallıları. Hemen hemen kuruyan çorapları tekrar ayağıma geçirdikten sonra bir tane kayısıyı çantadan çıkarıp iki lokmada indirdim. Ayakkabıları giyindikten sonra toparlanıp patikaya doğru dik eğimi tırmanmaya devam ettim. 

Kuzey yakasında yürüdüğüm ve sağ tarafımda kalan vadinin başındaki dağlar Kuruyatak Vadisi’ne sınır oluşturuyordu. “Acaba buradan başlayıp Kuruyatak’taki buzul göllerine geçen ve tekrar buraya inen bir güzergah oluşturabilir miyim?” diye plan yapmaya başladım. “Evde haritanın başına geçip bu düşünceyi olgunlaştırmanın yolunu bulacağım.” Gözlerimi vadiden ayırıp tekrar önümde dikilen yamaca çevirdim. Rüzgar burnuma kekik ve yayla çayı çiçeklerinin yoğun kokusunu getiriyordu. Mor çiçekli küçük yayla çayı çiçeklerini kontrol etmek için biraz durdum. Bir avuç kadar toplayıp cebime koydum. Bu küçük ve hoş kokulu çiçekler yaz aylarında yayla çayırlarında biterler. Bunları toplayıp kuruttuktan sonra çay gibi demleriz. Normal çaya aroma vermesi için kullanılabileceği gibi sadece bu çiçekler demlenip de içilebilir. Tadını çok sevdiğimden her sene büyük bir miktar toplarız annemle. “Bu sene geç kaldık, çiçeklerin tamamen olgunlaşmasına az kalmış. Bir an önce yaylaya çıkıp millet kökünü kurutmadan payımızı almalıyız.” diye içimden konuşarak devam ettim tırmanmaya. Gerçekten dik bir bölgeydi. Ama sırttan sonra hafif eğimli muhteşem patikada yürüyecek olmanın sevinci buna değecekti. Rampanın ceremesini yüksek patikada huzur ile karşılayacaktım: Acı yoksa, kazanç yok! 

Patikanın belirginleştiği bölgeye ulaştım. Bundan sonrası “Z” dönemeçlerle yükselip sırta ulaşan patikayı tabanlamakla geçecekti. İyice susamıştım! Patikanın yanında yükseldiği ve aşağıda ana vadiye bağlanan bir çentik vadi vardı sağ yanımda. Ortasından da su akıyordu ama oraya inmeye üşendiğimden suyun tatlı sesini dinleye dinleye kendime işkence yaparak çıktım sırta kadar. 

Vadi duvarlarının boyunduruğundan boşanan delişmen rüzgar sırtta sertleşmişti. Boynumdan, bileklerimden giren serin rüzgârın terimi yorgun bedenimden sıyırıp götürmesi çok sürmedi. Burada biraz oyalandıktan sonra doğuya doğru hafif iniş çıkışlarla devam eden geniş patikada, geçen sefer bana geçiş izni vermekte ayak direyen inatçı kürtüklerin erimiş olduklarını umarak ve tempomu da biraz artırarak yürümeye koyuldum. Komar çiçekleri henüz dökülmemişti. Rüzgâr envai çeşit çiçekten derleyip topladığı yoğun esans çeşnisini civara yayıyor, burnum bu taze kokularla şenleniyordu. Gözlerim, iyice yeşillenmiş pürüzsüz yamaçlarda huş tavuklarını aradı ama sert güneşten kaçarak komar kuytularına sığındıklarından olsa gerek birini bile göremedim. 

