Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû



Mestâne nukûş-ı süver-i âleme baktık

Her birini bir özge temâşâ ile geçtik

Nâilî-i Kadîm


Dostluk, sevinçleri ikiye katlar; acıları ikiye böler.

Francis Bacon


"Neden?" diye sordu.

"Çünkü orada duruyor!"


Uyarı: Bu metin rahatsız edebilecek ifadeler içermektedir. Edebî bir üslupla da olsa bir miktar sin kaf ile karşılaşabilirsiniz. Herhangi bir sansür uygulanmamıştır efendim. Hassasiyeti olanlara karşı elbette boynumuzun yanında kılın esamisi okunmaz... Geçelim...

 

Yabanda tek tabanca takıldığım eski güzel günleri yad ediyordum uzun zamandır. Ne kadar oldu, en son ne zaman çıktım hatırlamıyorum. Yazın başında yaylaya çıkacağım sabah lanet olası bel kayması problemim nüksedince tatile dair beklentilerim de harcanmış oldu. Ayakta durmak bile zorlaşmıştı, üst gövdem sola yığılmış bir şekilde duruyordu. Doktorun verdiği esnetme egzersizlerini uygulasam da çok faydasını görmedim. Bu egzersizlere kendimce güçlendirici hareketleri de ekleyince biraz iyileşme kaydettim. Omurgam nispeten düzeldi ve ayakta ağrısız bir şekilde duruş sürem uzadı.

 

Bu arada –belime de iyi gelir düşüncesiyle– aylardır takip ettiğim bisikleti de satın alma fırsatım oldu. Dağlarda bisiklet sürmek çocukluk arzularımdan biriydi. Bundan önceki bisikletimin ebatları küçük olduğundan uzun sürüşlerde ciddi ağrılar çekiyordum, onu yeğenlerime devretmek zorunda kalmıştım. Nihayet boyu boyuma uygun iri bir bisiklete kavuştum ve köy yollarında sürüşlere başladım. Her sabah düzenli olarak yaptığım sürüşlerin 8. Yahut 9. gününde bir virajda iri bir Sivaslıyla karşılaştım. Hayvanın üstüme gelmesine kendimi hazırlayıp bisikleti yavaşlattım. Lakin gayet sakin görünüyordu. Sol taraftan yanıma yaklaştı, ben de tedbiri bıraktım. Sağıma geçti, “Aferin oğlum!” deyip elimi devasa kafasına uzattığım anda ısırmaya çalıştı. Refleks ile elimi dişlerinin arasından kurtardım lakin bu kez sağ bacağıma dişlerini geçirmeye çalıştı. Hemen bisikletten inip kendimi bisikletin arkasında korumaya aldım ve it oğlu ite bağırdım. Şortumun sağ cebi fermuar kısmında yırtılmıştı. Paçayı kaldırıp bacağıma bakınca ufak bir morluk ve bu morluğu takip eden 7-8 cm’lik bir sıyrılma gördüm. Köpeğin sahibi tanıdıktı, elinde orak yolun kenarındaki otları temizliyordu. Benim sesimi duymuş olacak ki arkadan hayvana bağırdı:

 

- Ula, geç o yani. Hoyy… Korkma bişe yapmaz.

- Isırdı abi! Nasıl bir şey yapmaz?

-Ne diyursin yav! Bişe var mi?

-Yok çok önemli değil (Bacağımı gösterdim.)

- Haaa, o oyun oynamak için yanlişluğile tirnak atmiş.

- Yahu ne tırnağı, ısırdı. Önce elimi ısırmaya çalıştı, kapamayınca bacağımı kaptı.

- Niye boyle yapti yav? Vursayidun da kafasine bok yiyenun!

- Ne bileyim havlamadı ki, sevecektim ben de.

 

Bu sırada bisikletimi çevirip geri dönmeye koyuldum:

 

-Dur git gideceğun yere, bağlayacağim oni.

-Bağla tabi de ben döneceğim, gerek yok yeterince sürdüm.

-Kusure kalma yav! Bişe yok değil mi?

-Yok abi yok, sorun değil eyvallah.

 

Bisikletle hızlıca eve döndüm. Bacağım biraz şişmiş ödem oluşmaya başlamıştı. İçimden “Ulan hep beni mi buluyor böyle şeyler, bir şey beni doğa aktivitelerinden uzak tutmaya çalışıyor sanki!” diye düşünürken modum da gittikçe düştü. Anneme şortu verip tamir ettirdim. Bisikletle planladığım dağ sürüşlerini düşünmeye başladım. Dağdaki çoban Sivaslılar aklıma geldi. Yürürken onlarla karşılaştığımda asla rahat bırakmazlardı. Isırmaya çalışanını, ciddi bir şekilde saldıranını bir iki sefer dışında hiç görmemiştim. Kıyameti koparır, bağırırlar; etrafımda dönüp beni yürütmezler ama bir noktaya kadar mesafeyi korurlardı. Sürüsüne bereket köpeğin aynı anda afkurup beni tavaf ettikleri olmuştur. O durumları soğukkanlı bir şekilde yönetmeyi iyice öğrenmiştim. Ama bisiklet üzerindeyken köpek saldırısı konusunda çok tecrübem yoktu. 6-7 yıl önce Elevit tarafından bisikletle inerken iki Sivaslı saldırmıştı lakin dik yokuştan çok hızlı bir şekilde indiğimden yetişememişlerdi. Onun dışında bisikletle köpeklere rastlamadım. Şimdi planladığım rotaları gerçekleştirmek daha zor gelmeye başladı ve kendimi çok kötü hissettim. “Niye aldık lan şu bisikleti biz şimdi?” diye düşünmeye başladım. Köydeki bisiklet rotamın güzergâhını daraltıp sürüşlerime devam ettim. Onun dışında odamda kitaplar ve enstrümanım ile vakit geçiriyordum. Filantropist sayılmadığımı biliyordum lakin artık tam bir merdümgiriz olmuştum. Bunun bir noktada kırılması gerekti. Farkında olmadan olumsuz bir ruh haline bürünüyordum. Bu yavaş yavaş olur, düşünceler kararmaya başlar ve kronikleşen bu halet-i ruhiyeden kurtulmak hiç de kolay olmaz. Bir şeyler yapmalıyım diye düşünmeye başladım. Dağa bile gitmek içimden gelmiyordu. Derken…

