Pedallarla Kaçkar...

Yaşamak, bizim en büyük özgürlüğümüz artık 

Acıların, gözyaşlarının da bilincine vararak 

Bağırıp çağırmadan, boyun büküp ağlamadan 

Yaşamak... enginlerde salınıp, yücelerde coşarak.

Ahmet Erhan


Verçenik ve akabinde Doğankaya aksiyonunun ardından bir hafta evde kitaplarla hemhal olduktan sonra yeni bir aksiyonun zamanı gelmişti. Elbette bisikletle olacaktı. Kısa, uzun pek çok sürüşten sonra bisikleti yıkayıp yağlamış, dağlara hazır hale getirmiştim. Tekrar kirlenmesi gerekiyordu. Bu da aklımdaki rüya rotada gerçekleşecekti...

Yıllar önce -sanırım mesleğe başladığım ilk yıl bitmiş yaz tatiline girmiştik- Yalova'daki eniştem Land Rover Discovery marka bir araç almış ve makinenin hakkı Kaçkarlarda verilir diyerek bir gece yarısı ani bir kararla bizi toplayıp Çamlıhemşin'e getirmişti. Yeğeninin işlettiği Ayder İstanbul Pansiyon'da bir hafta kalmış ve Allah'ın her günü araçla dağlarda gezip durmuştuk. Bu günübirlik gezilerin en akılda kalanı Samsun'da aramıza katılıp bizimle birlikte Çamlıhemşin'e gelen Amlakitli Nurettin Abi'nin yönlendirmeleriyle yaptığımız Palovit-Çat rotasıydı. Kaçkarlarda geçen çocukluk anılarını anlatırken bir yandan da bize yol gösteriyordu ama hava maalesef çok müsait değildi. Çattan devam etmiş Elevit, Nafkar, Trovit derken aşıta ulaşmıştık. Aracı yoldan çıkarıp aşırı dik çimenliğe vurmuşlardı. Bir noktada durup araçtan çıkmıştık ama göz gözü görmüyordu sisten. Nurettin Abi bize Trovit manzarasını tasvir etmişti. Belki başka bahara diyerek Palovit'e doğru inişe geçmiştik. Çok iyi hatırlıyorum ben fotoğraf bahanesiyle araçtan inmiş onlara gitmelerini, virajları bypass ederek inip yetişeceğimi söylemiştim. Paldır küldür inmiştim ot kaya karışık ve dik zeminden. Ne coğrafyayı tanıyordum. Ne de yer isimleri benim için bir anlam ifade ediyordu. Kendi yaylamız dışındaki ilk deneyimlerimden biriydi bu.

Hayır konudan çıkmadım, tam ortasındayım. Bugün bisikletle yaptığım rota o gün arabayla yaptığımızın ters istikamette olanıydı ve yıllardır aklımdaydı. Yıllar önce, ilk aldığım bisikletle bu rotayı yapmak üzere yola çıktığımda, Elevit'ten sonra başlayan yağmur yüzünden ve enerjimin bir hayli tükenmesinden dolayı motivasyonum kaybolmuştu. Trovit'i aşmaktan vazgeçmiş ve geri dönmüştüm. Tamamlamak için kısmet bugüneymiş.

Yaklaşık iki hafta önce yine bugün rotaya başladığım noktadan devam edip Kaleköy'e yaptığım deneme aksiyonundan sonra harita üzerinde pek çok dağ bisikleti rotası çıkarmış ve bunları zorluk seviyesine göre sıraya koymuştum. Bisiklet üzerindeki performansımın Trovit rotasına yeteceğine güvenerek sabah 08.50'de bisikleti araca yükleyip vurdum yola. Köyün merkezine geldiğimde aniden pompayı unuttuğumu fark edince geri dönüp aldım ve yola 09.00'da çıkmış oldum. Yol üzerinde gündelik turcuların uğrak mekanları servis araçlarıyla doluydu, etraf insan kaynıyordu. Bu araçların yolu önünde sonunda Palovit Şelalesi'ne düşeceğinden yol üzerinde karşılaşacaktık. Dar yollarda baya bir rahatsızlık çıkaracaklardı.