İrtifa 2500 metreydi artık. Güneş gökyüzünde en uzun süre kalacağı bu günde şamarı ne kadar sert vurursa vursun, ara ara şiddetlenen rüzgârın kuru serinliği güneşin hükmünü bozuyordu… Derken kürtüklerin bulunduğu bölgeye geldim. İlk kürtük tam patikanın geçtiği yerde bitiyordu. Yattığı çentik vadinin yukarı kısımlarında eriyişini sürdüyordu. Vadi boyunca birikip sertleşmiş karın altından geçerek soğumuş sudan iki bardak içtikten sonra bu sefer kuzeye yönelen patikaya devam ettim. İkinci kürtük tamamen erimişti. Ama patikadan da iz yoktu. Bu kısmı atlayıp zıplayarak geçtim ve patikaya tekrar ulaşıp yürümeye devam ettim. Patikanın sırttan tekrar doğuya dönerek Sivrikaya’yı göreceği noktaya gelmiştim ki sağ tarafımdan gelen sert kanat sesleri bakışlarımı içgüdüsel olarak o tarafa çekti. Dişi bir huş tavuğuydu. Havalanmak için seri bir şekilde çırptığı kanatlarını yamaçtan yeterince yükseldikten sonra düzleştirip süzülmeye başladı ve gözden yitti. En azından bir tane görebildim diyerek artık önümde olan yayla yerleşkesine doğru yürümeye koyuldum. 

Geçen sefer dumanlı da olsa yaylayı görebilmiştim. Tam duman sınırının altındaydı o zaman. Ama şimdiki manzara o zamankinden çok daha farklıydı. Yaylanın güney doğusunda yükselen kayalık zirveler manzarayı süslüyordu şimdi. Bu şekilde hayal etmemiştim Sivrikaya’yı gerçekten güzel bir görüntüydü. Vadinin karşı yamaçlarını kontrol ettiğimde yaylada silinen ama karşıda çapraz bir şekilde yükselen ve sırtın arkasına geçip kaybolan patikayı gördüm. Patikanın başlarında, biraz yukarıda kalabalık bir keçi sürüsü vardı. Sivaslılar da muhtemelen başında olacaklardı. “Sürpriz yapmasınlar da alayı gelsin sorun yok!” diyerek yaylaya yaklaştım. Yine ketum bir sessizlik hükmünü icra ediyordu. Yaylada şenlik namına belirgin hiçbir şey yoktu. Başında çoban olup olmadığını merak ederek tekrar sürüye baktım ama miyop gözlerim gözlüklerle destekleniyor olsa da bu uzaklıktan insan seçmeye kadir değildi, bir şey göremedim. Yayla yerleşkesinin bir iki fotoğrafını alıp, oyalanmadan vadinin diğer yamacına doğru yöneldim. Bir noktada sapsarı parlak çiçeklerle kaplı yeşil bir düzlüğe geldim. Çiçekleri ezmemek için yönümü biraz değiştirerek karşıda tekrar belirmeye başlayan patikaya doğru ilerlemeye devam ettim. Patikaya girdiğimde yukarıdan, sürünün içinden Sivaslının biri bağırmaya başladı. “Hadi bakalım, gelin!” diye düşünürken ben de bağırdım: 

- Aferin oğlum. En iyi çoban sensin… 

- Vov, vov, vov… 

- Affferin oğluma, helal olsun! 

Köpek havlayarak yukarıdan bana doğru iniyordu. Kuyruğunu sallamasından, yavaşça inmesinden ve -gariptir- sesinin tonundan uğraştırmayacağını belli ediyordu. Sürüyü kontrol ederken, keçilerin arasındaki bir kayanın üzerinde Sfenks gibi oturmuş, kısık gözlerle beni izleyen izbandut bir Sivaslı daha gördüm. Bakışları tekinsizdi ama “Bana bulaşmazsan, ben de sana bulaşmam moruk!” diyen bir duruşu vardı. “Ne bulaşacağım, bana ne!” dedim ben de. Bu arada diğer Sivaslı yola inmiş arkamdan bağırarak gelmeye devam ediyordu. Yavaşladım, o da bir noktada sesini kesti, kuyruk sallayışı hızlandı. Mesafesini koruyarak önüme geçti. Aşağıda tuttuğu başından bana yönelttiği çekingen bakışları gördüğümde: 

- Gel buraya aslanım, aferin oğlum. 