 

Ufak tefek ihtiyaçlar için Pazar’a indiğim sırada, Kazbek’e ve Ağrı’ya birlikte tırmandığım dağcı arkadaşım Abdurrahman Trabzon’dan aradı. Ne yaptın ne ettinden sonra konuya girdi:

 

- Hacı biz şimdi Trabzon’dan çıktık, Çamlıhemşin’e geliyoruz Zeki Abi’yle. Bize katılır mısın? Büyük Buzul’dan zirve yapacağız.

 

- Ne kadar sürer gelmeniz?

- Şimdi çıktık işte, bir buçuk saate orada oluruz.

- Ya ben Pazar’a iniyordum. Yetişemeyebilirim. Olmadı siz gidersiniz ben arkanızdan gelirim, Mezovit’te buluşuruz.

- He mi? Olabilir. Ama sen yine de yetişmeye çalış, acele ettirmiş olmayayım ama…

- Yok, yetişmeye çalışacağım ama olmazsa o şekilde yaparız.

- Tamam sen de kazma, krampon, kask, kemer vardı değil mi?

- Evet.

- Tamam, sen de olmayanları ben tedarik edeceğim.

- Üstat ben engellemeyeyim sizi, gelmek istiyorum tabi de sonuçta sizi zorlamak istemem.

- Yok estağfirullah, sıkıntı yok.

- Tamam görüşürüz o zaman, haber edersiniz.

- Tamam hacım.

 

Arabayı hızladırıp işlerimi hallettikten sonra eve döndüm ve çantayı hazırlamaya başladım. Çadır meselesi aklıma takılınca Abdurrahman’ı aradım:

 

- Hacı çadır işini ne yapacaksınız, benim üç kişiliği alayım mı?

- Daha küçük yok mu sende?

- Yok.

- Tamam sen onu al. Ama biz gecikeceğiz biraz, yolda ufak bir kaza oldu.

- Yapma ya! Bir sıkıntı var mı? Gelip alayım sizi istersen.

- Yok hacı ufak bir sürtme, kaporta çizildi biraz o kadar. Tutanak tutacağız şimdi ondan gecikeceğiz.

- Tamamdır hacı, geçmiş olsun. Görüşürüz.

- Eyvallah.

 

Ben hazırlanmıştım. Dağ faaliyetlerinin mutadı olan ufak tefek unutkanlıkların yine başıma gelmemesi için gerekli olan ekipman ve eşyaları aklımdan geçirmeye başladım. Eksik bir şey görünmüyordu lakin böyle ani gelişen aksiyonlara hazırlanırken mutlaka bir şeyler gözden kaçardı. En hayatilerini aldığıma emindim ama kesin ufak tefek eksiklikler çıkacaktı.

 

Yaklaşık bir saatlik bekleyişten sonra telefon geldi. Çamlıhemşin’de bekliyorlardı. Hızlıca evden çıktım. Araçla inerken çok uzaklaşmamıştım ki ayağımdaki çorabın günlük çorap olduğunu hissettim ve hızlıca geri dönüp yürüyüş çoraplarımı giyindim, dedim ya mutlaka çıkar bir eksiklik... Ayrıca sert dağ botlarıyla araba kullanmak çok zordu, pedallara hâkim olmak çetrefil bir işti. Botları da çıkarıp idarelik bir ayakkabı giydim. Çamlıhemşin’e ulaştığımda markete girip arkadaşları aradım. Dışarı çıkınca karşılaştık. Abdurrahman’la uzun zamandır arkadaşız ama Zeki Abi’yi bir iki kısa görüşme dışında hiç tanımıyordum. Birlikte aksiyon yaptığımız arkadaşlar arasında adı sürekli anılan, dağcılık konusundaki tecrübesinden dem vurulan “üstat” ile sonunda bir aksiyon gerçekleştirecektik. Alış veriş işini halledip İlçe Jandarma Komutanlığına gittik. Bu arkadaşlar Verçenik’te gerçekleştirdikleri bir faaliyette kendilerinden haber alamayıp panik olan bir yakın yüzünden ortalık ayağa kalktığı için ceza yemişlerdi. Arama kurtarma helikopterinin kalkması son anda engellenmişti. Bu durumun tekrarlanmaması adına Jandarmaya önceden haber vermek istediler. Ben ilk kez böyle bir şey yapacaktım. Astsubay kişisel bilgilerimiz, bölge hakkındaki tecrübelerimiz ve faaliyetin güzergâhı ile gerçekleşeceği zaman aralığı hakkında sorular sordu. Gerçekten çok titizdi. Bir tebligat hazırladı ve hepimize imzalattı.

 

Aracımı komutanlığın önünde bırakıp diğer araca geçtim. Ayder’deki berbat trafiği söve saya ama bir yandan da espri ile ortamı yumuşatmaya çalışarak atlattık. Bed-nâm şiirlerin konusu açılınca tabii ki Neyzen Tevfik'in o anki muhabbete de uygun düşen bir beyti aklıma geldi ve Zeki Abi’ye bu beyti söyledim:

 

- Bak abi Neyzen Tevfik'e ait tam konuya uygun şöyle bir beyit var dinle:

 

“Sû-i tedbîrimle yâ hû öyle boklaştı ki işim

Hem ağzıma ..çtı felek hem de ..kildi geçmişim”

 

Arabadakiler kahkahaya boğuldu. Zeki Abi:

 

- Bir daha söylesene nasıldı.