Derken 09.40'ta Palovit-Çat kavşağına ulaşıp hazırlandım ve 10.00 gibi şelale yolunun ilk dikini pedallamaya başladım. Yola henüz girmiştim ki  arkamdan iki tur aracı dıp tıs dıp tıs müzik(!) eşliğinde tozu dumana katarak yaklaştılar. Yol gerçekten dardı. Parke taşlı yol zemininden çıkıp duvarın dibindeki beton kısma girecektim lakin gür dikenli bitkiler izin vermiyordu. Dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam edip dengemi korumaya çalışarak geçmelerini bekledim. 

Derin vadinin dik duvarlarına oyulan bu yolun havası çok farklıdır. Derenin ve devasa ağaçların serinliği insanı özge bir mevsime sokar. Hem manzara hem iklim ferahlatıcıdır. Mor-mavi parke taşlarının üzerinde yaprakların yoğun gölgesi, aradan sızabilen güneş ışığı ile dans ederken bisikleti stabil bir tempoyla enerjimi boşa tüketmeden sürüyordum. Sürekli araçların tacizine maruz kalarak şelaleye kadar ulaştım, insan kalabalığını ardımda bıraktım ve artık tek başınalığın keyfini süreceğim uzun yol önümdeydi.

Bu vadiye ilk eniştemlerle girdiğimi söylemiştim. Şelaleyi ilk gördüğüm anı hatırlıyorum da aracın durmasına fırsat vermeden atlamıştım yola. Yolun kenarı ahşap direkler ve boz renkte halatlarla oluşturulan çitle korunmuştu. Devasa bir kayanın üzerinde minimalist bir şelale resminin işlendiği yine ahşap oval harika bir tanıtıcı pano vardı. Bu kayaya tırmanmış ve heybetli şelanin görüntüsüne ve kulakları dolduran yüksek sesine vasıl olmuştum. Artık o kaya yerinde yok. Tıraşlayıp beton döktüler ve seyir terası yaptılar. Vadinin ortasına da ucube bir merdiven inşa ettiler. Benim deneyimlediğim yabanilik artık hatıralarda kaldı sadece. Ayrıca yolu yeni açıyorlardı o zaman, iş makinelerinin artığı bıçak gibi keskin kayalar Çat yoluna bağlanacağımız sırada aracın lastiğini yarmış bizi yeni bir maceraya sokmuştu. Daha dün gibi gelen bu anıların üzerinden 11 yıl nasıl da su gibi akıp geçti!..

Neyse, yolun şelaleden sonraki kısmı parke taşı değil betondu, en azından kayda değer bir kısmı öyleydi. Eğim olsa da bisikleti yorulmadan nispeten yüksek bir viteste sürmeye izin veriyordu. Sarsıntının kesilmesi de cabası. Derenin, kuşların ve rüzgarın yapraklardaki uğultusu dışında hiç ses yoktu. Yine anılara dalıp bu yolun eski halini hatırladım. Bir taraf kaya bir taraf ağaç. Öyle ki yapraktan biri mağarayı andıran dar bir yol. Yürümek de araç kullanmak da insana huzur veriyordu. Duvarı tıraşlayıp yolu genişlettiler, ağaçları kestiler, beton döktüler. O huzurlu atmosfer tamamen ölmedi ama eski halinden de eser kalmadı şimdi. 

Pedallarken bir yandan bağırıyor, ıslık çalıyor ya da bisikletin cılız sesli zilini tıngırdatıyordum. Hiç araç geçmiyordu, yabanla ani bir karşılaşma yaşamak istemiyordum. Yolu vadinin sol tarafına geçiren ilk köprüden sonra eğim bir miktar artmıştı. Kaya duvarı ve ormanın gölgesinden çıplak güneşin haşin kollarına atılmıştım ayrıca. Bugün yanmak mukadderdi. Ter de gittikçe artıyordu. 

