Yine Kocaoğlan... Ve Diğer Yabani Karşılaşmalar...

Bakışlarım bayatlamadan ve Dünya'ya sığamıyorken henüz...


Az önce bastıran sağanak henüz dinmişti… Pus seyrelmeye başlamış, etrafı çevreleyen orman yeşili keskinleşmişti şimdi. Seri adımlarla yürürken yolun alt tarafından, gümrah bitkilerin içinden birden bire yola attı kendini! Ortadan biraz daha küçük, ergen ve zayıf bir bozayıydı! Anlık bir duraksamadan sonra ilk tepkim içgüdüsel bir “Hop!” oldu. Sesimle birlikte bana döndü ve 1-2 saniye süren çift taraflı bir katalepsiden sonra arkasını dönüp koşmaya başladı. Elim cebimdeki telefona gitti. Bu arada küçük ayıcık yolda 7-8 metre koştuktan sonra, kapıldığı telaşın sevkiyle kendini yol kenarındaki çıplak toprağa attı ve dik yüzeyde tırmanıp ormana daldı. Telefonu çıkarıp video çekmeye davranmıştım ben de lakin yine, maalesef yine, hiçbir kayıt alamamıştım. Her şey o anda hapsolarak kişisel tarihime karışmıştı artık…

Evet, bugün yaşadığım bir yaban karşılaşması daha kelimelere dökülmüş oldu şimdi. Sıradan bir yürüyüş olacaktı oysa, kalem oynatmaya değecek bir olay değildi. Nasıl gelişti peki her şey? Başa saralım, madem kalem dansına başladı…

Yedigöller bölgesinde gerçekleştirmeyi planladığım kamp etkinliğini bu haftaya ertelemiştim tekinsiz hava koşullarından dolayı. Yaklaşık iki haftadır bu aksiyonu düşünüyorum lakin bir türlü uygun hava denk gelmediği için sürekli ertelemek zorunda kaldım. Arada da günü birlik yürüyüşler yapmaya devam ettim. Cuma gününden kamp çantasının içeriğini hazırlayıp yere dizmiştim. Böylece eksik bir şey olursa aklıma gelecekti. Hava durumunu sürekli kontrol ediyordum ama maalesef İspir için de İkizdere için de sağanak yağmur öngörülüyordu. İspir için şiddetli yağış uyarısı bile yapılıyordu bazı kaynaklarda ama bu sefer kararlıydım: Gidecektim…

Yine cuma günü iki ders arasındaki boş vakti kullanarak bir şey almak için markete gidiyordum ki yolda telefonum çaldı. Arayan okul müdürüydü. Selam sabahtan sonra hafta sonu Erzurum’a gitmek zorunda olduğunu, kurs derslerine kendisinin yerine benim girip giremeyeceğimi, programım olup olmadığını sordu. Ben de programım olduğunu, iki haftadır bunu beklediğimi söyledim. Müdür kem küm ederken ben de hızlıca düşündüm: “Sabah 5’te çıkmaz da 10.00’da çıkarım zaten akşama kadar vakit var. Sıkıntı olmayacaktır.” “Tamam” dedim “Müdür Bey, benim programım var ama ders nispeten erken saatte olduğu için biraz erteleyebilirim sanırım.” Müdür teşekkür edip telefonu kapattıktan sonra ayrıntılı bir şekilde düşününce huzursuz olmuştum. Sabah saatlerinde havanın açık olma ihtimali yüksek olur genellikle. Yürümeye 11’de başladığımı düşünürsek bulutlar o saatte dağları kaplamış olacaklar. “Neyse,” dedim “Belki böylesi daha iyi olur.” Nitekim yarın havanın kapalı olacağı kesindi ama haftaya açık olma ihtimali vardı. Haftaya bende olan kurs sırası müdüre geçtiğinden bir hafta daha ertelemek pek de sorun olmayacak hatta belki daha da işime gelecekti. Cuma gününden kamp planını ertelemiş oldum. Cumartesi –yani bugün– için ise yakınlarda günübirlik bir yürüyüş yaparım dedim.