 

Söyledim.


-Suyi tedbirimle boklaştı ki…

- Yok, “Sû-i tedbîrimle öyle boklaştı ki…”

 

Bu şekilde birkaç kere beyti tekrar ettirerek ezberlemeye çalıştı. Yol güle eğlene devam etti ve nihayet Kavrun Yaylası’ndaydık. Vadinin sonunda kış bakiyesi karlar ile alacalanmış mor bulanık dağlarım karşıladı bizi. Modumuz yükseldi, dudaklarımız daha da genişledi…

 

Dereden araçla geçip uygun bir yere park ederken Abdurrahman teyzesinin oğluyla karşılaştı. Bu kişi yukarıda bahsi geçen ceza yeme olayının baş mesulüydü. Ortalığı velveleye veren ve bugün Kavrun’a gelene kadar ismi sık sık anılan kişiydi. Hakkında bu kadar konuştuktan sonra üstüne yaylada kendisiyle karşılaşmak hoş bir sürpriz oldu. Zeki Abi:

 

-Bak yine aynı durum olursa cezayı sen ödeyeceksin ona göre!

- 🙂

 

Ayaküstü muhabbetten sonra Şahin Abi’nin kafesinde çay içip araçla patikanın başladığı yere ulaştık ve yürüyüşe koyulduk.

 

Zeki abi en küçüğün önden gitmesi gerektiğini söyledi. Ben tempomu ayarlayamadığım, yavaş yürüyemediğim konusunu dile getirdim. Zeki Abi bize göre ayarlarsın dedi ve öne düştüm. Ne kadar dikkat etsem de ara açılıyordu, yetişmelerini bekliyordum. Zeki Abi’den özür dileyip öne geçmesini tempo ayarlama konusunda pek iyi olmadığımı söyledim.

 

- Ballim, etrafa bak biraz; kafanı kaldır. Koşma, acelemiz yok, zevk alalım bu işten. Önden devam. Nasıldı beyit bir daha söylesene “Boklaştı işim öyle ki…”

- Yok abi öyle değil “Sû-i tedbîrimle” yani” kötü tedbirimle, tedbirsizliğim yüzünden” “öyle…”

- He tamam.

 

Beyti birkaç kere daha tekrarlayarak yürümeye devam ettik ve kapıya ulaştık. Arkadaşlar burada namaz kıldılar ben de bir kayaya dayanıp etrafı seyre koyuldum. Yürüyüş alışık olduğumdan çok çok daha yavaş ilerliyordu. Hız değil yavaşlık yoruyordu. Aslında mizaç meselesi olan bir durum bu. Ben kendi tempomla yorulmuyordum, benim ritmim benim için idealdi ki bacak boyunun uzun olması da bu durumun sebeplerinden biriydi. Neyse, namaz bittikten sonra dikliğe vurduk bacakları. Patikanın düze değdiği bir noktada sıcak renkli bir çadır ve arkasını dağa vermiş kitap okuyan kumral kıvırcık saçlı, orta yaşlarında bir kadın gördük. Zeki abi selam verdi:

 

-Merhaba, nasılsınız?

 

Kadın yabancıydı, çok ilgili değildi. Ama cevap verdi:

 

-Çok güzel, çok yorgun!

-Perfect…

 

Bundan sonra dinlene dinlene kamp alanına ulaşıp çadırlarımızı kurduk. Yemek işini hallettikten sonra ben müsaade isteyip yatışa geçtim. Zira belim soğuyan havanın etkisiyle kütükleşmeye başlamıştı. Tutulması durumunda çekeceğim çilenin hesabını yapamazdım. -48’lik tuluma üstümdeki hiçbir şeyi çıkarmadan olduğu gibi girdim. Çay muhabbetinden sonra diğer arkadaşlar da çadırlara geçtiler. Sabah 4’te kalkmamız gerekiyordu.

 

Yine tatsız bir uykunun ardından sefer vakti erişti. Abdurrahman’ı uyandırdım:

 

- Hacı saat 4.15. Kalkalım.

- Hacı bu sabah çadırdan çıkma işini iptal etmeleri lazım. Böyle olmaz bu. Çadıra girmeden direk dağa vurmanın bir yolu yok mu?

- 🙂

 

Dışarı çıkıp Zeki Abi’ye seslendim. Zaten uyanıktı dinç bir sesle cevap verdi:

 

-Tamam.

 

Çadırdan çıktı:

 

- Ya dondum bütün gece. Gemuklerum buz tutti. 0 derece normal tulumla geldim, dondum dondum. Gram uyku uyumadım.

- Kötü olmuş abi ya! Hiç mi uyuyamadın?

- Yok ballim, gözümü kırpamadım.

 

Yemeği yukarıda bir yerde yemek üzere dünden hazırladığım yulaf unundan fıstık ezmeli krep dürümleri (ne isim ama!) çantama koydum ve yola koyulduk. 3-4 dakika ilerlemiştik ki dürümleri çantama koymamış olma ihtimali beni kaygılandırdı ve çantayı çıkarıp baktım. Kabı göremeyince hızlıca geri döndüm ama dürümlerin olduğu kabı hiçbir yerde bulamadım. Daha da telaşlanıp koşarak çantanın yanına geri döndüm. Sırt tarafındaki laptop bölmesini kontrol edince kabı orada buldum. Arkadaşlara yetişip yarı çarşak yarı kar rotadan devam ettik Büyük Buzul’a doğru. Doğmaya namzet güneşin ışıkları doruklara henüz dokunuyordu. Heybetli kaya kütlelerinin mavi ve serin gölgesinde yürüyorduk. Buzulun çıkış yapacağımız noktasına ulaşınca emniyet için Zeki Abi ilk buz vidasını buzula  vidaladı ve Abdurrahman’ın emniyetinde çıkmaya başladı. Ben emniyet işinin tamamlanmasını beklerken sert buzuldan yayılan serinliğin etkisiyle soğumaya başladım. Özellikle ayak parmakların üşüyordu. Bir süre sonra Abdurrahman bağırdı:

 

- Abi 5 metre ip kaldı!