Beklediğim kadar zorlanmadan yolun beton kısmını da bitirdim. Ne bir araç geçmişti ne de bir insan görmüştüm. Gittikçe ıssızlaşan, huzurun yanına tedirginliği de ekleyen bir ortam vardı. Heybetli anıt gürgenlerin yanındaki kulübeye ulaştığımda yakındaki çeşmeden sulandım biraz. Kulübenin yanında bir araç vardı ama ortalıkta ses seda yoktu. Çok oyalanmadan devam ettim toprak yoldan. Yol toprak olsa da aslında eskisi gibi değildi. Eski yol vadiye uyarak kıvrım kıvrım ilerliyordu. -Laf arasında eski eski deyip duruyorum da burada patika dışında hiç yolun olmadığı zamanlar vardı. Göremedik, yazık. Görenler yitip gitti- Öyle ki bazı noktalarda yolun dik kayalık kenarından doğrudan yola düşen minik şelaleler vardı. Araçla geçerken açık camdan içeri giriyordu su. Bu güzelliklerin suyunda bisikletle serinlemeyi çok isterdim. Ama kıvrımları bypass edip yolu düzleştirmek için çalışma yapmışlar ve eski yol gümrah bitkilerin altında kalmıştı artık. Anılarımın uyanmasına engel olamıyorum bir türlü neyse devam edelim.

Yükselerek ilerleyen yolun yüksek vadi kenarını terk edip ormana daldığı yerlerde kaygım kendini belli ediyordu. Yolun her iki yanı yolla bir seviyede gür ve karanlık ormandı. Çok tatlı bir ortam aslında ama garip bir şekilde ormandan huzurun yanında tekinsizlik de yayılıyordu. Bir ayıyla ani olacak bir karşılaşma başımı belaya sokabilirdi. Tatos Dağlarının eteğinde ayının üzerime gelirken çıkardığı ses kulaklarımdaydı. Şu an ormanda beni aniden fark edip korkarak üzerime gelen bir ayı olsa ilk ne yapardım diye düşündüm? Bisikletten yavaşça inip yere uzanır bisikletimi de üstüme alırdım. Ya da bisikleti ayıya doğru ittirip kendim geriler ve o şekilde yere uzanırdım. Hiç bir yöntemin garantisi yok tabi. Sadece durumu kurtarmaya çalışmak söz konusu. Orman kuytusunda ilerleyen yolda bu şekilde mutlu ama tedirgin ilerlemeye devam ettim. Derken arkadan Tofaş marka bir araç yaklaştı. Yolcu koltuğundaki orta yaşlı bir adam bana selam verip kolaylıklar diledi ve araç yavaşça uzaklaştı. Bu durum tedirginliğimi biraz dindirdi zira önümdeki yol boyunca aracın sesi yolda olması muhtemel yaban hayvanlarını kaçıracaktı. Daha rahatlamış bir şekilde yokuşları tırmanırken bu kez Amlakit tarafından inen bir offroad aracı geçti yanımdan ve yaban tedirginliği tamamen uçup gitti. Bu iyi midir kötü müdür diye düşünmeye başladım: "Doğayı olduğu gibi, tedirginliği de içindeyken deneyimlemek daha doğru değil mi? Doğrusunu yanlışını bilemem, insanın doğayı olduğu gibi deneyimleme şansı kalmadı artık. Bunu insan kendine yaptı. Bunu istemeye hakkımız yok. Hem araç yolunda altında bisikletle ne doğayı deneyimlemesi, bırak yolu da gir ormana yürü, çıkar ayakkabılarını elbiselerini bütün sefaletinle yürü hem de!. Yaban hayvanlarına bile doğayı dar ettiğin halde sen kendini ne sanı... " Düşünceler bu şekilde zihnime dolarken kesmeden pedallamaya devam ettim.

Yolun viraj aldığı bir noktada kenardaki kayaları oyarak aşağı inen minik bir şelalenin yanında durdum ve ben sulanmaya giderken arkamdan geçen siyah bir Duster korna çalıp selam verdi. Elimi kaldırarak karşılık verdim. İnsanların beni bisikletle görünce ne düşündüklerini anlayabiliyordum. Mesela bu araç takdir etmişti. Bir önceki "Allah'ın meczubu, salak ne işin var bu yollarda bisikletle!" minvalinde bir yargıda bulunmuştu. Bunlar tahmin tabi, böyle düşünmek hoşuma gidiyordu.

