Bu Anadolu’nun Ak Saçlı Başını Okşadığımdır

Bu dağların uzaktan geçit vermez, vahşi bir görüntüsü vardır. Lakin yaklaştıkça alçalır, tevazuyla eğilir sanki. Zamana yoldaş bir bilgeyi andırır bana, önyargıdan sakınmayı öğretir. Yaklaşın, zirveye giden yolu gösterecektir.

Dağları Seven Adam


Uzun yola gidiyorsam yolculuk öncesi gece mümkün değil uyuyamam. Oraya dön buraya dön derken vakti iple çeke çeke getiriyorum yanı başıma ve 14 Ağustos sabahı saat 05.20’de daha önceden planladığımız Ağrı Dağı tırmanışı için Dikkaya Köyü’nden yola çıkıyorum. Tırmanış partnerimi Trabzon’dan alıp Zigana üzerinden Ağrı’ya doğru yola koyulmak üzere Maçka yoluna vuruyorum. Yolda kısa bir mola verip annemin önceki gün yaptığı poğaçalarla mütevazi bir kahvaltı yapıp Zigana’ya doğru tekrar yola devam ediyoruz. 

Gümüşhane’yi geçip Bayburt’ta biraz hava almak için duruyoruz. Kop Geçidi’ni aşıp Erzurum Aşkale’ye varıyoruz. Burada yakıt tedariki yapıp yola devam ediyoruz. Horasan’da biraz duruyoruz. Dağ için erzak almamız gerek ama karnımız da aç haliyle. Önce midenin yalvarışlarını susturmamız gerek. Göz alabildiğine plato Erzurum, hayvanlar yayım yayım... Büyük baş hayvancılığın merkezindeyiz. Etin meşhur tadını merak ediyoruz. Salaş bir döner dükkanından yayılan enfes koku burnumuzdan tutup çekiyor bizi içine. Pilav üstü döner ısmarlıyoruz. Döner o kadar lezzetli ki 100’er gram daha ısmarlamaktan kendimizi alamıyoruz. Yemekten sonra markete geçip yiyecek tedarikimizi tamamlıyor ve tekrar yola koyuluyoruz. Erzurum’un uçsuz bucaksız düzlüklerini seyrede ede yola devam ediyoruz. Ağrı sınırlarına girdiğimizde yol kenarındaki kavaklık bir bölgede bir süre daha dinlendikten sonra tekrar yola koyuluyoruz. Artık Ağrı Dağı’nın görüşümüze gireceği anı beklemeye başlıyoruz ama ufukta dağ adına bir şey görünmüyor. Aslında dağ güney doğumuzda fakat bulutların içinde kaybolduğundan dağın farkına varamadığımızın farkına varıyoruz. Doğubayazıt’a ulaştıktan sonra ihtiyaç gidermek için birkaç cami dolaşıyor fakat tuvaletleri olmadığından dağa doğru yola devam ediyoruz. Gps yönlendirmesiyle dağa ulaşan parkurun ilk durağı olan Çevirme Köyü yolunu buluyoruz. Gps’in verdiği bilgiye göre Çevirme Köyü’ne giden yola sapıyoruz ama yolun başında jandarma kontrolü var. Arkadaşım “Aga dağa çıkacağız deme sakın.” diyor. “Ne diyeceğim oğlum, yani nereye gidiyor olabiliriz ki?” diyorum. Sonrasında kontrol noktasındaki çavuşla aramda şöyle bir sohbet gerçekleşiyor:


— Komutanım Çevirme Köyü’ne buradan mı gidiliyor?

—Siz nereye gidiyorsunuz?

—!?!? Çevirme Köyü’ne!?

—Turist falan mısınız?

—Yok, Türküz biz (🤪), Trabzon’dan geliyoruz.

—Lütfen sağa çekin.

—?!?!

—Aracın bagajını açar mısınız?

—Tabi açayım.

—Dağa mı çıkacaksınız?

—Evet, Çevirme Köyü’nden çıkıldığı için onu sordum.

—Sizi gönderemem maalesef.

—Öyle mi? Dağın tırmanışa açıldığını sanıyorduk biz.

—Yok, buradan gidemezsiniz, başka gidiş var mı bilemem ama buradan yasak.

—Peki, kolay gelsin.