Dedim ve yılışmaya başladı. Artık kıçıyla birlikte sallıyordu kuyruğunu. Bir anda üstüme atıldı, her yerimi koklamaya başladı. 

- Oğlum sen nasıl çobansın ya? Yabancılara niye kuyruk sallıyorsun, ha? Nasıl çobansın sen oğlum? 

Köpek iyice kendini sevdirme çabasına girmişti. 

- Hahhaaa! Şapşal seni! 

Köpeği biraz okşayıp sevdikten sonra hızımı artırıp patikaya devam ettim. Ufak bir dereyi geçtikten hemen sonra patika tekrar silindi. Sisli de olsa burayı hatırlıyordum. 50-60 metre yukarıdaydım o sefer, patika aniden kaybolunca haritadaki izohipslerin yardımıyla bir tahminde bulunarak dere boyunca dik bir şekilde inmiştim ve patikayı tekrar bulmuştum. Şimdi aynı yerdeydim ve bu sefer dik çıkacaktım. Zaten patika yukarıda belliydi. Ama önce oturup yanımda getirdiğim meyvelerin yarısını tükettim. Bir iki dakika etrafı izleyip dinledikten sonra dik kısmı tırmanıp tekrar patikaya girdim. 

Şimdi Vaşa Yaylası'nın üst kuzey yamacına kurulduğu vadinin başlarında yürüyordum. Sağ tarafımda yükselen tepenin eteği boyunca biraz inerek devam eden patika, ileride, tam vadinin başladığı yerde bir aşıta ulaşıyordu. Aşıta gelmeye adımlar vardı ki patikadan ayrılıp doğuya doğru birazcık yükseldim. Çünkü Verçenik tam karşıma çıkacaktı şimdi. Ona selam vermemek olmazdı. Aşıta çıktığımda parça pamuk bulutlarla kaplı gökyüzünün altında, doğu ufkundaki dağ sırasını titretip düzeni bozan o haşin zirveyi görüş alanıma soktum. Nedendir bilmem Çamlıhemşin'de de İkizdere'de de yürürken, yüksek noktalarda Verçenik'i görmeye çalışırım. Artık Kaçkar'ın ana doruklarını nereden görürsem göreyim tanıyacak durumdayım ama ilk aradığım hep Verçenik oluyor! Bu dağda beni kendine çeken bir şeyler var.

- Hangisinde yok ki dostum?

- Sen de haklısın Dersu! Hepsinin ayrı bir karakteri ve çekiciliği var benim için.

- Ona ne şüphe!

- "Verçenik" isminin İsa'nın kefeninin Ermenice karşılığından galat olduğunu biliyor muydun?

- Elbette! ... Hayır! Nereden bileyim.

- Evet, bölgenin eski yer isimlerine merakımdan daha önce bahsetmiştim. Verçenik'i bir türlü bulamıyordum. Sevan Nişanyan'a bile sordum. Aşırı derecede bozulmuş bir Ermenice isim olabileceğini, ama belki de kendisinin bilmediği bir kelime olduğunu söylemişti. Benim bulduğum açıklamaya göre ise  "Varşamak" İsa'nın kefeninin Ermenice ismiymiş. Söz konusu açıklama bir hipotez tabi ki asla kesin olarak bilinemeyebilir. Hipoteze göre Ermeniler kefenin bu bölgede gömülü olduğuna inanıyorlarmış. Dağa da Varşamak demişler. Varşamak değişerek "Varşampek, Verşembek" en sonunda Verçenik olmuş. Hemşin Gizemi adlı kuytuda kalmış ince bir kitapta okumuştum. Farklı bir hipotez de mevcut ama bence doğruya yakın olabilecek olan kefen açıklaması.