Ğazindag yolunun benim yolumla birleştiği noktada çift kabin bir araç yukarıdan inip Amlakit'e doğru devam etti. Bir süre sonra, ilk "Z" virajın başladığı yerde bu aracı park etmiş halde gördüm. Virajı alıp suyla oluk oluk olmuş gevşek zeminli dikliği tırmanmaya başladım. Yol biraz düzelmişti ki karşıdan bir araç daha geldi. Bu da korna çalıp elle selam verdi. "Z" virajı bitirdiğim noktada minibüs tarzı bir araç daha geçti yanımdan. Yayla kalabalık olmalı diye düşündüm. Keçi sürüsünün ve doğal olarak çoban köpeklerinin yol üzerinde yattığı noktaya da yaklaşıyordum ve yalan yok endişe ediyordum. Aslında yürürken Sivaslılar beni çok endişelendirmez, sadece can sıkarlar zira kıyameti koparıp önüme geçmeye çalışır, durdurur yürütmezler. Yoksa ıssız dağlarda, hatta keçi sürülerinin ortasından geçtiğim noktalarda bile hamle edip ısırdıklarını görmedim. Gerilemeyip sağlam durduktan sonra sorun çıkmazdı. Tatos Dağları'nı çepeçevre dolaştığım aksiyonun sabahında fazlası var azı yok 13-14 çoban köpeği etrafımı sarmıştı. O durumu paniklemeden yönetebilmiştim. Ama gel gör ki köyde izbandut bir Sivaslının bisikletin üstündeyken gelip bacağımı ısırmasının üzerinden çok geçmemişti. Hiç ses çıkarmamış, usul usul gelip bacağımın tadına bakmıştı. Bu sefer de bisikletleydim, evden çok uzaktım ve yine uğraşmak istemiyordum. Keşke inen araçlardan birini durdurup yol üzerinde sürü olup olmadığını sorsaydım diye pişmanlık hissettim.

Derken yolun hafif inmeye başladığı bir notkada karşıdan gelen aracı durdurdum. Aracı orta yaşlarda kıvırcık uzun saçlı, babacan bir amca kullanıyordu. (O an çok tanıdık geldi, bir yerde görmüş gibiydim. Sonradan, takip ettiğim Amlakitli birinin paylaşımında aynı kişiyi görünce amcanın tulum sanatçısı Mahmut Turan olduğunu anladım.) Araçta da yöresel Hemşin puşisi bağlamış kadınlar vardı. Parmağımı kaldırıp durmalarını rica ettim. Amca durunca:

- Yukarıda keçi sürüsü, çoban köpeği falan gördünüz mü?

- Yok, hiç bir şey yok rahat rahat gidebilursen.

- Çok teşekkürler sağolun.

- Hayde kolay gelsun.

Kısa vadeli de olsa rahatlamıştım. Kısa vadeli zira sürü ve peşinden köpekle karşılaşmamanın mümkünatı olmaz bu dağlarda. Özellikle Trovit Aşıtı'nın doğu tarafında mutlaka bir sürü yatıyor olacaktı. Neyse oraya çok vardı, şimdi bunu düşünerek yolun keyfini kaçırmak istemiyordum.

İkinci "Z" virajı da aldıktan bir süre sonra Amlakit-Ğazindag patikasının başladığı noktada yol akarsudan geçiyordu. Yazın başında araçla buradan geçerken su hayli yüksekti. Lakin bugün bisikletten inmeye bile gerek kalmadan geçebildim. Keçi sürüsünün yattığı noktaya geldiğimde çoban barınağının virane halde olduğunu görüp rahatladım. 

Bu arada Amlakit'in yayla konakları görünmeye başlamıştı. Tepeler yoğun ve koyu bulutların içindeydi. Hava güneşli de olsa serinlemişti. Dinlenceleri kısa tutmam, soğumamam gerekiyordu. Aksi gibi yedek içlik ve tişört almamıştım. Sadece teknik dağcı ceketim yanımdaydı. Bir hal çaresini bulacaktık artık.

Bu noktadan Amlakit'e kadar olan kısımda eğimi bir hayli fazla yokuşlar vardı. Tek sorun eğim değildi bunun yanına yolun üzerindeki yarıklar ve gevşek kayalar da cila oluyordu. Gerçekten zorlayıcı bir durumdu. Bisikletin arka tekeri kanalın yüksek kısmından aşağı kaydığında veya gevşek kayalarda çekişten düşüyor ve durmak zorunda kalıyordum. Dik yokuşta bir kere durunca düşük viteste tekrar kalkmak da ayrı bir müşkül oluyordu. Bir şekilde bu canavar rampaları alt ettim ve Amlakit'in girişindeki ahşap köprüye ulaştım. Burada birkaç çocuk ve yetişkin bir kadın vardı. Kadın gülerek bana bakınca sürmeyi bırakmadan:

- Merhaba!