Sabah kalktığımda ilk iş gökyüzünü kontrol etmek oldu ama dağlar yarısına kadar dumana boğulmuş haldeydi. "Böylesi daha iyi oldu." dedim. “Bu hava iyice oturmuş dağlara, kolay kalkacağa benzemiyor!” Giyinip okula geçtim ve tek öğrencilik iki dersten sonra odama dönüp patatesli soğanlı yumurta ile kallavi bir kahvaltı yaptım kendime. Yemeği hazırlarken gök gürlemeye başladı. Aslında havanın biraz boşalıp açılacağını muştulayan bir sesti bu… Kahvaltıdan sonra yanıma sadece yağmurluğu ve batonları alıp dışarı çıktım. Yeni dökülmeye başlayan minik damlalar topraktan kokuyu çekip burnuma kadar getiriyorlardı. Hızlıca arabaya gittim ve yola koyuldum. Müzik eşliğinde aheste aheste sürdüm Tiron Vadisi orman yolunun başladığı yere.

Damlalar irileşmiş, yağmur hızlanmıştı şimdi. Ama birazdan dineceğine dair kuşkum yoktu. Ki öyle de oldu. Silecekle yarışan gürbüz damlalar ufalıp seyrelmeye başladı. Bulutlar yükseldi ve güneş dumanlı perdenin arkasından şavkını yaymaya başladı. Yağmurun kesilmesiyle yürüyüşe başlayacağım noktaya ulaşmam hemen hemen aynı anda oldu.

Araçtan inip küçük paket halinde duran yağmurluğu kemerime taktım. Batonları elime alıp yapabildiğim kadar hızlı bir tempoyla toprak yola vurmaya başladım artık şaftı kaymış olan ayakkabıların tabanlarını. Mesire alanında 3 araba vardı, insanlar piknik yapıyorlardı. Hiç oralı olmadan ağaçların koynuna sokulan o muhteşem yola girip devam ettim. Hava güneşi açığa çıkaracak kadar açılmamıştı ama bulutlar yükünü bir nebze döktüğünden incelmişlerdi. Güneşin sıcak okşayışlarını terli sırtımda hissedebiliyordum. Yolun en dik kısmını yeni bitirmiştim ki ayıcık yukarıda anlattığım şekilde karşıma çıktı…

Bu kelimelerin bir araya gelmesi de böylece elzem oldu. “Bu kaçıncı ayı karşılaşmam acaba?” diye düşündüm. Deneyimler birikiyordu ama altta kalanların soluğu yavaş yavaş zayıflayıp kesilmeye başlıyordu. “Bunları yazmam gerek!” diye düşündüm. "En azından anımsayabildiklerimi!". Kuşlar öğle dinlencelerine geçmek üzere ezgilerine ara vermeye hazırlanır ve güneş ak çarşafları üzerinden atıp mavi döşeğinde kendini sergilemeye başlarken, adımlarımı yumuşatıp belleğimin derinlerine dalmaya başladım.

Hatırlayabildiğim kadarıyla ilk karşılaşmam ne zamandı: Bizim yaylada, Dastavi adı verilen yüksek düzlüğün doğusunda yükselen tepenin zirvesindeki kayalarda (Sanırım 8 yıl önce)… O gün, alaca karanlıkta yürüyüşe çıkmış gün doğumunu Kaçkarları izleyerek karşılamak üzere bahsettiğim tepeye doğru tırmanmıştım. Kayalığın üstüne yeni oturmuş ve Altıparmak’a henüz merhaba demiştim ki tepenin doğu yamacından, Didingola Yaylası tarafından iki gürbüz ayının bana doğru koşmakta olduğunu görmüştüm. Aslında tam olarak bana doğru koşmuyorlardı, çapraz bir şekilde tepeye doğru tırmanıyorlardı. Yaklaşık 50 metrelik bir mesafe vardı onlarla aramda. İlk tepkim kayalardan seri bir şekilde inip yamaç boyunca hızlıca bölgeyi terk etmek oldu. 4-5 saniyelik bir karşılaşmaydı, ayılar beni görmemişti bile. Ama ben gerisin geri çıktığım yerleri inmiş ve farklı güzergâhtan yürüyüşüme devam etmiştim.