- İlginçmiş ama İsa'nın kefeni neden -mesela- Kudüs'te değil de kimsenin bilmediği böyle bir yerde gömülü olsun ki?

- İnsanlar kutsal sayıp değer verdikleri kişilerin mezarlarını, eşyalarını sahiplenirler. Tıpkı Yunus Emre'nin mezarının Türkiye'nin pek çok yerinde bulunması gibi. Halbuki hangisi Yunus Emre'nin mezarını asla bilemeyeceğiz ama insanlar öyle inanıyorlar. Tıpkı zamanında burada yaşayan Ermeni Hristiyanların inandığı gibi. Mesele kefenin burada olup olmaması değil dağın isminin anlamı. Bugün dağa Türkçe olarak "Üçdoruk" da deniyor. Nereden bakılırsa bakılsın aynı tabanda yükselen üç ayrı zirveymiş gibi durduğu için sanırım. Neyse ben devam edeyim dostum.

- Teşekkürler açıklama için, bu isimler benim açımdan bir anlam ifade etmese de güzel bilgiler bunlar. Haydi devam, seninleyim.

- Eyvallah.

Aşıtın üstünden doğu tarafındaki vadiye baktığımda bir kaç büyük ve küçük baş sürüsünün vadi tabanındaki düzlüğe yayılmış olduğunu gördüm. Kuzey boyunca alçalıp Güvenköy bölgesine ulaşan vadinin başlangıç noktasındaki yayvan tabanında eski bir yayla yerleşkesinin kalıntısı seçilebiliyordu. Yine merak filizlenmeye başladı: "Acaba ismi neydi? Hangi köy kullanıyordu?" Kalabalık sayılabilecek sürülere baktığımda bunların Güvenköy'den gelmiş olabileceklerini düşündüm. Zira vadi oraya çok yakındı ve Güvenköy gayet kalabalık bir yerleşkeydi. Cimil Vadisi ne kadar geniş olsa da 3 köy ile birlikte pek çok çobanın paylaştığı bir yer olduğu için bu vadiler de mera olarak kullanılıyor olabilirdi. "Neyse," dedim, "Ben yoluma gideyim!"

Aşıttan ayrılıp tekrar patikaya girdim. Artık görüş alanımın sınırlarında olan Vaşa'ya doğru hızlı bir tempoyla yürüyordum. Vaşa'nın üstüne kadar gelip silinen patikayı sonuna kadar izleyerek araç yoluna girmeden Cancava'ya giden yola doğru yürümeye başladım. Cancava'nın geniş patikasının üzerinde lastik izleri gördüm. Son geldiğimde yoktu izler. Demek ki ziyaret edilmiş yayla. Bu yaylanın sevdiğim bir öğrencimin yaylası olduğunu bir iki gün önce marketten meyve alırken öğrenmiştim. Kasadaki adam bu aralar dağa gidip gitmediğimi sordu. Evet dedim hiç inmiyorum ki!

- Bizum yaylaya cittun mi?

- Hangisi sizin yayla?

- Cancava, Gencebay!

- Gittim. Bu Demirkapı Köyü'nden Vaşa'ya geçip oradan da Cancava'ya yürümüştüm. Ama bakmamışsınız yaylaya hep viran olmuş evler. Halbuki ne güzel yer.

- Ha bi de yurudun! E cidemiyoruz artuk iş cuç! Arada öyle uğruyoruz işte. Esçidan ne şenluğidi oralar! Nasil kar var miidi? Komarlar açmiş miidi?

- Kar yaylada yok da yukarlarda var parça parça. Komarlar da artık dökülmeye başlar. Ben gittiğimde yeni yeni açıyorlardı.