- Merhaba, ne tarafa?

- Trovit'e aşmayı düşünüyorum. (Biraz düşünüp) Mümkünse tabi!

- Mümkün mümkün! Buraya kadar geldiyseniz oraya da çıkarsınız.

- Umarım!

Gruptan ayrılıp hemen yakında, sol taraftaki puğarda sulanma molası verdim. Yayla bir hayli şenlikti. Biri evinin balkonundan silahla ateş ediyor, uzaktan boğuk boğuk tulum ezgileri işitiliyordu. İnsan sesleri de rüzgarla birlikte bir kabarıp bir sönerek bana kadar geliyordu. Evlerin önüne park etmiş pek çok araba vardı. Bu yayla kadim Vartevor geleneğini sembolik de olsa devam ettiren tek yaylaydı. Bir hafta önce yine Vartevor şenliği burada yapılmıştı. Bu şenlik onun esintisi olacaktı.

Yaylanın içinden geçen kıvrımlı yolun yokuşlarını aheste aheste tükettim, kahve benzeri bir mekanın önünde oturan adamlara selam verdikten sonra yolu derenin karşısına atan köprüden geçtim. Burada iki trekkingci ile karşılaştım. Ellerde baton hacimli çantaları bir o yana bir bu yana devirerek ağır ağır yürüyorlardı. Biri orta yaşlı diğeri genç sayılabilecek insanlardı. Bana bakan gence kolaylıklar dileyip yola devam ettim.

Bir noktada midemin boşluğunu fark ettim. Sabah yediğim özel dürümler etkisini yitirmeye başlamıştı. Yemek işini aşıtta halletmeyi düşünüyordum lakin yemeliydim. Enerji gerekliydi. Ben de yolun dere tarafında uygun bir yerde durup ceketi sırtıma geçirdim ve nevaleden nasiplenmeye başladım. Yürüyüşçüler bana yetiştiler. Yine genç olan yüzüme nedense kötü kötü bakıyordu. Bana mı öyle geldi, yorgunluktan mıdır, yoksa adamın genel ifadesi mi budur anlamadım. "İnsan biraz gülümser ulan ayı!" diye geçirdim içimden. Yaşlı olan hiç bakmıyordu zaten. Ben de sesimi çıkarmadım. Yemek işini halledip ceketi çıkardım ve tekrar vurdum yola. Yürüyüşçüleri tekrar geçtikten sonra rotanın son zorluğu olan aşıtın virajlarına az kalmıştı. Vadinin doğu kenarından yükselen Samista yolu hiç çekici gelmiyordu o anda. Şimdi Trovit'e değil de oraya tırmanmaya gittiğimi düşündüm ve kendi kendime güldüm. Zira zihin nereye odaklanmışsa yol odur. Aniden böyle bir değişikliği zihnim kabul etmemiş ve gülmüştüm. Halbuki zorluk bakımından çok farkları yoktu. Rotanın ters kalması dışında. Orası müstakbel bir aksiyonun konusu olacaktı. Tekrar rotama odaklandım. Enerjimi korumaya çalışarak arada kısa duruşlarla Palovit'in konaklarına eriştim.

Önümde olan virajları gözlüyordum sürekli. Yukarıda keçi sürüsünü arıyordum. Bu sırada son virajı alıp Palovit Yolu'na giren bir kamyonet gördüm. Yanıma ulaşınca parmağımı kaldırıp durdurdum. Araç başta durmadı, şoför başıyla selam verip devam edecekti ki seslendim:

- Bir bakar mısınız? Araç durdu.

- Yukarıda, yol üzerinde keçi sürüsü var mıydı?

Şoför sanırım Suriyeliydi, beni anlamamış olacak ki yanında oturan kadına baktı. Kadın:

- He varidi.

- Çoban köpeği gördünüz mü?

- Peşlerine olur ama..

- Olur tabi olur, tamam sağolun.