İkinci karşılaşmam nasıl olmuştu peki?  Hımm, sanırım Ayder’deki karşılaşma ikinci karşılaşmamdı ama yalnız değildim orada. Yalova’dan Çamlıhemşin’e beni ziyarete gelen kuzenimi gezdiriyordum. Çocuk coğrafyaya alışık olmadığından onu çok zorlamayacak bir bölgede yürüyüşe çıkarmaya karar vermiştim. Bu bölge Avusor olacaktı. Hem gerçek bir dağı yakından görme şansını yakalayacak hem de bir buzul gölünü seyredecekti. Bu niyetle ekmek arası kavurmaları sırtlanıp yola çıkmıştık ama Avusor Yaylası’na ulaştığımızda hava kapanmıştı. "Geri dönelim!" demiştim. “Hiçbir anlamı yok bu dumanda oraya gitmenin. Ayder’in yukarısındaki ormana dalarız; orada biraz takılır, kavurmalı ekmeklerimizi gömer, döneriz.” diye teklif etmiştim. Bu şekilde karar verdikten sonra Ayder’in yukarı tarafındaki nispeten sakin bir bölgeden ormana dalmıştık. Dış görünüşüne meraklı ergen kuzenim yüksek kontrastlı orman ortamında otantik pozlar vererek fotoğraflarını çektiriyordu bana. Bir ara makineyi çantaya kaldırıp bir ağacın altına oturmuştuk. Ekmekleri çıkarmış usul usul mideye indiriyorduk ki 25-30 metre ötede otlayan orta cüsseli ayıyı görmüştüm. Aklıma gelen ilk şey çocuğun panik yapıp yapmayacağı olmuştu! Bir anlık tereddütten sonra kuzenimle aramızda şöyle bir konuşma geçmişti:

- Emre, bir şey söyleyeceğim ama sakin ol tamam mı?

- ?!?

- Gel, bak, şu ağaçların altına bak. Ayı var orada, gördün mü?

- Ayı mı? (Heyecanlanarak) Peki ne yapacağız abi?

Bu arada ayı bizi fark etmiş, kafasını kaldırıp bir iki saniye süzdükten sonra kıçını dönüp ormanın derinliklerinde yitip gitmişti. Bu kadar yakınken sesimi çoktan duymuş biz onu fark edemeden onun kaçmış olması gerekirdi. Yemek yerken büründüğümüz sessizlik sırasında yakınlaşmış olmalıydı. Her neyse, hayvan oradaydı! Çocuğun panik yapmaması biraz rahatlatmıştı beni.

- Korkulacak hiçbir şey yok. O, senin ondan korktuğundan çok daha fazla korkuyor senden. Bak döndü gitti. Şimdi aksi yönde biraz ilerleyelim. Arada bağıracağım, endişe etme. Sonra yavaş yavaş inmeye koyuluruz. Telaşa lüzum yok, abine güven.

Belli aralıklarla ses çıkararak sık ormanın derinliklerinden çıkmış yola inmiştik. Hem kuzenim için hem de benim için güzel bir yaban deneyimi olmuştu. Ayrıca Ayder gibi dingonun ahırına dönmüş popüler bir bölgenin bu kadar yakınında bile yabanın varlığını sürdürmesi beni sevindirmişti. Yerleşimden çıkıp ormana girmiş, 150-200 metre yükselmiştik sadece ve yaban oradaydı!

Hatırladığım üçüncü karşılaşmam ise İkizdere’de olmuştu sanırım. Aslında bundan sonraki karşılaşmalarımın hepsi İkizdere’de olacaktı. Tiron Vadisi’nden başlayan bir orman yolu daha vardı. Bu yol birkaç yerde çatallandığından keşfi bir iki günümü almıştı. İkinci keşif gününde ormancılara rastlamıştım. Yine “Yalağuz gezma ula, ayi var ayi!” şeklindeki klişe uyarıyı almış, "E iyi ki var!" diye cevap verip yoluma devam etmiştim. Lakin yol birkaç yüz metre sonra bitmişti. Geri dönmüş ve yolun biraz daha aşağısından ayrılan diğer güzergâha girmiştim. Bu yol üzerinde de birkaç yüz metre ilerlemiştim ki sol taraftaki su oluğundan yüksek sesli hışırtılar duyup oraya dönmüştüm. O karşılaşmayı geçmişte kaleme aldığım yazıların birinden aynen aktarıyorum:

“Bu yolun esrarengiz bir havası vardı. Öğle saati olmasına rağmen güneş almıyordu ve ortalık çok daha sessizdi. Birkaç yüz metre yürüdükten sonra, sol tarafta orman içinden bir çıtırdı geldi kulağıma ama önem vermedim. Biraz daha ilerledikten sonra, sol taraftaki su oluğundan bu sefer yüksek bir çatırtı koptu. O an taş yuvarlanıyor sandım, çünkü yolun yeni olduğu belliydi ve yukarıda iş makinesi yol açmaya devam ediyor ya da su oluğundan taş yuvarlanıyor olabilirdi. Bu tepkisel fikirler, düşünce hızıyla kontrolsüz bir şekilde zihnimden akarken sesin kaynağı belli oldu.

Gürbüz bir bozayı, korkmuş bir şekilde su oluğundan ormanın içine doğru süratle tırmanıyordu. Ellerimde baton öyle kalakaldım. Bir iki saniyelik karşılaşma sanki dakikalar sürmüş gibiydi. Ayı gözden kaybolduktan sonra düşüncelerim anca kendine geldi. Telefon çantanın ufak cebinde, fotoğraf makinesi de çantada polara sarılı bir şekilde duruyordu. Hafızama kazınanlar dışında ne fotoğraf ne video alabildim. Saniyelerin belirlediği o an kafamda bütün ayrıntılarıyla tekrar tekrar canlanıyordu şimdi. Ayının o hızı ve loş ışıkta parlayan boz gümüşî tüyleri ne muhteşemdi. Ağaçların bile zorla tutunduğu kadar dik bir yerde, en az 250 kiloluk cüssesini bana mısın demeden inanılmaz bir ivmeyle yukarı taşımıştı! Sırt ve bacaklarındaki adelelerin devinimi bile o kısacık anda zihnime işlemişti. Tırnaklarının toprağı yarması, müthiş bir ahenkle bacaklarının önüne çıkan gümrah çalıları söke söke gövdeyi yukarı taşıması... Açık ara gördüğüm en iri ayıydı. İnanılmaz bir kudret vardı bu yaratıkta. Bense ne kadar da acizdim! Kalkıp üstüme gelse yerde cenin pozisyonuna geçerek zavallı başımı sefil kollarımın arasında korumaya alıp kendimi onun insafına bırakmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Gelin görün ki o sâfî kudret, bu cisimleşmiş acziyetten arkasına bakmadan kaçıyordu! Belli ki ben onu göremediğim gibi o da benim farkıma varamamıştı (çünkü bağırmadan yürüyordum), belki de beni biraz gözledi ve yaklaştığımda panikle kaçtı. Benim ondan korktuğumdan çok daha fazla korkuyordu benden. Daha önce karşılaştığım ayılarla en azından biraz bakışacak kadar zaman bulabilmiştim. Bunun gibi aniden kaçmamışlardı.

Bir an yola devam edip yüzünü de görebilmeyi hatta belki fotoğraf çekmeyi düşündüm. Ama hayvanın korkusu bunu yapmama engel oldu. Etraftaki ormancıların ve iş makinelerinin varlığı yetmiyormuş gibi bir de benim hayvanı tedirgin etmeye hakkım yoktu. Bu kadar korkmasının sebebi belki de karşılaştığı işçilerin ona ateş etmesiydi. Hayır bu yol buraya kadar dedim ve geri döndüm.”

Hatırladığım dördüncü karşılaşmanın üzerinden çok zaman geçmedi henüz. Çamlık’tan başlayıp Kabahor’a geçtikten sonra yüksek düzlüklerden aşıp Kuplika üzerinden tekrar Çamlık’a döndüğüm o muhteşem uzun yürüyüşün başlarıydı. Üzerinde yürüdüğüm yola “Ayı Çıkmazı” ismini vermeme sebep olan karşılaşmayı, bahsi geçen yürüyüşümü konu alan yazıda şöyle kağıda dökmüştüm:

“Derken yolun hafif dönemece girdiği yerde, 50-60 metre uzakta yola sarkan köknar dallarının arasında bir karaltı gördüm. Boz-kahverengi tüylü gerçekten iri bir bozayı gölgelerin arasında durmuş beni izliyordu! Bir an bakıştık. 2-3 saniyelik bu meseleyi algılama sürecinden sonra sırtımdan çantayı indirip fotoğraf makinesini çıkarmaya davrandım ki ayı arkasının dönüp tombul kalçalarını sallaya sallaya kaçtı! Toraman bir yaratıktı, sanırım gördüklerim arasında en irisiydi! Ve yine kayıt alamamıştım! Muhtemel karşılaşmalar için makinenin ayarlarını akşamdan yaptığım halde yine boynuma asmaya üşenmiş ve böyle nadir bir anı yine kaçırmıştım! Peki, şimdi ne yapacağım diye düşündüm. Yalan yok, korkuyordum da. Acaba geri mi dönsem diye düşünmedim değil bir an ama bu sadece gelip geçici bir düşünceydi. Dönmem söz konusu bile olamazdı. Ayının yanında yavruları yoktu; kaçacak yeri vardı, yolu açıktı ve bana zarar verme ihtimali çok çok düşüktü. Makine elimde biraz önce ayının bulunduğu yere yaklaştım, yere saplanan uzun pençelerinin izlerini gördüm, dönemeci genişçe alıp yolun ilerisini görmeye çalışarak ilerledim. Batonlar sol elimdeydi ve fotoğraf makinesi sağ elimde açıktı. Ama haliyle ayıdan eser yoktu. Bir süre ağır aksak bu şekilde ilerledim ama yürüyeceğim yol uzun olduğundan tempomun yavaşlamaması gerektiği aklıma geldi. Ardından makineyi kapağı açık ve hazır olarak tekrar boynuma asıp batonları aldım elime. Normal tempomu bulup arada seslenerek yürümeye devam ettim: “Ayı kardeş, yol ver geçeyim. Çıkma yoluma izin ver bana.”

Evet açık ara gördüğüm en iri ayı bu yürüyüşte karşıma çıkmıştı. Yolumun üzerine çıkan ilk ayı da buydu. Diğerleri hep yol kenarında, veya herhangi bir güzergah bulunmayan ormanın içinde karşıma çıkmıştı.

Son karşılaşmam ise bugünküydü. Artık koca oğlanlar konusunda kendime yetecek kadar tecrübeye sahip olduğumu düşünüyorum. Zira hiç bugünkü kadar rahat olmamıştım. En uzun süren ve en yakın olan karşılaşma bu olduğu halde hiçbir tedirginlik, endişe hissetmedim. Aksine korkan hatta ödü kopan ayının kendisiydi. Evet acemi bir ayıydı, henüz ergendi ama deneyimsiz birinin aklını başından alabilirdi.

Zihnime kazındıktan sonra şimdi de kelimelere dökülerek yerini sağlamlaştıran bu yabani deneyimin ardından, yükselmeyi sürdüren güzergâhta yürüyüşüme devam ettim. Hiç yavaşlamadan, hızlı ve stabil bir tempoyla yaklaşık 30 dakika tırmandıktan sonra yol ayrımına geldim. Yürüdüğüm yol Yediçukur Yayla yoluna yoluna bağlanıyordu. Bense sağ taraftan devam eden ve Akırgel Şelalesi civarından Cimil Yayla yoluna bağlanan güzergâha girdim. Artık bulutlar iyice açılmış, göğün maviliği ve güneşin sıcaklığı manzarayı doldurmaya başlamıştı. Karşı tepenin yamaçlarında 2 gün önce yürüdüğüm Cancava Yaylası’nı aradı gözlerim ama başıbozuk duman parçaları vadide dolanmayı sürdürdüklerinden yaylayı göremedim. Serin havayı yumuşatan güneşin ışıkları sırtıma vurup tekrar terlememe sebep oldu. Yansıyan güneş ışıkları çıplak yolu da ısıttığından kertenkeleler saklandıkları kuytuluklardan hışırtılar içerisinde bir bir çıkıp yumuşak karınlarını yola sererek kanlarını ısıtmaya çalışıyorlardı. Gözlerimi güneydoğuya dikip o bölgenin daha da açık olduğunu görünce “Acaba müdüre hayır mı deseydim?” diye düşünmedim değil. Sabah böyle iyi oldu demiştim  ama şimdi Yedigöller tarafında gökyüzü açık görünüyordu. “Olsun,” dedim “Olacakla öleceğe çare yok! Anı yaşamaya devam…” Ama biraz sonra, anı yaşamaya devam ederken Karadeniz’de özellikle mevsim geçişlerinde anın nasıl değişebileceğini tekrar görmüş oldum. Demin yüzünü gösterip sımsıcak elleriyle sırtımı okşayarak tatlı tatlı sırnaşan güneş; şimdi huysuzlanmaya başlamış, yüzünü puslu peçenin arkasına saklamıştı. Bir anda bulutlar yoğunlaşmış, rüzgar sertleşmiş, gök gürlemeye başlamıştı. Hacet gidermek için yol kenarından biraz tırmanıp ormana girdim. İhtiyacımı tamam ettikten sonra yanımdaki yağmurluğu çıkarıp sırtıma geçirdim. Ormancıların yol üzerinde çürümekte olan pisliklerini geride bıraktıktan sonra heyelan artığı devasa kayaların arasından geçip inişe başladım.