- Yapma ya!

- Evet abi.

- Yetmez Apo! Asla yetmez.

 

30 metre ip getirmişlerdi ama en az 50 metre lazım olduğunu anladık. Zeki Abi karın geç yağmasından dolayı alışık olduğu düzenin bozulduğunu söyledi. Buradan emniyetsiz çıkmak çok tehlikeliydi. İnip başka bir rota belirlemeye çalıştı ve buzula yaklaşırken aşağıdan gözüne kestirdiği bir bacada karar kıldı. Buzulun solunda kalan bu dik kulvarın dibine geldik. Bu arada Zeki Abi’nin kramponları bollaşıp ayağından çıkmaya başladı. Kramponları tekrar ayarladıktan sonra dik bacaya giriş yapmaya hazırdık. İnce taşlık ve buz karışımı sert bir yüzey olsa da yer yer bu sert kabuk tabaka kırılıp akıyordu. Önden Abdurrahman ortada ben ve arkadan Zeki Abi yakın durarak çıkıyorduk. En büyük tehlike taş düşürmek ve buzulun yukarı tarafından gelmesi muhtemel taşların bize isabet etmesiydi. Aşırı eğim de tabi ki cila oluyordu. Taş düşürmemenin yanında kendimi de düşürmemem gerekiyordu. Zira emniyet yoktu. Düşmek gerçekten çok kötü sonuçlanacaktı. Adrenalin damarlarımızda akmaya, küfür ağzımıza dolmaya başladı ama bir şekilde bu bacadan çıktık. Sağ tarafımızda kalan kayada birkaç metrelik bir kaya tırmanışı yaptıktan sonra buzulun üstüne attık. Zeki Abi bu rotanın büyük ihtimalle yeni bir rota olduğunu söyledi:

 

- İsmi ne olsun?

 

Biraz düşündükten sonra:

 

- "Sû-i Tedbîr" olsun, dedim.

 

Zira terkibin ve beytin anlamına uyuyordu. 50 metre ip almama, sorunlu krampon getirme, yanlış tulum tercihi vs pek çok tedbirsizlik söz konusuydu ve bu “sû-i tedbîr” bizim işimizi ciddi şekilde “boklaştırabilir”, felek “ağzımıza s.çabilir”, “geçmişimiz …” neyse. Rotaya “Sû-i Tedbîr” ismini verdik. Bir süre sonra yaşayacağımız daha ciddi sıkıntıları düşününce bu metni yazdığım şu anda aktivitenin geneline “Sû-i Tedbîr” ismini vereceğimi o an elbette bilemezdim.

 

Yükselen Güneş'in ışıkları kaya duvarlarına vurunca buradaki buzun erimesi aşağı koyverilmeye can atan taşları yerinden oynatıyor ve buzulun üstüne yuvarlıyordu. Zaman aleyhimize işliyordu. Bir saat daha erken çıkmanın daha iyi olacağını o an anladık. İhtiyat her zaman elzemdir. Buzulun pürüzsüz yüzeyinde yukarıdan gelebilecek taşlara dikkat kesilerek tırmanmaya başladık.  Keyfimiz yerindeydi zira sonrasını o an bilemesek de buzulun en zor kısmı giriş kısmıydı. Zeki Abi kolayladık artık dedi. Dağ hastalığı beni yavaş yavaş yokluyordu ama derin nefes alıp verme ve sık dinlenmeli yavaş tempo durumu kontrol etmemi sağladı. Bunun dışında baş ağrısı ve belde sızı söz konusuydu. Derken Zeki Abi’nin kramponları yine gevşeyip ayağından çıkmaya başladı. Tekrar yerine oturtup devam ettik. Kulvar gittikçe dikleşse de sert zemin üzerinde krampon ve kazmalarla gayet güvende hissediyorduk. Durup fotoğraf çekildik ve tekdüze bir şekilde tırmanmaya devam ettik. Kulvarın iyice dikleştiği bir anda Zeki Abi:

 

- Ben sol tarafa bir bakacağım. Gözüm keserse buzuldan çıkıp oradan arkaya atarız, dedi.

 

Sol tarafa doğru yükselmeye başladı. Eğim iyice arttı. Artık kazmaları kara tutamak oluşturacak şekilde saplıyor kramponların ön dişlerini kullanıyorduk. Kayaların başladığı yere ilk ben ulaştım. Ve nispeten güvenli bir yerde onları bekledim. Güvenli kelimesi yanıltmasın, yukarıdan sızan su kayaların üzerinde cam gibi donmuştu. Güvenle basacak tutanacak bir yer yok sayılırdı. Aşağısı ise aşırı dik buz kulvarıydı. Kazmanın ucuyla kayalara tutunmuş bir ayağımı nispeten düz durabilecek bir yere koymuş bekliyordum. Önce Abdurrahman sonra Zeki Abi geldi. Biz bekledik, Zeki Abi kayaya çıktı ve oturdu. Bir terslik vardı:

 

- Uşaklar kramponlar beni çok yordu. Hem bu şekilde buzuldan daha yukarı çıkmam çok tehlikeli. Ben ha buradan atacağım arkaya siz oradan devam edin.

 

Abdurrahman:

 

- Abi olmaz öyle ya. Hep beraber gidelim nereden gideceksek.