Adam öğrencimin amcasıydı, demek ki bu yayla onlarınmış diye düşünüp eve gelmiştim o gün. Şimdi de tekrar o yaylaya yürüyordum. Yayla görüş alanıma girdiğinde araç yolundan çıkıp çayırların üzerinden hızlıca yerleşkeye inmeye başladım. Sağ dizim biraz sızlamaya başladı. Adımlarımın arasını kısaltıp ritmi serileştirdim. Böylece bir dize binen yükün süresi azalıyor diz rahatlıyordu. Zaten suyun başında oturup biraz dinleneceğimden diz de dinlenme fırsatı bulacaktı.

Suya ulaştım. Kızgın güneşte, tuzu tenimde bırakarak uçup giden terden dolayı açıkta kalan her yerim tuz ve tozla kaplıydı. Buz gibi suda güzelce yıkanıp tuzdan tozdan arındıktan sonra kalan meyveleri indirmeye başladım. Biraz da etrafı dinleyerek demlendikten sonra kalkıp yürümeye devam ettim yaylanın yükselen yolunda. Ama tam yayladan çıkacaktım ki eksiklik hissettim. "Gözlükler! Salak herif gözlükleri unuttun!" Aynı yerde geçen sefer batonları unuttuğum gibi bu sefer de gözlükleri unutmuştum. Neyse ki çok uzaklaşmamıştım hızlıca geri dönüp taktım gözlükleri ve hafif eğimle yükselen yolda tırmanmaya başladım. Aklıma keman düştü yine, telefondan açtım. Keman metruk ve mahzun yaylayı hükmüne alan sessizliği bozarken burnumda titreyen bir garip sızı, yanağımdan düşen bir damla gözyaşıydı o anda. Yaylanın üzgün halinden mi, kemanın içli sesinden mi yoksa hipoksik atmosferden mi bilmem bir anlığına duygulanmıştım. Bir iki parça daha dinledikten sonra yüksek düzlükteki anayola bağlanmıştım artık.

Güzergahın bundan sonraki kısmında tırmanış yoktu. Artık inecektim ama dik bir iniş olacaktı bu. Sırada Puşula vardı. Özlediğim yer! Birkaç km daha düzlükte kıvrılan şirin yolu izledikten sonra yoldan ayrılıp sol tarafıma doğru ilerlemeye başladım bileklerime sarılan yeşil çayırın içinde. Puşulanın arkasında kalan vadinin güney yamacı boyunca patika iniyordu aşağı ve Puşula'ya bağlanıyordu. Kesif kokulu komarların ak çiçekleri arasından biraz daha yürdükten sonra patikaya ulaşıp artan eğimde Puşula'ya doğru inmeye devam ettim. Kuzeybatı tarafında, ana vadi bulutlarla örtülüydü. Yüksek gökler kızgın güneşle kavrulurken İkizdere beyaz örtü altındaydı. Puslu manzarayı izleye izleye inmeye devam ettim ve sol tarafta bodur çam ağaçları ile birlikte Puşula'nın viraneleri görünmeye başladı. Küçük kayaların arasından kıvrılan patikayı izlemeye devam ederek mezraya ulaştım. Akşam yaklaşmış, güneş yumuşamaya, pus dağılmaya durmuştu. Kuş ve böcek sesleri ile arada hızlanan rüzgarın çökük çatılarda boğulan uğultusu dışında ses yoktu. İnsan yok, insan izi yok! Sadece terkedilmişlik ve kadim zamanlara özlem içinde ağır ağır çöken eski konaklar...

Kuzey boyunca devam eden ana vadi sere serpe altımdaydı şimdi. Ovit Tüneli'nin girişi ve yürüyüşe başladığım nokta görülebiliyordu. Batı tarafındaki tepelerde, ağaç sınırının hemen üstünde konumlanmış Mehule seçiliyordu. Puşula'dan ayrılan patikanın başladığı yerde, bir kayanın üzerinde oturup etrafı dinlemeye başladım. Bir iki derin nefes alıp sessizliğe karışmaya çalıştım. Saat de 16.00 olmuştu. İniş kısa sürecek olsa da bayağı dikti ve patika sık ormanın içinden geçiyordu. Ortam çok güzeldi ama kalkıp yola koyulmanın ve ne zaman olacağını bilmediğim müstakbel ziyaretime kadar Puşula'ya veda etmenin vakti gelmişti. Toparlanıp gür bitkilerin arasından inişe devam eden patikayı takibe koyuldum.