Bir süre sonra yol kenarında her zaman metruk halde bulunan barakanın bugün şen olduğunu gördüm. (Şen olmak buraya özgü bir tabirdir. Yılın büyük bölümü ıssız kalan yaylalar, göç zamanı insanların gelip yaylacılık faaliyetlerine başlamalarıya birlikte “şenlenir”.) Önünde bir dondurma şemsiyesi vardı ve bacadan duman tütüyordu. Barakanın önünde de bir araç park etmişti. Birden havlama sesi duydum. Hemen tetik kesilip, üzerime gelecek muhtemel bir Sivaslıyı karşılamaya hazır bir şekilde hızımı kesmeden barakaya yaklaştım. Köpek bağlıydı. Yanık tenli, kel ve orta boylu bir adam ses üzerine dışarı çıktı. Elimi kaldırıp önce adama selam verdim. Sonra köpeğe “Sakin ol şampiyon!” dedim. Gayet iri bir hayvandı. Ama yanına yaklaşmamla birlikte sırnaşması bir oldu. Ben köpeğin başını okşarken, beni garipseyen adamın sorgulaması da başladı:

- Nerdan celiisun?

- İkizdere’den geliyorum amca, yürüyorum.

- İçizdere’dan haburiya kada yurudun mi?

- Yok, Tiron vadisi var ya! Mesire alanı var hani.

- Evvet!

- Orada bıraktım arabamı, bu yol oraya bağlanıyor, oradan beri yürüyorum işte. Öğretmenim İkizdere'de.

Biz konuşurken başka bir adam daha dışarı uğradı. Diğeriyle benzerliği dikkatimi çekmişti. Bu arada benim ilgimi çekmeye çalışan köpek ön ayaklarını omuzlarıma koymaya çalıştı. Bir yandan köpeği seviyor bir yandan adamlarla konuşuyordum:

- Siz ikiz misiniz? Çok benziyorsunuz?

- Kardaşumdur.

- Burada arıcılık yapıyorsunuz ha?

- Evvet.

- Nasıl, iyi mi verim?

- Eyidur şükür.

- Oldu abi, ben kaçayım hadi kolay gelsin.

- (Şortu işaret ederek) Yahu sen uşumeyi misun ha boyle?

- Yook! Alışığım ben sıkıntı olmuyor.

- (İkisi de gülüyor) Eyi hayde.

- Hadi kolay gelsin.

Amcalardan çok uzaklaşmamıştım ki aşağıda bir araç gördüm. Araçtan biri indi. Adama selam verdim, selamımı aldı lakin soru sormadı. Ben de yürümeye devam ettim. Yol kenarında ağaç motoru ve kesilmiş ağaç kütükleri vardı. Araba yolu kapattığından motor ve odunların üstünden zıplayıp yola devam ediyordum ki aracı kullanan adam arkamdan bağırdı:

- Ohhoooy! Nerdan celiisun?

- İkizdere’den geliyorum amca. Öğretmenim orada, (sürekli mesleğimi vurgulamamın sebebi, insanların kaygılarını bir an önce dağıtmak istememden dolayıdır) yürüyüş yapıyorum.  

- Haburiya nerdan celdun?

- Bu yol Tiron Vadisi’ndeki piknik alanına bağlanıyor. Orada bıraktım aracımı oradan yürüyerek geldim.

- Yalağuz!?

- Evet alışığım ben, ilk kez gelmiyorum buraya, daha önce de çok geldim. Hatta kışın bile geliyorum, seviyorum bu yolu.