- Az dur Apo bir bakayım yukarı da.

- Abi iyi misin?

- Gözüm karardı, çok yoruldum.

- Az dinlen abi bir kendine gel.

 

Zeki Abi kramponların çıkardığı aksilik yüzünden çok yorulmuştu. Lanet şeyler ayakta sabit durmuyordu bir türlü. Öyle tehlikeli bir yerdeydik ki en küçük bir kayma, hata başımızı ciddi belaya sokacaktı. Zeki Abi biraz dinlendikten sonra:

 

-Uşaklar ben buzuldan devam edemem. Buradan tırmanacağım arkaya atacağım orada buluşacağız. Siz buzuldan devam edin tırmanmaya arkaya geçtiğinizde bana ses edin.

 

Abdurrahman:

 

-Abi olmaz öyle. Bir şey olur, çıkamazsın kalırsın orada ne yaparız sonra.

- Yok yok, siz dediğimi yapın, buradan benimle gelmeniz daha tehlikeli aynen dediğim gibi yapacağız.

 

Yapacak bir şey yoktu. 37 yıllık tecrübeli bir dağcı bir şey söylüyorsa susup dinlemek en akıl karı iş olacaktı. Biz de öyle yaptık. Bulunduğumuz akla zarar yerden dikkatlice inip buzulun kaya ile birleştiği yerden tekrar tırmanmaya başladım. Güneşe girmek istemiyordum zira buzdan yansıyan ışık yüzümü mahvedecekti. Bandana ile yüzümü korumaya alınca da gözlükler buğulanıyor bir şey göremiyordum. Kayanın dibindeki gölgede kalmaya çalışarak dikkatlice tırmandım. Bir noktada durup Abdurrahman’ı bekledim. Buzulun sonundaki kapıya doğru birlikte tırmandık ve sonda Kaçkar’ın güney tarafı önümüze serildi. 3400 metre rakımdaki Deniz Gölü’nün hemen tamamı buzdu. Civar vadi komple kar ile kaplıydı. Güney tarafın bu kadar karlı olacağını hiç tahmin etmiyordum. Muhteşem bir manzaraydı. Ama kaygım zirvedeydi. “Ya Zeki Abi ile karşılaşamazsak, ya adama bir şey olursa…” gibi karamsar düşünceler bir biri ardına aklımdan geçiyordu. Aşıtın üstünde oturup bir şeyler yedik, biraz su içtik. Kramponları çıkarıp çantaya koyduk. Ardından güney rotasına doğru kayaların üzerinden yola çıktık. Zeki Abi ile karşılaşmayı umduğumuz noktada bağırmaya başladık ama cevap yoktu. Sonra güney rotasına bağlanabilmek için kayalardan inip karın üzerinden biraz alçalmamız gerektiğini fark ettik ama Abdurrahman kaya üzerinden geçebileceğimizi düşünüyordu tekrar krampon takmak ve alçalmak mantıksız geliyordu. Kayalarda uygun bir rota bulmaya çalışırken yukarıdan Zeki Abi’nin sesi geldi. Ben hayatımda bu kadar rahatladığımı çok az hatırlıyorum. İnanılmaz bir ferahlık hissettim. Biraz daha yükselince Zeki Abi yukarıda görüş alanımıza girdi:

 

- Heeeyyy!

- Heeeeey! Zeki Abiiiii!

- Abi geliyoruz oraya.

- Yok gelmeyin buradan geçiş iyi değil siz öyle devam edin ilerde buluşacağız.

 

Abdurrahman ısrarcıydı:

 

- Abi buradan ilerlemek mümkün görünmüyor yukarıda buluruz bir geçiş, geliyoruz.

- Oradan devam edin burası zor.

- Burası imkansız abi.

- E siz bilirsiniz.

 

Kayaların üzerinden tırmanmaya koyulduk biraz yan geçiş yaparak Zeki Abi’yle kavuştuk ve oturup gerçek anlamda yemek yemeye koyulduk. Karnımızın muradı tatmin olunca bunlar cigaraları tellendirdiler. Zeki Abi düşünceliydi. Nereden gidelim ne yapalım derken konuştu:

 

- Zirveye çıkarız ama inemeyiz gençler!

- Nasıl yani abi? Neden?

- Krampondu, ipti derken çok fazla vakit kaybettik. Zirveye ulaşmamız 5 saat sürer. Kuzey rotasında kar durumu da işin bir başka yönü. Orası da uğraştıracaktır. Zirveye çıkarsak karanlığa kalırız, hipotermiden ölür gideriz. Dağda kalmış vaziyetteyiz.

- Abi ne diyorsun, ciddi misin?

- Lamı cimi yok, zirve yaparız ama inemeyiz. Yetişemeyiz. Kuzey tarafı buradan daha fazla karla kaplı.

 

Abdurrahman:

 

- Abi yukarıdan bir geçiş bulabiliriz belki illa aşağı inip tekrar yükselmeye gerek yok. Bana bir 20 dk verin çıkıp bakayım, mümkün görünürse bağırırım gelirsiniz.

- Tamam bir dene bakalım ama hiç sanmıyorum.

 

Abdurrahman yukarı doğru tırmandı. 10 dk sonra geldi:

 

- Mümkünatı yok abi. Arka taraf uçurum, doğu tarafında dik bir kule var. Bir de geçen yalnız başına mahsur kalan çocuğun kanlı bandajlarıyla bivak battaniyesi oradaydı. O da orada düşmüş sanırım. Buradan oraya geçmek mümkün değil abi.

 

Ben,

 

- O zaman ineceğiz Olgunlar’a abi. Yapacak bir şey yok. Zirve değil de trans faaliyeti olmuş olur. Benim Yusufeli’nde arkadaşım var olmazsa onu ararız gelir alır bizi yahut Olgunlar'da kalırız, bakarız bir çaresine. Kaç saat sürer buradan Olgunlar.

