Dağlar Uykuya Yatmadan...

"Sence hayat denen armağanı kullanmanın iyi bir yolu mu bu?" diye sordu.

"Bildiğim tek yol bu!.."

Ursula K. Le Guin 


Çünkü zamanın ağaçları aldatan bir rüzgar olduğundan

 ve merhametsizce ruhları söküp götürüşünden korkuyordum.

Pessoa


Bu hafta kestane karası dağlara vurdu... Özellikle dün ve önceki gün durmaksızın yağan yağmur ve soğuk hava dağların artık uykuya daldığının göstergesiydi. Kestane karası geldi mi dağlara kar düşer, yaylada kalan son yaylacı da pılıyı pırtıyı toplayıp iner yayladan. Zira bu ilk kar yağışı uyarıdır... Biraz yağar ve çabuk erir. Ama ikincisine yaylada yakalananın vay haline! O kar ki kıyamettir iner dağlara. Ben de mevsimin bu huyuna aşina olduğumdan birkaç gündür yeni yağmış karla kaplı dağların yanına gidip son kez vakit geçirmek istedim. Malum bir daha görememek var, ömür bir nefes, kesilmeyeceğine kim teminat verebilir...


Cumartesi gününü Çamlıhemşin’de ailemin yanında geçirdim. Gök çatlamış, heybesinde ne varsa bütün gün indirmişti başımıza. Ama ertesi gün bulutlu gösteriyordu ve dağlara gitmenin tam sırasıydı. Pazartesi okul olduğundan cumartesi akşamı İkizdere’ye döndüm sabah başlayacak yürüyüş için çantamı hazırlayıp yattım.


Sabah 06.30’da yola çıkmıştım. Hedefim Meles’ten Garzavan’a oradan da yüksek dağların koynunda saklı Soğanlı Gölü’ne yürümekti. Yaklaşık 35dk’da Meles’e (Çifteköprü Köyü) ulaştım. Bu civar benim İkizdere’deki en sevdiğim bölgedir. Yedi yıllık İkizdere hayatımda burası benim mabedim oldu. İlk kez gördüğüm anı hiç unutamam: Ormanlarla kaplı tabanı yayvan bir vadi... Vadinin tam kuzeyinde yükselen karla kaplı kayalık bir tepe... Ben bu tarz görüntüleri sadece Alplerde var sanırdım, ama işte karşımdaydı. İçim içime sığmamıştı, cennetti burası. İkizdere’de geçirdiğim yıllar boyunca her fırsatta buraya gelip keşfe çıktım. Ormanlarına daldım, eski yayla patikalarını buldum, kendime kimsenin bilmediği, kimsenin görmediği harika yürüyüş güzergahları çıkardım. Hele bir yer bulmuştum ki nefesimi kesmişti. İki tarafı koyu yeşil ladinlerle kaplı kayalık bir dere yeşil bir koridor oluşturuyordu ormanın içinde. Bu koridorun sonunda ise Garzavan’ın tepesi yükseliyordu. Ben bu gözlerle hayatımda bu kadar etkileyici bir manzaraya çok nadir rastladım. Hele ki Rize’de bunun gibi bir mekan görmedim şimdiye kadar. Ruhumu her türlü kayıttan azad eden özge bir diyardı... Buraya canım sıkıldıkça, boş kaldıkça geldim. Çok yakın arkadaşlarım ve gerçek anlamda doğasever olduklarını bildiğim birkaç kişi dışında burayı kimseye göstermedim, hiçbir yerde tam konumunu paylaşmadım, paylaşmayacağım. Bu yürüyüşü sırf bu yüzden oradan geçirmeden farklı bir patika üzerinden yürüdüm. Orası bana ait...