- Yalağuz ceziisun amma ayi olur bak.

- Biliyorum, demin gördüm zaten bir tane ufak.

- Nerda cordun?

- Bu yol ileride başka bir yola bağlanıyor ya hani.

- Evvet.

- Ona girmeden hemen önce, yolun kenarından çıktı. Hop dedim kaçtı gitti.

- (Gülüyor)

- Ben çok geliyorum, arada görüyorum ayı. Bak şu karşıki dağları falan adım adım dolaştım hep.

- (Yüzünde dehşet dolu bir şaşkınlık ifadesiyle) YALAĞUZ!!!

- Evet.

- (Ne olduğunu anlamaya çalışarak batonlara bakıyor) Silah bişe yok mi?

- Yok silahla işim olmaz benim. Bunlar baton, bayır yukarı kolaylık sağlıyor.

- Etma oğul, yavruli olur celur ustina, saldurur!

- Bir şey olmaz amca. Çok karşılaştım hep kaçtılar. Bağırarak gezince sıkıntı çıkmayacaktır. Kime ne yapmış ayı?

- (Gülüyor).

- Hadi kendinize iyi bakın, kolay gelsin.

- Hayde cule cule…

Bu sohbeti de arkamda bırakıp ana yola bağlandım. Mevsim gereği artık suyu azalıp halimleşmiş Akırgel Şelale’sini de geçtikten sonra arada koşarak aracıma kadar olan 5 km’lik mesafeyi tükettim. Göğün tehditlerine rağmen bir iki damla dışında yağmur yağmamıştı. Aracıma yaklaştığımda hafif çise başlamıştı ama onu da zamanın şans eseri denk gelişiyle atlatmış oldum.

Araca binip yine müzik eşliğinde aheste aheste inmeye başladım. Yürüyüş bittiği halde neden anlatmayı kesmediğime gelince, İkizdere’ye 7-8 km kala beton yol üzerinde karşıdan karşıya geçen bir canlı gördüm. Frenlere asılırken bir yandan hayvanı tanımlamaya çalışıyordu zihnim: "Sincap? Hayır fazla büyük. Gelincik? Hayır yine büyük. Ayrıca kafası, kulakları, kuyruğu gelincik olmadığını gösteriyor." Araba durmuştu. Camdan, can havliyle yolun kenarını tırmanarak ormanın güvenli bağrına girmeye çalışan hayvanı izlemeye başladım. Bu bir sansardı! Hayvan ağaçların koyu gölgesi altında durup merakla beni izledi bir an. O sırada elim yan koltuktaki telefona gitti ama hayvan çok durmayıp ormanın kuytusunda sırra kadem basmıştı bile… Hayvan kesinlikle sansardı ama ülkemizde yaşayan iki sansar türü olan kaya sansarı mı yoksa ağaç sansarı mı olduğunu kesin olarak anlayamadım. Büyük ihtimalle kaya sansarıydı.

Çok düşünmeden, spontane gelişen alışıldık bir yürüyüş bile böyle anılar bırakabiliyor işte… Sabah yola çıkarken 7 sayfa yazacağım aklımın ucundan bile geçmiyordu… Şimdi şu kelimelere bakın hele! Bakalım yarın ne getirecek? Göreceğiz…


12.06.2021 - İkizdere


UYARI: Burada anlatılanlar kişisel deneyimlerden ibarettir. Kesinlikle vahşi doğa aktivitelerine dair bir öneri olarak algılanmamalıdır. Doğadaki her etkinlik belli bir risk taşır. Ayılarla karşılaşmak tehlikeli olabilir. Önemli olan hayvanlara sürpriz yapmamaktır. Dolayısıyla yürüyüş sırasında şarkı söylerek veya çantamıza taktığımız bir zil ile vs. gürültü çıkarmamız, orada olduğumuzu hayvanlara belli etmemiz önemlidir. Bizi fark eder etmez kaçacaklardır. Ve en önemlisi doğadayken hayvanların evinde olduğumuzu unutmamalıyız.  Oturma odamızda dolaşan bir yabancı bize nasıl hissettirirdi bunu düşünerek yürüyelim... Ve lütfen, kirletmeden, bozmadan, zulmetmeden yürüyelim...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..