 

- Yaklaşık 5 saat.

 

- Şu an saat 12:40 yetişiriz o zaman. Hem karanlığa kalsak da sorun değil takarız kafa lambalarını yürürüz. Rota nasıl tam olarak.

 

- Şu gölün arkasında kalan dik aşıtı aşıp gölün kenarından ineceğiz Dilberdüzü’ne oradan da Olgunlar’a.

 

- Tamam abi öyle yapalım o zaman. İnmeye başlayalım.

Aslında ben zirveye 1,5 saatte ulaşabilirdim. Kendi performansımı iyi biliyorum, yalnız yürüyüşlerimde ortam şartlarına göre saatte kaç km yürür kaç metre tırmanırım aşağı yukarı tecrübe etmiştim. Bütün uzun aksiyonlarımı bu tecrübeye göre planlar hiç de yanılmazdım. Ama bu bir ekip işiydi. Zeki abi 5 saat diyorsa herkes için 5 saatti. Bir seri talihsizlik bize çok zaman kaybettirmişti. Yapacak bir şey yoktu.  Tecrübe yine konuştu ve biz dinledik. Ben inmeye koyuldum. Bu tarz durumlarda hemen işe koyulmak mizacımda vardır beklemeyi sevmem ama onlar yavaş hareket ediyordu. Hatta aşağıda bir noktada oturup sigara yaktılar. Hiç anlam veremedim ama adam tecrübeli sonuçta bir bildiği vardır diyerek bekledim. Sonra harekete geçince hızlı hızlı indim ama onlar yine yavaş hareket ederek yukarıda kaldılar. Yorulmuş olabilecekleri aklıma gelmedi hiç. Karın başladığı yerde bekledim ve kramponları takıp kardan güney rotası doğrultusunda inmeye koyulduk. Yayvan vadide yer yer dikleşen tatlı bir inişten sonra kısmi bir çarşaktan geçip göle kapı olan dik aşıta doğru yola koyulduk. Zeki Abi:

 

Sağındaki dağın gölgesine girip yavaş yavaş çık bir yay çizerek aşıta yüksel, dedi.

 

Ben de sağ elimde kazmayı emniyet alıp ayaklarımla basacak düzgün bir zemin oluşturarak yavaş yavaş çıktım. Onlarda takip ediyorlardı. İyice dikleşen aşıtta normal ilerlemek riskli hale geldi ve arkamı boşluğa verip kazmayı sağ elimle yere paralel vurarak, kramponların ucunu sert kar duvarına sokarak yan yan geçtim. Uygun bir noktada artık 90 derece dikleşmiş olan balkona vurdum kramponları. Balkonun üstüne ulaştığımda kazmayla emniyet alara kendimi aşıta çıkardım ve kayalık bir noktada arkadaşları beklemeye başladım. Göle kadar her yer hala kardı. İrtifa 3450 metreydi.

 

Takım aşıtın üzerinde toplandıktan sonra artık ilk hedef Dilberdüzü’ydü. Ama öncesinde biraz dinlence gerekti. Zeki Abi anlattı:

- Abdurrahman siz ayrıldıktan sonra ha o arkada bir yer çıktı karşıma 7 zorluk seviyesinde kaya tırmanışı yaptım oradan, abartmıyorum. Bir de buz kulvarı çıktı karşıma kramponları yine giymek zorunda kaldım orayı da tırmandım. Zor olur diye sizinle gelmedim daha zoru karşıma çıktı. Açtım ellerimi dua ettim Allah'a. Bana yolu o açtı.

- Vay anasını ya! İyi bir şey olmadı abi.

- Allah kurtardı.

Muhabbetin ardından kramponları çıkarmadan göle doğru inmeye başladık. Karın eriyip derenin görünür olduğu bir noktada oturup kalan nevaleyi de indirdik dibine. Şimdi rotanın nereden geçeceği tartışması başladı. Normalde gölün tam dibinden geçiyordu lakin Abdurrahman oradan geçmenin pek mümkün görünmediğini söyledi. Ben:

 

- Mevsimden dolayı gölün suyu artıp da patikayı kapatmış olabilir doğrudur ama gölün kıyısından itibaren yükselen kaya duvarından geçebiliriz, dedim.

 

Ve o şekilde karar kıldık. Rotayı izlediğimde güzergahın zaten gölün kenarındaki duvarın üzerinden geçtiğini gördük. Taş babalalarla belirgin kılınmıştı. Burada yine ufak bir dinlenceden sonra tekrar inişe başladık. Gölün gidegeninin oluşturduğu yarıktan taş babaları izleye izleye inmeye devam ettik. Kuytu bölgeler olduğundan ses yapmaya başladım zira tam ayı mekanıydı buralar.

 

Yönümüz kuzeye doğrulduğunda Dilberdüzü kamp alanı aşağıda göründü. Bir sürü çadır vardı. Doğrusu bu durumu beklemiyorduk. Belirgin patika boyunca dinlene dinlene inmeyi sürdürdük. Bir yandan da insanların Mezovit varken neden buradan çıkmak istediklerini sorguladık. Yol gerçekten çok uzun ve açıkçası sıkıcıydı. Olgunlar’dan itibaren başladığını düşününce gerçekten çekilir iş değildi. Mezovit’e can kurban dedik.