Evet yukarıda aksiyon vardı. Buraya kadar gelmişken geri dönmek istemiyordum. Artık bir yolunu bulacaktık. O sürü genelde yolun üzerinde yatıyordu. Geçen sefer köpek görmemiştim ama olmaması mümkün değildi. Hem de böyle yüksek bir bölgede birden fazla olurdu. Tedirgin bir şekilde aşıtın yolunu tırmanmaya başladım. Hava daha serinlemiş bulutlar yaklaşmıştı. Ama aşıt açık görünüyordu. Vadi boyunca güzün alazlı renklerine bürünmeye namzet, sert güneş ile parlayan alpin çayırlarının bulutların gölgesi ile alacalanmasını izlemeye başladım. Seyirlik bir görüntüydü ama yine de diken üstündeydim. Köpekler üstüme gelince bisikletten inecek çok yaklaşmadıkları sürece tepki vermeyecektim. İlk virajı aldım ve yukarıdan çift kabin bir araç daha geldi. Bundan da durumu sormak istiyordum. Parmağımı kaldırıp durdurdum:

- Merhaba, yukarıdaki keçi sürüsünün ardında çoban köpekleri var mıydı?

- Varidi. Ama bişe yapmezle.

- Seninle karşılaşmıştık biz.

- Nerede karşılaşmıştık?

- Hatırlamıyor musun geçen Verçenik'te çay yapmıştın bize.

- Heeee tamam şimdi oldi yüzün kapaliidi, ondan çıkaramadım. Ne edersen boyle, neree gidersen.

- Evet yanmaması için kapatmıştım. Vurdum gidiyorum öyle aşıttan aşağı ineceğim ama o köpekler canımı sıkıyor.

- Yav ayiile boğuşmiş adam çopekten korkar mi?

- Valla ayıyı tercih ederim, bu itoğlu itleri hiç sevmiyorum. Geçen ısırdı biri ondan böyle temkinliyim. Yürürken sıkıntı yok alayı gelsin de bisiklet varken bunlar manyaklaşıyor, ne yapacaklarını kestiremiyorum.

- Bişe yapmezle, çoban oriyadur zaten. Çadirdedur. Hem Çayirduzu'ndendur, hemşerun sayilur.

- Öyle mi, iyi o zaman ya rahatladım.

Araçta birkaç kişi daha vardı. Adam onlara hitaben:

- Bu adam dağcidur ha, Verçeniğun tepesine çikmişidi geçen hafta, ayni yerdeyiduk.

Arkada oturan, başı bandanalı olan esmer adam bisikleti göstererek bana sordu:

- Bu çıkıyor mu buraları ya.

- Çıkarıyoruz öyle işte :)

Şoför:

- Var mi bir ihtiyacun?

- Canının sağlığı abi, selametle.

Araç uzaklaştı. Biraz rahatlamıştım. Çoban oradaymış ve bizim karşı komşu köydenmiş. Sıkıntı olmayacaktı. Umarım!.. 

Bir viraj daha alınca yukarıdan keçileri gördüm. Virajları bypass edip toz duman aşağı iniyorlardı. Çobanı ve köpekleri de neden sonra gördüm. Köpekler beni fark etti tabi. Yaklaşıyorlardı. Çobana seslendim:

- Köpeklerin bir şey yapmasın.

- Yok yapmazlar, korkma gel. Adama bir şey etmez onlar.

- Geliyorlar bak!

Biri mastif kırması yetişkin, diğeri yavru ama toraman bir Sivaslı bana doğru ses çıkarmadan geliyorlardı. Bisikletten inip yürümeye başladım. Köpekleri geçip çobanın yanında durdum:

- Yüksek irtifanın sert güneşi ile daha da açılmış kızıl-sarı saçlı saf görünüşlü bir adamdı. Derisi ile saçları garip bir şekilde aynı renkte gibiydi:

- Selamün aleyküm, sen Çayırdüzülüymüşsün!

Böyle deyince yüz ifadesi aniden değişti. Nereden bildiğimi anlayamamış konuya böyle girince şaşırmıştı:

- Ben de Dikkayalıyım. Senin oralı olduğunu şimdi inen aracın şoförü söyledi, oradan biliyorum.

- Çimlerdansin?

- Kuslardan. Rahmetli Çele Ahmet var, bilirsin.

- Evet.

- Onun torunuyum ben.

- Haburaya habuniile celdun? Nerdan cideceksun?

- Yukarıdan aşıp öyle ineceğim.

- Bu Palovit'te bizden gelin vardur. Bir ihtiyacın olur, bir şey olur yardımcı olur herkes, yabancı değiliz.

- Eyvallah sağolasın.