“O kadar yolu boşuna mı geldik?”, “O kadar masrafı boşuna mı yaptık?” şeklinde kendi kendimize şaşkınlıkla konuşurken geceyi öğretmen evinde geçirmeyi, biraz araştırma yapıp farklı bir güzergah üzerinden dağa ulaşılıp ulaşılamadığını öğrenmeye karar veriyoruz. Öğretmen evini arayıp yer ayırtıyor ve gidip odaya yerleşiyoruz. Öğretmen evindeki bir çalışandan dağa farklı bir yoldan nasıl ulaşabileceğimizi soruyoruz. Adam bir yol tarif ediyor ama pek anlamıyoruz. Sonra başka bir görevli C... adlı birinden bahsediyor. Belediyenin yanındaki taksi durağında kendisini bulabileceğimizi, dağ turlarıyla ilginlendiğini söylüyor. Dediği yere gidip C... adlı birini soruyoruz. Taksici bir bey kendisini arayıp telefonu bize veriyor. C... Bey’le başımıza gelenleri konuşuyor ve dağa nasıl ulaşabileceğimizi soruyoruz. C... yanlış yoldan gittimizi dağa farklı yoldan gidildiğini ama özel araçla gitmenin sakıncalı olduğunu söylüyor. Aracın başına bir şey gelebileceğini durumun riskli olduğunu en garanti yolun 200-300 lira verip minibüsle gitmek olduğunu söylüyor. Aramızda karar verip sonra arayacağımızı söylüyoruz. Daha önce Ağrı Dağı’na tırmanmış tecrübeli dağcılardan ve arkadaşımın sosyal medyadaki paylaşımlarından Ağrı’da olduğumuzu anlayan ve bizi arayan bazı tanıdıklardan da özel araçla gitmenin riskli olduğunu öğrenince tekrar C...’yi arayıp bize bir araç ayarlamasını istiyoruz. Bir araç ayarlıyor ama daha önce 200-300 olan fiyat 400 artık. Pazarlık kabul etmiyor ve M... adlı bir şoförü bize ayarlıyor. Ertesi sabah 9’da buluşup dağa hareket etmek üzere anlaşıp Doğubayazıt’ı dolaşmaya başlıyoruz. Bir şeyler atıştırıp İshak Paşa Sarayı’na gidip orayı geziyoruz. Muhteşem(!) bir restorasyonla yenilenen bu eski kervansarayı da gördükten sonra Doğu Beyazıt’a geri dönüp çarşıda dolanıyoruz. Covid’den dolayı temkinliyiz ama insanların çoğu tedbirsiz. Sapa yol girişlerinde kapılanan seyyar çaycılardan çay söylüyoruz. Ufak sandalyelere oturup çayımızı yudumlarken etrafı seyredip sohbet ediyoruz. Çay da bir gariplik var! Tarçın mı bu? Evet tarçın, ilk kez karşılaşıyorum ama hoşuma gidiyor. Hava kararınca tekrar odaya dönüyoruz. Yol üzerinde rengarenk manavların göz alıcı meyvelerine dayanamayıp üzüm ve şeftali alıyoruz. Odada bunları yutup yatışa geçiyoruz, yarın büyük gün.


Sabah saat 9’da minibüs bizi öğretmenevinin önünden alıyor ve Çevirme Mezrası’na doğru yola çıkıyoruz. Köy değil de mezra olduğunu yeni öğreniyoruz şoförden. Dağın tırmanışa resmi olarak 1 Eylül’de açılacağını, bizim yanlış yoldan gittiğimizi, o yolun Eli Köyü’ne gittiğini ve köyün giriş çıkışa kapalı olduğunu da öğreniyoruz. Doğu Beyazıt’taki ana yoldan İran yönünde ilerlerken soldaki ilk girişten giriyor şoför. Bizim girdiğimiz yol daha ilerideki ikinci girişti. Lanet olsun sana GPS diyoruz. Aslında sola dönmek yasak ama şoför aldırmıyor hatta biraz ters yönde ilerleyip üzerinde birkaç köy ismiyle birlikte Örtülü Köyü yazan tabelanın bulunduğu yola girerek dağı karşımıza alıyoruz. Birkaç kilometre sonra sağda Çevirme Mezrası yazan bir tabela ile başlayan bozuk bir yoldan içeri giriyor şoför. Ufak ve cansız bir yerleşim yeri burası. Boz bulanık düzlükte seyrek birkaç kerpiç evden oluşan mezrayı geçip yürüyüşe başlayacağımız yere ulaşıyoruz.  