Bugünkü yürüyüşü daha önce keşfettiğim eski ve belirsiz patikaları birleştirip Garzavan’a ulaştıracak şekilde planladım. Oradan sonra ise vadi boyunca Soğanlı Gölü’nün yolu belliydi. Arçevit Yaylası yol ayrımına girip köprüyü geçtikten hemen sonra aracımı bıraktım. Yokuş yukarı araç yolundan devam ettim. Yaklaşık 60 metre sonra sol taraftan çıkan küçük orman yoluna girdim. Burası Meles’in orman içindeki kayranlara ulaşan kısa bir yol. Bu yolu yürürken kahvaltı niyetine yanımda getirdiğim yulaf barlardan birini tükettim. Yol bir dereye ulaşıyor orada bitiyordu. Dereden karşıya geçip belli belirsiz bir patikayı takip ederek ormana daldım. Hemen hiç kullanılmayan bu orman patikası Garzavan Yayla yerleşkesine kadar gidiyor. Yer yer kayranlara çıkan yer yer ormanın derinliklerine dalan harika bir patika. Kullanılmamasının bir sonucu olarak çalılar ve ağaç dalları patikayı bazı yerlerde kapatmış durumdaydı. Sabah çiyi bütün yaprakların üzerinde pusuya yatmış ıslatacak insan bekliyordu. Bunu bildiğimden tozluklarımı almıştım ama bütün vücudum bu çiy damlalarıyla kısım kısım ıslandı. Ağaçların sivri yapraklarında asılı birer inci gibi duran damlalar güneşi içlerinde hapsetmişlerdi sanki. Karanlık ormanın içinde minik meşalecikler gibi binlercesi titreşiyordu. İncilere kıymadan, dökülmesinler diye eğile büzüle devam ettim patikaya ve Meles’teki en güzel ikinci bölge olan geniş bir kayrana geldim. Ladinlerle çevrelenen harika bir alandı burası. Halı gibi çimenler, köşeden akan billur dere, kayranın ortasında henüz altın yaldızlı yapraklarını dökmemiş tek tük huş ağaçları. Fonda ise karlarla kaplı, sisli kayalık bir tepe ve tepenin hemen doğusunda sisi sarıya boyayarak doğmakta olan güneş... Bu uhrevi manzaranın karşısında hareketsiz durdum bir an: “Nefes al, nefes ver ey ciğer; al bak, doya doya seyret a göz, henüz sağlıklıyken.” dedim kendi kendime, sağlığıma şükredip kayranın kuzeyinden devam eden patikaya girdim yine.


Patikanın tabanı yemyeşil yosunlarla halı gibi kaplıydı. Yeni doğmakta olan güneş’in sisle süzülüp uysallaşmış ışığı, sık ağaçların arasında bulduğu boşluklardan patikaya düşüyordu. Patikanın yumuşak halısı üzerinde ormanın karanlığı ve güneşin tatlı ışığı harika bir kontrast oluşturuyordu. Bu patika binlerce km gitsin, adım adım yürümezsem neyim? Maalesef sadece 2,5km’lik bir tabiat şaheseri. Ağaç sınırında orman bitiyor ve patika sağ taraftaki dağın yamacı boyunca bir “Z” çizerek yükselip Garzavan’a bağlanıyor. Patika ormandan ayrıldığında hafif hafif kar birikintileri görünmeye başlamıştı. Bu şekilde patikayla yükselip yaylaya ulaştım.