- Anam yukaridedur, cit bir yemak ye.

- Sağolasın, vaktim yok pek. İnmem gerek yol uzun.

- Haburiya kadar celdun da yemak yemaden mi cidecesun.

- Yemeğim var sağolasın. Başka köpek var mı yukarıda?

- Boz çopekler vardur ama adama bişe etmezler.

- Bisiklet var ya ondan saldırabiliyorlar.

- Korkma bişe olmaz.

- Eyvallah haydi kolay gelsin.

- Sağolasin uğurlar ola.

Bahsettiği boz köpekler yukarıda görünüyordu ama ilgisizlerdi. Müthiş bir rahatlama hissettim. Aşıta da az kalmıştı. Yavaş ve stabil bir şekilde eğimi azalan yokuşu tırmanırken aşıtın üstünde insanlar gördüm. Bir yandan da yolun altındaki çoban çadırını kolluyordum. Bir kadın bir şeylerle uğraşıyordu. Sanırım çobanın annesiydi. Çadırların üst tarafındaki son viraja gelince eğim daha da azaldı. Aşıtın yanı başımda olduğunun muştusuydu bu. Enerjimin azaldığını kolay kolay hissetmem dağcılıkta, trekkingte vs. Ama bisiklet gerçekten yorucu bir spordu. Şu anda enerjimin azaldığını hissediyordum. Sürmeye devam ettim ve son noktaya ulaştım. Burada araçtan inen ihtiyar bir amcayla karşılaştım:

- Selamün aleyküm.

- Aleyküm selam, nasıl gelebiliyorsun buraya böyle?

- Alışkınım amca.

- Nerelisin?

- Buralıyım.

- Ondan çıkabiliyorsun böyle, Çamlıhemşinli olduğun için.

Gülümseyip aşıtın güney tarafındaki çimenlik sırta giden patikaya yöneldim. Bisikletten inip biraz taşıdım. Güvenli bir noktada tekrar binip aşağıda Troviti de görebileceğim bir noktaya kadar tırmandım. Burada 4-5 kişi vardı. Beni fark etmişlerdi. En üst noktaya geldiğimde genç biri seslendi:

- Helal olsun!

- Eyvallah.

Nereden geliyorsun, nereye gideceksin, kaç saat sürdü, yorulmuyor musun? Minvalinde gelişen bir konuşma oluyordu. Fotoğrafımı çekmelerini rica ettim. Şansıma bir fotoğrafçı vardı aralarında. Telefonu alıp çok güzel bir fotoğrafımı çekti. Ardından özellikle çift olduklarını düşündüğüm iki kişiyle sohbet ettik. Edebiyat, eğitim, bisiklet vs. Genç çocuk Makrevis Köyü'ndenmiş. Benim de buralı olduğumu öğrenince çalıştığım okul, öğrenci profili vs konuştuk. Onlar da kendilerinin fotoğrafını çekmemi istediler. Bu arada manzara güneş ışığı tersten geldiği için biraz puslu da olsa muhteşemdi. Dört bir yanınız buluttu. Devasa vadi yine muhteşem görünüyordu. İniş muazzam olacaktı!

Bir süre daha sohbet ettikten sonra ben müsaade isteyip ceketimi giyindim ve muhteşem inişe başladım. İniş çıkışa göre elbette kolay ama onun da zorlukları var. Bir kere yol aşırı taşlık. Sürekli sarsılma durumu var. Bilekler ağrıyor, boyun kasları yanıyor. Frenleri iyi kontrol etmek gerek zira düşmek hayati sorunlara sebep olabilir vs. Ama bütün bu olumsuzlukların yanında inişin hissiyatı tarif edilemez.

Dikkati elden bırakmadan ama olabildiğince de hızlı bir şekilde Trovit'e doğru inmeye başladım.  Güneye doğru yükselen devasa buzul teknesi yer yer bulutlarla örtülüydü. Yayladan yükselen hayvan çıngırakları duyuluyordu. Bir hamlede yaylaya ulaştım ve çok durmadan Nafkar'a doğru devam ettim. Burası çoban köpekleriyle karşılaşma riskinin olduğu bir diğer bölgeydi ama indiğim için çok sorun olmayacaktı keza olmadı, köpekten eser yoktu. Karunç'un görüşe girdiği noktada durup onun fotoğrafını çekmek istedim. Artık inişe geçmiş güneşin halimleşen ışığı ve bulutların gölgesi metruk yayla evlerinin üzerinde oynaşıyordu ağır ağır. Bisikletle hantal fotoğraf makinesini taşıyamamanın üzüntüsünü yaşadım o anda. Muazzam bir ışık vardı. Telefonla yetinip yola devam ettim. Bu arada araçlar da yoğunlaşmıştı. 