Çantalarımızı hazırlıyor ve dağa doğru yürüyüşe başlıyoruz. Çantalar tam anlamıyla canavar! Dağda su sıkıntısı olduğunu okuduğumuzdan bolca su almıştık. Biz çantaları hazırlarken ayrı bir grubu getiren bir minibüs daha geliyor. 3200’e yürürken bazen onlar bazen biz öne geçiyoruz. Grupla tanışmış oluyoruz. Çok dik olmayan ama nispeten uzun süren bir yürüyüşten sonra 3200 kampına ilk biz ulaşıyoruz. Kampa ulaştığımızda bizden başka kimse olmadığını görüp çadır kurulacak en iyi yeri aramaya başlıyoruz. Kamptaki turcular bizi kulübelerine çağırıp çay ikram ediyorlar. Çaydan sonra uygun bir yer bulup çadırımızı kuruyor ve yemek yiyoruz. Kamp civarında dolaşarak, sohbet edip dinlenerek vakit geçiriyoruz. 


Ertesi gün daha önce yolda tanıştığımız ve bizden biraz sonra 3200’e gelen gruptan bir kadın bize kahvaltılık veriyor. Bir önceki gün kampa yeni geldiğimizde de üzüm vermişti. Kadının samimiyetinden çok etkileniyoruz. Aynı grubun lideri de bize 1.5 litre su ve ayrıca termosundaki sıcak suyu veriyor. Çok teşekkür edip kahvaltıdan sonra çadırı toplayıp 4200 kampına yola çıkıyoruz. Bu rota daha kısa olmasına rağmen daha dik. Önümüzdeki iki kişilik gruba bazen yakın bazen uzak kalarak dinlene dinlene 4200’e yaklaşık 3 saatte ulaşıyoruz. Bizden önce sadece iki kişi kamp bölgesine ulaştığından ve bu iki kişi tek bir çadırda kaldığından kamp alanında çadır kurmaya en uygun yeri bulmakta zorluk çekmiyoruz. 


4200 kampı gerçekten iğrenç bir yer. Bu bölge 3200’deki gibi birbirinden bağımsız düzlüklere sahip değil. Aksine tek bir bölgeyi farklı turcular paylaşıyor bu durum da temizliğin ihmal edilmesine sebep oluyor. Mal herkesinse hiç kimsenin değildir haliyle. Kimse ilgilenmemiş burayla. Gelen insanımsılar da çöplerini geri götürmediğinden ortalık mezbeleden farksız hale gelmiş durumda. Bu kampta geçirdiğim 2 gün boyunca kendimi leş gibi hissediyorum. Çadırımızı kurduktan sonra dinlenmeye geçiyor ardından yemek yiyoruz. Çadırımızın yanında bir turcu grubuna ait sabit bir çadır var. Yemek yapmak ve sohbet etmek için bu çadırı çok kullanıyoruz. Bizden sonra alana çok sayıda başka grup geliyor. Alan kalabalıklaşıp gürültülü bir hale bürünüyor. Kampa geldiğimiz ilk günün gecesinde zirveyi planlıyorduk lakin hava kapalı olduğundan bir gün daha bekleme kararı alıyoruz. Erzağımız tükenmeye yüz tuttuğundan eğer 2. gece de hava müsaade etmezse zirve yapamadan geri dönmek durumunda kalacağımızı düşünüyoruz. Ah diyorum ah, Horasan’da o dönerleri yemeden önce, aç karna yapsaydık alışverişi bu dağda 1 hafta kalacak erzağımız vardı şimdi. 2. gün çok çabuk geçmiyor. Çadırda kalmaktan sıkılıyoruz. Vaktin geçmesi için çevredeki bölgelere yürüyüp fotoğraf çekiyoruz. Komşu çadırdaki dağcılarla sohbet ediyoruz. Sağolsunlar bize bir paket makarna vererek zirve yapmamıza katkı sağlıyorlar zira erzağımız tükenmiş durumda. 