 

Bu şekilde inişi sürdürüp Dilberdüzü kamp alanına ulaştık. Ben durmadan devam ediyordum ki arkadan seslendiler. Çimlere uzanıp biraz dinlendik. Bu arada internet çekmeye başladı. Yusufelili arkadaşım Kutsal whatsapp üzerinden mesaj atmıştı. Ben de ona şu an da Dilberdüzü’nde olduğumuz Olgunlar’a indiğimizi söyledim. Durumumuzu biraz özetledim. Ne planladığımızı sordu. Bilmediğimi, Yusufeli’nde öğretmenevi olup olmadığını sordum. Olgunlar’da kalmayacaksanız bu saatte oradan inemezsiniz, dedi. Sonra aradı. Gelip bizi almayı teklif etti. Mahçup bir şekilde çok iyi olacağını söyledim. Dedesinin boş evi varmış orada kalırmışız. Çok makbule geçer dedim. Olgunlar’da buluşmak üzere telefonu kapattım ve kalkıp yola koyulduk. Olgunlar’a kadar patika tatlı bir eğimle ilerliyordu. Günün halimleşen ışığı altında civar coğrafyanın renkleri yumuşamaya başlamıştı. Gerçekten güzel bir manzaraydı. Bitki örtüsü bizim coğrafyadakinden daha gümrahtı. Eski insanların hayvanları dağlardan aşırıp buraya otlatmaya getirme sebeplerini şimdi daha iyi anlamıştım.

 

Olgunlar’dan önce nispeten metruk bir yayla olan Hastaf yaylası vardı. Eski mahzun yayla konakları arasından ilerleyip bu bölgeyi de geçtik. Full çarşak bantlı sert dağ ayakkabıları özellikle sağ başparmağımı mahvetmişti. En ufak bir darbede feci bir acı çekiyordum. Sol ayağımın tabanı uyuşmuş vaziyetteydi. Yol ise uzuyor uzuyordu. Kutsal arayıp durumu sordu:

 

- Yarım saat 45 dakikaya Olgunlar’da oluruz, dedim.

- İşin varsa acele etme bekleriz orada.

- Tamam ben yola çıktım sizden sonra orada olurum.

- Tamam.

 

Olgunlar’ın konakları gözüktüğünde güneş alıp başını gitmiş, hava serinlemeye gölgeler kararmaya başlamıştı. Ekibin yanıma gelmesini bekledim. Ben kafa lambamı yanıma almamıştım. Zeki Abi ile Abdurrahman’ın önüne geçtim ve iyice kararan havada ilerlemeye devam ettik. Gerçekten bezdirici bir durumdu lakin nihayet yerleşkeye ulaştık. Kaçkar Pansiyon adlı bir mekâna girip yemek yedik. Kutsal'a mekanın ismini mesaj attım. Mekânın sahibi güler yüzlü konuşkan biriydi. Hem yemek yer hem sohbet ederken bizimkiler arkamdaki birine gülümsediler. Döndüğümde Kutsal’ı arkamda buldum. Kalktım, tokalaştıp selamlaştık. Arkadaşları tanıştırdım. Çay içip Kutsal’ın arabasına geçtik. Kutsal daha 1 saat yolumuzun olduğunu söyledi. Ama çok önemli değildi. Zeki Abi ile Abdurrahman arkada yarı uykulu otururken biz hiç susmadan konuşa konuşa Kutsal’ın dede evine ulaştık. Oyalanmadan yatışa geçtik.

 

Bel ağrısı yüzünden çok iyi uyuyamadım. Sabah 05.30’da artık yataktan çıktım. Kutsal de benimle aynı odada uyumuştu. Onu da uyku tutmamış benimle kalkmıştı. Diğerleri üst kattaki bir odada yatıyorlardı. Kapıyı açtığımda onları da uyanmış buldum.

 

-Başa gelen çekilecek abi kaçış yok, dedim.

 

Zira bugün 3 vasıta ile Ardeşen’e gidecek oradan babamı ya da eniştemi çağırıp Çamlıhemşin’e geçtikten sonra benim aracımla Kavrun’a gidecektik. Oradan da ekipmanlarımızı almak için Mezovit’e yürüyecektik. Ağrıyan bel, düşmesi mukadder bir başparmak tırnağı, şişip uyuşmuş bir taban ve sızlayan bacak kasları ile birlikte tabii ki.

 

Neyse, elemanlar kalktı. Kutsal ani gelişen hazırlıksız bir mihmandarlığın telaşıyla bize kahvaltı yerine geçecek bir şeyler arıyordu. Dut ağacına çıkıp koca bir tabak dolusu kara dut toplayıp getirdi. Bu kadar bol meyveyi toplaması 2 dakika sürmemişti. Dutlar gürbüz ve diriydi. Ekşi tatlı muazzam bir tadı vardı meyvelerin. Afiyetle yedik ve Yusufeli’ye gidecek olan 7.00 arabasına yetişmek için hemen yola çıktık. Kutsal civar bölgeleri, Kaçkarların Yusufeli tarafından görünen zirvelerini anlata anlata bizi terminale ulaştırdı. 7.00 aracına 3 kişi yerleştik. Midemin hassaslığı yüzünden ben öne oturdum. Şoför bizi iki vasıtayla Ardeşen’e ulaşacağımız şekilde ayarlamalar yaptı. Telefonla görüştü ve Artvin’de hiç beklemeden Ardeşen arabasına binmemizi sağladı. Ardeşen’e gelmeden eniştemi arayıp durumu anlattım, biz Ardeşen'de indikten sonra gelip bizi aldı ve jandarmanın önünde bekleyen aracıma ulaştırdı.

 

Çamlıhemşin’e ulaşmak düşündüğümüz kadar yorucu ve vakit alıcı olmamıştı. Zamanımız vardı. Çamlıhemşin’de biraz yemek yeyip Ayder’e yola koyulduk. Şansımıza iki gün önceki kadar trafik yoktu. Kavrun’a ulaştığımızda Zeki Abi cuma namazına gitti biz de Şahin Kafe’de oturduk.