Yayla yerleşkesine girip evlerin içinden yürümeye devam ettim. Pazar olmasına rağmen henüz kimse yok gibi görünüyordu. Birkaç saat sonra dökülmeye başlarlar diye düşündüm. Köprüye ulaşıp geçtim ve beni Soğanlı Gölü’ne götürecek olan vadi boyunca 1-1,5 km devam eden yolumsu bir şeyi takip etmeye başladım. Yolumsu diyorum çünkü burası yeni açılmış bir araç yoluydu karla kaplı olsa da dağlarda çok rastlamadığım yumuşak ve yapışkan bir çamurla vıcık vıcıktı. Kar da olmasa bu yola girmeyip yanındaki doğal araziden yürürdüm. Güneş, doğu yönünden yükselen tepeyi aşıp vadiye henüz ulaşamadığından bu kısım oldukça soğuktu. Çantamdan dış katman montumu çıkarıp giydim. Çok sürmeden yol bitti ve yaban doğayla baş başa kaldım. Aşağıda, derenin yakınında hayvanların açtığı patikalar, yatay güneş ışığıyla kar altında gölgeleniyor ve kendilerini belli ediyordu. Aşağı inmeyip hafif kuzey doğuya yönelerek vadi boyunca yükselmeye başladım. Yaklaşık 10 cm kar vardı ve neresi basmaya uygun neresi değil çok da belli olmuyordu. Bu şekilde biraz daha yükseldiğimde karşımda, vadinin ortasında dik bir eğimle sekilenen bir bölge gördüm. Sekinin üstüne ulaşacak şekilde kuzey doğu boyunca belirgin bir dönüş yapıp yükselmeye devam ettim. Ama karşıma komar dalları ve çarşak çıktı! Dağlarda kar varken yürümek kolaydır ama bu yeterince sertleşmiş, derin ve batmayan zemheri karı olursa geçerli. Böyle yeni yağmış ve nispeten ılık havada eridi eriyecek karda yürümek, hele ki burası komarlık ve çarşak bir bölge ise, hem zor hem tehlikelidir. Komarlar kayalık yerlerde de bitebilir ve altında ne olduğu üstü karla kaplıyken hiç belli değildir. Batonlarla yoklaya yoklaya yavaş yavaş geçişe başladım. Yer yer karşıma komarsız çarşaklı bölgeler çıkıyordu. Normal zamanlarda çarşakta yürümek zaten zor ve tehlikelidir. Yerinden oynaması imkansız sağlam ve sabit görünen kocaman kayalar bile bir dokunuşla yerinde dönebilir, yuvarlanabilir. Çarşaklarda hiç yaralanmadım ama ciddi kırıklara sebebiyet verebilecek kazalar atlattığım çok oldu. Şimdi geçtiğim çarşağın üstü bir de karla kaplıydı! Gerçekten çok çok tehlikeli bir durumdaydım ama aşağı, derenin yanına, vadi düzüne inmek de istemiyordum. Çok yavaş bir şekilde, basacağım yeri defalarca tartarak ilerlemeye devam ettim. Birkaç küçük kayma atlattım ama tetikte olduğumdan kaza geçirmeden sekinin üst tarafına geçip kendimi bir sonraki düzlüğe dar attım. Yaptığım şey akıllıca değildi. Hele geçen martta yine bu bölgede karla kaplı komarlar yüzünden geçirdiğim kazayı düşününce eblehçeydi. Geçen martta Garzavan’ın doğusunda yükselen -hani şu Meles’ten muhteşem görünen- kayalık zirveye çıkmak için buraya gelmiştim. Tırmanış sırasında kendi fotoğrafımı çekmek istemiş ve tripotu kurmaya karar vermiştim. Bir kayanın üzerine tripotu kurarken kayanın yanında biten karla kaplı komara basmış ve aniden kendimi sağ ayağım kayanın üstünde yukarıda sol ayağım ise karlar içinde yere gömülü bir şekilde zor bir durumda bulmuştum. Kara hızlı bir şekilde gömülürken yukarıda kalan dizim içe doğru burkulmuş ve hiç hayra alamet olmayan “tok” diye bir ses çıkarmıştı. Kendimi o iki büklüm durumdan kurtarmış ve dizimde hafif bir acı ve aklımda meşum bir tedirginlikle tırmanışa devam etmeyip geri dönmüştüm. Topallaya topallaya araca ulaşana kadar geçen zamanda ağrı artmıştı. Eve geldiğimde ise dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Evet, beni 2 ay yatağa bağlayacak olan menisküs yırtığına burada merhaba demiş olmuştum. Belki de dağlara veda edecektim! Bu korkuyla geçen aylardan sonra dizim, hafif bir sızı kalsa da iyileşmişti ve şükür ki dağlara veda etmemiştim. Ve yine bugün, başımdan bana ders olması gereken böyle bir olay geçtiği halde çok daha tehlikeli bir duruma soktum kendimi. Tek bir farkla gözümü dört açmıştım ve tetikteydim. 


Neyse ikinci düzlükte iki yulaf barı daha boğdum ve dereyle yürümeye devam ettim. Yine komarlık ve kayalık bir güzergahtı ama çok zor değildi. Bir an tanıdık bir ses duydum. Çengel boynuzluların uyarı sesi! Hemen yamaçları kolaçan ettim ama bir şey göremedim. Yürümeye devam ediyordum ki sesi yine duydum ama yine bir şey göremedim. Etrafta oldukları kesindi ama bu sefer iyi gizlenmişlerdi. Bu şekilde ikinci bir sekiyi daha tırmanıp batıya doğru doksan derece dönen vadiyi takip ederek bir düzlüğe daha ulaştım.