Kamptaki 2. günün sabahı saat 1.45’te zirveye doğru yola çıkıyoruz. Bizden birkaç dakika önce çıkan bir grup önümüzde. Biraz tempolu yürüyüp onları geçiyoruz. Zira zirveye ilk çıkan grup olup bölge kalabalıklaşmadan rahat rahat fotoğraf çekmek istiyoruz ama bu hızlı tempo benim hassas midemi kötü etkiliyor.  Dağa çıkmak benim için bacaktan çok mideyi ilgilendirir. Yorgunluk ve kondisyon değil ama mide bulantısı yüksek irtifada rahatsızlık verir genelde. Yaklaşık 4600 metrede midem bulanmaya başlıyor. Biraz dinlenip çiçek toplamaya çıkıyorum. Bu arada geride bıraktığımız grup yetişip bizi geçiyor. Çiçek toplayıp dinlendikten sonra kendime geliyorum. Tırmanışa başladığımdan çok daha iyi hissediyorum şimdi. Uygun tempoyu bulup tekrar zirveye doğru tırmanmaya başlıyoruz. Dinlenmekte olan gruba yetişip onları tekrar geride bırakıyoruz. Ve rahat bir yürüyüşten sonra zirveye ulaşıyoruz. Olağanüstü bir manzara var burada. Güneş henüz doğmamış fakat aydınlığı ve gün doğumu öncesi renkleri her tarafa yayılıyor. Kısa bir süreliğine de olsa Türkiye’de ayakları yere basan en yüksekteki iki kişiyiz şimdi. Sert bir rüzgar var, sakallarım donmuş durumda ama tatmin duygusu ve mutluluk dağın zirvesinden bile yukarıda o anda. O atmosferi hiçbir zaman unutmayacağım. Fotoğraf ve video çekiminden sonra hızlıca zirveyi terk ediyoruz. Dağın tehlikeli sayılabilecek tek yeri olan buzlu yan geçişi tamamladıktan sonra kramponlarımızı çıkarıp inişe devam ediyoruz. İnerken Küçük Ağrı’nın manzarası dikkatimizi çekiyor ve o bölgede fotoğraf çekiliyoruz. Bu sırada ilk gün tanıştığımız grupla karşılaşıyoruz ve birkaç dakika sohbet ediyoruz. Bizi tebrik ediyorlar, biz de onlara bol şans diliyoruz. Ve Doğubayazıt üzerine düşen Ağrı Dağı’nın devasa gölgesi önümüzde 4200 kampına doğru inişe devam ediyoruz. 


Zirveye ulaşmamız 3 saat 45 dakika sürüyor. Hızlı bir inişle 4200 kampına ulaşıp çadırda 10 dakika dinlendikten sonra üstümüzü değiştirip çadırı topluyor ve 3200 kampına inişe geçiyoruz. Biz inerken pek çok grup da çıkmaya devam ediyor. 3200’e ulaştığımızda yarım saat dinleniyoruz. Elimizde kalan kuru incirler ile bir paket bisküviyi buradaki tur görevlisine veriyoruz. O da bize çay ikram ediyor. Dinlenceden sonra aracın bizi alacağı bölgeye doğru yola tekrar koyuluyoruz. Bu sırada bütün ekspedisyon boyunca yaşadığım en büyük pişmanlığı yaşıyorum. Yükümüz zaten fazla olduğu için yumuşak tabanlı botlarımı yanıma almayışıma fena halde pişman oluyorum. (Bu arada yük demişken, yük taşıma meselesi için katır alternatifi var. Biz kullanmadık. Kamp yükümüzle çıkmayı tercih ettik. Patika üzerinde ölmüş bir attan arta kalan iskeleti görmek beni çok üzdü. Duyar kasmak gibi gelebilir lakin bu tür sporlarda hayvanların kullanılması çok doğru gelmiyor bana. Bütün kazanç insanlara giderken hayvanlar her gün binlerce metreyi tırmanıyor ve tek kazançları(!) bu yükleri taşımasalar da arazide zaten özgürce sahip olabilecekleri karın tokluğu! Hayatını özgür iradeleriyle yük taşıyarak kazanan insanlara yüklerin yüklenmesinde sakınca yoktur, ama bu amaç için hayvanları kullanan ve onları berbat bir yaşama mahkum eden insanlara para kazandırmak kendine “dağcı, sporcu” diyen biri için ne kadar etik bir davranıştır bilemiyorum.) Sert dağ ayakkabıları ayak baş parmaklarımı mahvediyor. Yolun bir kısmında dayanamayıp ayakkabıları çıkarıyor ve çantaya asıyorum. Birkaç yüz metre yalın ayak yürüyorum. Ayaklarım rahatlamış ve yürüyüşüm hızlanmış bir halde biraz devam ettikten sonra duruyorum. Bir acı var tabanlarımda, kızgın toprağın topuklarımı yaktığını ve su toplamasına sebep olduğunu görüyorum. Termosta kalan bir miktar suyla ayaklarımı yalap şap yıkayıp tekrar paşa paşa ayakkabıları giymek zorunda kalıyorum. Parmak sancısına bir de topuktaki yanık acısı ekleniyor. Son durağa gidene kadar akla karayı seçiyorum. Yol üzerinde bir tür kelerle karşılaşıyorum. Onun kısa bir videosunu alıp yola devam ediyorum. Aynı türden bir kaç tane daha görüyorum. Yine daha önce görmediğim böcek türleriyle karşılaşıp onları kısaca inceliyorum. Böyle böyle, dinlene oyalana aracın bizi alacağı yere ulaşıyoruz. 