Sonbahar aylarına göre ağaçlar daha kabarık ve bitkiler çok daha gümrahtı şimdi. Arada bağırmam gerekiyordu zira bu kadar yoğun ve kapalı bir ortamda varlığı hissettirmeden yürümek tehlikeliydi. Etrafı görebildiğim yollarda ses çıkarmadan muhtemel bir ayı karşılaşması için hazır durumda yürüyebilirdim ama böyle ortamlarda bu manyaklıktan başka bir şey olmayacaktı. Burada bir ayıyla karşılaşma durumunda tokadı yerdim. Hiç şakası yoktu bu işin. Ben de keman dinlemeye devam ederek o muhteşem patikayı seri bir şekilde adımlamaya koyuldum. Enerjisini salmış ve artık batışa doğru alçalmaya başlamış güneş sık dalların arasından güç bela yol bulup parça parça dökülüyordu patikaya. Bazen ufak bir boşluk hasıl oluyor bazen de patika bitkilerin arasında tamamen boğuluyordu. Patikanın sonlarına yaklaştığım düz bir bölgede bir yandan yürür bir yandan telefonla kayıt alırken sağ ayağım patikanın yanından aşağıya kaydı ve ileriye doğru denge sağlamak amacıyla attığım birkaç faydasız adımdan sonra dirseklerim ve dizlerimin üzerine düştüm. Kazalar pür dikkat geçilen tehlikeli bölgelerden ziyade dikkatin gevşetildiği kolay görünen yerlerde gerçekleşiyor, bunu bir daha tecrübe ettikten sonra herhangi bir yara almadığım bu düşüşün utancıyla yerden kalktım. Yaklaşık 3,5 km'lik patikayı huzurla tükettikten sonra dereye ulaştım. Ufak köprüde oturup ayakkabıları ve çorapları çıkardım. Buz gibi suda ensemi, yüzümü ve başımı yıkayıp çıplak ayaklarımı dereye soktum. Bu hisse vurgunum! Tatlı bir sızı içindeydi ayaklarım ama serin su üzerlerinden geçerken yolların birikmiş yorgunluğunu suya boşaltıp dinçleşiyorlardı. 2-3 dakika gölgenin ve suyun serinliğinde oturup dinlendim. Önümdeki kaya biraz güneş alıyordu, oraya tırmanıp ayaklarımı kuruttuktan sonra tekrar giyinip köye bağlanan patikayı tüketmeye koyuldum. Etrafta yine insan yoktu. Yer yer ağaçların oluşturduğu minik tünellerden geçen munis patikada keyifle yürüdükten sonra evlere ulaştım. Çekingen bir şekilde etrafı kolaçan ettim ama hala insandan bir havadis yoktu! Bu durumdan cesaret alıp eski evlerin fotoğraflarını çektim hızlıca ve iki taş duvar arasından devam eden patika boyunca güzergahın son metrelerini de tükettim. 

Anayola ulaştığımda yolu simsiyah ve parlak ziftle kaplı gördüm. Gün boyu kızgın günışığına maruz kalan asfalt laçkalaşmıştı iyice. Araçların lastiklerine yapışıp yoldan kopan parçalar yüzünden yolun yüzü girintili çıkıntılı çiçek bozuğu bir desene bürünmüştü. Nispeten kuru yerlere basmaya dikkat ederek karşıya geçtim ve araca girdim... İşte bir yürüyüş daha nihayete ermişti şimdi. Mutluluk, huzur ve hüzün bir aradaydı. Kim bilir ne zaman geleceğim bir daha, elveda Puşula...


22.06.2021 - İkizdere






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..