Gidip gelen araçlar yüzünden toz dumandı yol. Gözüm kamaşıyordu toz yüzünden. Tuzu biberi deyip devam ettim. Sağ yanımda ve önümdeki kayalık tepeler yarı karanlık yarı aydınlığın oluşturduğu muhteşem kontrastla harika görünüyorlardı. Bu güzel manzara eşliğinde Elevit'e ulaştım ve trafik tıkandı. Çok fazla araç vardı. Yolu sağlı sollu doldurmuşlardı. Biraz bekledikten sonra devam ettim ve toprak yol da bitti. Bundan sonra yaşananları hatırlamıyorum. Zaten olaylardan ziyade salt hissiyat söz konusu. Bisikletin sınırlarında devam eden bir hız vardı. Yüzümü zorlayan rüzgarın altında engelleyemediğim geniş bir gülümseme yanaklarımı kasıyordu. Arada çığlık atıyordum! Elevit ve Çat arasındaki yolun bu kadar eğimli olduğunu fark etmemişim şimdiye kadar! Çok hızlı gidiyordum. Anlık bir hata ciddi bir kazaya sebep olabilirdi. Yol yer yer mıcırlı alanlardan geçiyordu ama hiç sorun yaşamadan Çat'a da ulaştım. Ardından arabaya kadar yer yer kısa tırmanışların olduğu uzun ve hızlı inişi bitirdim. Gerçekten yorulduğumu hissettiren tek spor bisiklet oldu hep. Yine yorulmuştum ama muhteşem bir tatmin duygusu, boşalmışlık ve huzur deneyimliyordum. Yine soft gitar ezgileri eşliğinde araçla yavaş yavaş köy yoluna vurup eve ulaştım...

Seni de yedik Trovit, sırada köyden Koçdüzü'ne? Çok zor ama asla imkansız değil!.. Görüşmek üzere...


24.08.2023 - Mekaleskirit/Çamlıhemşin



Aşıtta...



Yol başlıyor...



Bu özel ağaçlar mekanı belli eder...


Amlakit'e az kalmış, yol kenarındaki minik şelalede sulanıyorum.


Aşıtta.


E verane Karunç! Ne güzelsin!


Elevit'in üstü. Aydınlık ve karanlığın kontrastı ve muhteşem ışık oyunları...

****

Ve 10 yıl önceki o muhteşem geziden kareler... Bu yazının konusuyla rotayı ilham eden gezi olması dışında bu fotoğrafların pek ilgisi yok ama burada durmalarını istedim.


Eniştemin ismi geçen makinesi! Dağ çayırlarına araç çıkarmak cahilce bir şey. Ben çıkarmadım aracı ama poz vermekten çekinmemişim. Şimdiki aklım o zaman yoktu tabi ki.


Palovit Şelalesi'ni ilk gördüğüm an budur! Bahsi geçen kaya ve sol tarafta Oval pano. Artık bu mekan bu haliyle mevcut değil...


Bu sinsi bakışları anlayamadım ben de! Arkada Amlakitli Nurettin Abi... Neredeyiz bilmiyorum. Ama it gibi gezdiğimiz günlerden biri olduğu kesin.



Amlakitli Nurettin Abi'nin Aşağı Vice Köyü'ndeki tarihi konağında devasa bir erkek geyik boynuzu vardı. Hayvanın ebadını boynuzdan tahmin etmek mümkün... Böyle aptalca poz vermişim, E serde gençlik var!...


Yine it gibi gezdiğimiz günlerden bir gün it gibi yorulmuş, uykuya dalmışız, Kavrun Yaylası'nda eniştemin yayla konağındayız.


O günkü ekip... Marselevat'tayız.


Sanırım Marselevat Deresi'nin kenarındayım. Kuzenim çekmişti. Fotoğraf makinesi yeni, fotoğrafçılık da yeni. Otu boku çektiğim günler.






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Akıl, Bir Damla Su!..