4200’den inerken, daha önce anlaştığımız minibüs şoförü M... bizi arıyor ve başka bir grup daha olduğunu o grupla çakıştığımızı söylüyor. Kısaca aracın bizi alacağı yerde bekleme ihtimalimiz var. Bu durum canımızı sıkıyor zira açlıktan ölüyoruz ve yorgunuz. Neyse ki biz orada beklerken farklı bir minibüs yeni bir grubu getiriyor ve dönerken bizi Doğubayazıt’a götüreceğini söylüyor. Bizim şoförümüz M... beklemememiz için bunu ayarlamış. Böylece çok beklemeden Doğubayazıt’a dönmüş oluyoruz. 


Öğretmenevi’ne ulaştığımızda ilk iş boş oda olup olmadığını sormak oluyor. Maalesef boş yer yok. Ama çok yakın bir yerde, başka bir otelde -tabi iki katı fiyata- boş yer bulup oraya yerleşiyoruz. Botları ayağımdan çıkarıyorum ve iki baş parmağımdan özellikle sağdakinde tırnağın etle bağlantısının kesildiğini fark ediyorum. Bu tırnaklar bir süre sonra düşecekler. En azından gelecek yürüyüşlerde tırnak acısı çekmeyeceğimi düşünüp teselli oluyorum. Duş alıp 3 gün hayalini kurduğumuz lahmacunu yemeye gidiyoruz. Yemekten sonra otele dönüp dinlenmeye başlıyoruz. Bu sırada partnerimin Trabzon’dan dağcı arkadaşlarının Ağrı Dağı’na tırmanmak üzere Doğubayazıt’a geldiklerini ve aynı otelde kaldıklarını öğreniyoruz. Arkadaşım onlarla oturmaya gidiyor ben ise uyuyorum. 


Sabah o dağcı grupla buluşup kahvaltıyı birlikte yapıyoruz. Kahvaltıdan sonra onlardan ayrılıp Trabzon’a doğru yola koyuluyoruz. Güzel bir yolculuktan sonra Erzurum’a ulaşıp meşhur bir restoranda cağ kebabı ile tatlı yiyoruz. Tekrar yola koyulup Zigana’ya varıyoruz. Tünelden çıkar çıkmaz kayalık yarlar ile sarmaş dolaş sis bizi karşılıyor. Oh be diyorum, memleket gibisi yok! Ağrı bana göre değildi. Kahverengi bana göre değil, ben yeşilin ve mavinin çocuğuyum! Evde olmanın huzuruyla inişe devam edip Trabzon’a ulaşıyoruz. Arkadaşımı evine bıraktıktan sonra ben de Çamlıhemşin’e yola koyuluyorum. Köye ulaşıp çantaları boşaltıyorum. Ertesi gün yaylaya çıkacağım için gerekli hazırlıkları yapıp fotoğraflarımı kontrol ediyor ve yatmaya geçiyorum. Bu unutulmaz gezimiz de bu şekilde son bulmuş oluyor... 


21.08.2020 • Koçdüzü Yaylası


3200 Kampında

4200 ana kampında

İlk zirve denemesi hava kapalı olduğundan geri dönmüştük. Aşağıda 4200 ana kampı



4200 ana kampında arkada Küçük Ağrı


5165m Zirvede


Zirve inişi arkada Küçük Ağrı


İlk gün tanıştığımız grup biz inerken çıkıyordu. Arkada Ağrı Dağı'nın gölgesi Doğubayazıt üzerine serilmiş.

İnerken... Bakmayın böyle durduğuna, ayakları fena acıyor... Arkada Ağrı Dağı bulutlar içinde.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..