 

Mezovit’e doğru tekrar yürüyüşe başladık ve çok durmadan stabil bir tempoyla kapıya kadar ulaştık. Burada dinlenmek için biraz oturduk. Mezovit tarafından gelen bir grup yanımızdan geçerken durdu. İranlı dağcılardı. Çok samimi ve güler yüzlü insanlardı. Kaçkar’a ve tırmanışa dair pek çok soru sordular ve cevaplarını aldılar. Bizi İran’a, Demavend’e tırmanmaya davet ettiler. Telefon numaraları, Instagram hesapları alınıp verildi ve yolcular yollarına vurdu.

 

Mezovit’teki kamp alanına yaklaştığımızda bir grupla daha karşılaşıp selamlaştık ve çadırlarımıza ulaştık.

 

 

Çıplak gökyüzü yavaş yavaş bulutlanmaya başlarken bize aheste bir şekilde ekipmanlarımızı topladık. Zeki Abi çok yorulduğu için biraz arkada kalmıştı. O da yetişince çantaları bir kenara koyup oturduk. Hazır gıdalardan bir iki adet yedikten sonra kalkma vakti gelmişti.

 

Bu arada bulutlar yoğunlaşmış ve Kaçkar’ın kara duvarlarıyla sarmaş dolaş olmuşlardı. O kadar eziyete rağmen bu manzara beni yumuşattı. Ağrılarımı unuttum, gözlerimi dağdan alamıyordum. Heybetli ve mistik bir manzaraydı. Sürekli arkamı dönerek yürüdüm Mezovit’ten aşağı. Patikayı hemen hiç konuşmadan ve durmadan stabil bir tempoyla bitirdik. Yolun sonunda geriye dönüp baktım Kaçkar’ın duvarına. Bulutlar içinde mor pusarık bir renge bürünmüştü. Biraz izlemeyi ihmal etmedim.

 

Araç yoluna çıktığımızda yolun aşırı taşlık bir kısmında aracı çıkaramayan bir Arap’la karşılaştık. Aracı olduğu gibi bırakıp gidiyordu. Bu durum Abdurrahman’ın aracıyla geçememesine sebep olacaktı. Genç adamı durdurdum:

 

- You have to get your car off the road.

(Aracını yoldan çekmek zorundasın).

- Ok good, good!

(Tamam, iyi iyi!)

- Not good, get your car off the road, my friend won’t be able to pass. You can’t leave the car like this.

(İyi değil! Aracını yoldan çek, arkadaşım geçemeyecek. Aracı bu şekilde bırakamazsın)

- Ok good, good!

 (Tamam, iyi iyi!)

Sinirlenmeye başlamıştım. Anlamıyor muydu, yoksa mala mı bağlıyordu bilmiyorum ama sinirlenip bağırdım:

- Arabayı çekmek zorundasın! Bu şekilde bırakamazsın!

Bu arada benim aracımın yanından gelen Zeki Abi de sinirlenmişti

Gence bir şekilde derdi anlatmıştık. Aracına bindi ama vitesi geçiremiyordu. Ortalık leş gibi balata kokuyordu. Acemi bir şekilde aracı yolun kenarına çekti ama düzgün tarafta duruyordu yine. Sağ taraf aşırı taşlıktı. Biraz daha gitmesini söyledim:

 

- Ok, good good!

- Oros…


Şeklinde devam eden bir nida ile adamı bıraktım. Bir şekilde zarar görmeden arabayı oradan geçirdik. Çantaları transfer ettikten sonra veda zamanı gelmişti. Sarıldık, öpüştük ve bir sonraki dağda diyerek veda ettik… Bu muhteşem (evet muhteşem) aksiyon bu şekilde bitti. Çok yorulduk, korktuk, güldük, sessizleştik ve çok şey öğrendik. Anı dağarcığımız eskisinden çok daha zengindi artık. Bir de dostluk var tabi. Yeni dostluklar ve var olanların ne kadar değerli olduğunun farkındalığı… Yabani bir adam olarak Dünya’da ailem dışında zorda kaldığımda arayıp yardım isteyeceğim çok fazla insan yok. Biri o ekstrem şartlarda tam olması gereken yerdeydi, bizi zor bir durumdan kurtardı ve bunu hiç mahçup hissettirmeden yaptı. Gerçek arkadaşlığın değeri böylece pekişmiş oldu...

 

15.07.2023 – Çamlıhemşin /Mekaleskirit


































Yorumlar

  1. Ne zaman çok isteğim bir şeyi hayata geçirmek için somut bir adım atsam kıldan ince bir çizgide yürümeye başlıyorum. Planımı gerçekleştirmeme engel olacak onlarca olay ard arda sıralanıyor. Genelde bu olumsuzluklar uçak bileti alındıktan, otel rezervasyonlarının ücretsiz iptal süresi dolduktan sonra gerçekleşiyor. Tüm hayallerimin tamamen iptal olma tehdidi altında günlerim geçiyor. Bu durumdan bazen o kadar bunalıyorum ki hevesimi kaybetme noktasına geliyorum. Hedeflediğim noktada fiziksel varlık gösterene kadar rahatlayamıyor adeta başardığıma inanamıyorum. Dolomitlerde corona olmamın 8. günü öksürmekten ciğerlerim acırken yürüdüm. Şimdi yine dünya için yok hükmünde ama benim için oldukça büyük bir adım attım ve olaylar başladı :) “Başarana kadar kimseye söylemeyeyim ki nazar değmesin” gibi batıl inançlar geliştiriyorum. Umarım tüm bunların üzerine bir de sû-i tedbîrim eklenmez.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sû-i tedbîrden kaçmak zor iş. İş işten geçer akıl başa gelir. Garip bir şekilde bu anılar daha kalıcı ve etkileyici oluyor. Ama yine de sû-i tedbîrin eklenmemsini umalım.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Akıl, Bir Damla Su!..