Burada farklı bir ses daha çalındı kulağıma, önemsemedim. Ama aynı ses ikinci kere gelince kulak kesildim ve ne olabileceğini düşünmeye başladım. Aklıma ineklerin burunlarından sert bir şekilde soluk verirken çıkan ses geldi ama burada ineğin işi ne şimdi. Sonra ayıların insanla karşılaştıklarında çıkardıkları “hoff” sesi geldi. Yine ihtimal vermesem de çevremi kontrol ettim. “Şu güneydeki tepede duran kayanın altında, kar üzerinde aşağı doğru dikine inen şeritler var. Bir şey oradan yukarı çıkmış olabilir mi? Yoksa düşüp yamaç boyunca yuvarlanan kar toplarının izi mi? O kayanın altında bir şey mi oturuyor? Al işte yine başladık örüntü aramaya!” Makineyi çıkarıp 70-300 lensi taktım ve kayaya zoomlayıp fotoğraf çektim. Makinede fotoğrafa dijital olarak bir daha yakınlaşınca durumu kavradım: hiçbir şey yok! İzlerin dağınık ve düzensiz olması kar toplarının izi olduğu konusunda şüpheye yer bırakmıyor. Derken aynı ses yine geldi, bu sefer anladım. Yaylada ateş ediyorlar ve ses 8 km boyunca vadi duvarlarında yankılana yankılana pesleşip boğuklaşarak kulağıma kadar geliyordu. “Şu silahlardan ne anlıyorlarsa artık; bir bitmediler, burada bile rahat yok!” deyip göle doğru tırmanmaya devam ettim. Kar sertleşmişti. Aynı zamanda derinleşmişti, artık dizime kadar geliyordu. Son tırmanış baya dik ve kar derin olduğundan burada biraz yoruldum. Dura dura dikliği aşıp göle ulaştım. Çoğu donmuştu. Gölün güneybatısında, tam karşımda karla kaplı Orsor Dağı öğle güneşinin sert ışığında çok haşin duruyordu. Tripotu kurdum ve dağı arkama alarak bir anı fotoğrafı çektim. Yukarıda bir alıcı kuş beni fark etmiş olacak çığlık çığlığa uçuyordu. Makineyi toplayıp dönüşe geçtim. Kalan son yulaf barını da yemek istedim ama bir ısırıktan sonrası gelmedi. Akut dağ hastalığı hafifçe yokluyordu. Doğru düzgün yemek yememiş, birkaç küçük barla yemeği geçiştirmiştim. Derin karda yeterince dinlenmeden çok efor da sarf edince vücut alarm vermeye başlamıştı. İnerken yorgun olduğumu hissettim. Karda hediksiz yürümek bacaklarda farklı kasları çalıştırdığından dolayıydı bu yorgunluk. Sürekli dizleri yukarı çekerek yürümek en son geçen kış yaptığım bir işti. Ağustosta Ağrı Dağı’nda zirveye yakın bir kısımda bu şekilde tırmanmıştım ama o kondisyon tutacak kadar değildi. Bu kış birkaç yürüyüşten sonra bacaklar bu tempoya alışacaktır diye düşünüp inişe devam ettim. Kuzeye doğru dönünce İkizdere’nin gri bulutlar altında olduğunu gördüm. Dönüşte fotoğraflık manzaralar olabilirdi. 


Hızlı bir şekilde ikinci sekiye ulaşıp gelirken uğraştığım çarşaklara girmeden daha kolay bir rota üzerinden inişe devam ettim. Kar çok hızlı erimeye başlamıştı. Araç yoluna ulaştığımda karın yoldan tamamen kalktığını gördüm. Çamurdan uzak durmak için yolun üstündeki çimelikten devam ettim. Yayladan geçip orman patikasına girdim. Orman hala ıslak ve çiy içindeydi. Öyleki ladin iğne yapraklarındaki inciler hala asılı duruyordu. Bu gözlemleri yaparken ıslak ve düz bir kayada sağ ayağımın hızlıca kaymasıyla iki ayağım da yerden kesildi. Havada dönüp sırt üstün yere düştüm. Sırtımda çanta olmasaydı, ağrılı bir düşüş olacaktı. Sol kolum refleks ile vücudu dengelemek için yere sert bir şekilde indi ve avcumun kenarı biraz ezildi. Fotoğraf makinesi boynumda asılı olmasaydı, o da ağırlığım altında ciddi zarar görebilirdi. Bu kontrollü düşüşü atlattıktan sonra kalkıp yürümeye devam ettim. Önümdeki patika ağaçlar içinde yer yer aydınlanarak öyle güzel ilerliyordu ki tekrar tripotu kurma zahmetine katlanıp patika üzerinde kendi fotoğrafımı çektim. Sabit duramadığımdan az ışıkta biraz bulanık çıksam da mum dibine ışık vermez deyip sonuçtan oldukça memnun kaldım. Kayrana ulaşıp tekrar ormana girdikten sonra geldiğim yoldan ilerlememeye karar verdim çünkü patikanın bundan sonraki kısmı hala ıslak olacaktı ve ben de sırıl sıklam olacaktım yine. Çatallanan patikadan sağa dönüp ortasından minik bir dere akan harika bir diğer kayrandan geçip araç yoluna ulaştım. Yaklaşık bir km sonra aracımın başındaydım ve yürüyüş bitmişti... Her zamanki gibi bana kalan harika bir anı daha. Tazelenen huzur, mutluluk ve hafiflik de cabası.


08.11.2020 - İkizdere




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..