Kaçkarlara Selam Yine...

 

“Dağlar meydan okuyabileceğimiz bir insan değildir.

Ya da alt edebileceğimiz bir rakip…

İnsanı aciz bırakır, değersizliğimizi açığa vururlar.

Bizim yapamadığımız şekilde, zamanın derinliklerinde kaimdirler.

Ezel ve ebedi, idrakimizin ötesinde, bir yol gibi önümüze sererler.

Mevcudiyetimizin evvelinden beri buradalar.

Gelişimizi gördüler,

Gidişimizi görecekler…”

(“Mountain”, 2017)

 

Genelde yürüyüşlerimi önceden planlarım. Aslında hep planlarım, bir yürüyüşü gerçekleştirdiğimde bir sonraki hazırdır. Bu sefer son yürüyüşümden sonrası için bir planım yoktu. Ailem yazı geçirmek üzere, Yalova’dan Çamlıhemşin’deki evimize geldiği için ben de İkizdere’den Çamlıhemşin’e geçip bir haftayı onlarla birlikte orada geçirmeyi düşünüyordum. Hafta içindeki boş saatlerde ve hafta sonunda bir iki aksiyon yaparım diyordum. Köye geldikten sonra bir iki günü fasulye sırığı dikmekle geçirip anneme bahçe işlerinde yardım ettim. Zaten çarşambaya kadar uzaktan eğitimden dolayı pek boşluğum yoktu. Ama perşembe ve cuma günleri ikindiye kadar vaktim boş olduğundan o günlere bir iki aksiyon sığdıracaktım. Ve sığdırdım!

Daha önce Galer Düzü’nden başlayıp Çeymakçur-Büyük Deniz Gölü-Kavrun şeklinde devam eden ve yine Galer Düzü’nde son bulan bir yürüyüş yapmıştım. O yürüyüşün son ayağı olan Kavrun Yaylası’ndaki dağınıklık ve etrafa saçılmış envai çeşit çöp enerjimi sömürmüş yürüyüşü çok huzurlu bir şekilde bitirememiştim. “Bu rotayı tersten yürümeliydim, son gördüğüm manzara Aşağı Çeymakçur’un güzel yolu ve ormanı olmalıydı.” diye düşünmüştüm. Bu perşembe günü için de o rota tekrar aklıma geldi. Ama bu sefer doğrudan Büyük Deniz Gölü’ne çıkmayıp Mezovit’e gidecek oradan Serdar Aşıtı’na çıkıp Büyük Deniz’e inecektim. Oradan da Cornavit (Karadeniz) Gölü üzerinden Çeymakçur’a inecek ve Galer Düzü’nde aksiyonu nihayete erdirecektim. Hayli aşina olduğum bölgelerdi dolayısıyla rota çıkarmaya gerek yoktu. “Mayıs sonlarında Kaçkar ne güzeldir şimdi be!” diye içim içime sığmayarak yattım ve sabaha karşı 04.20’de kalkıp seri bir şekilde hazırlandıktan sonra vurdum köyden aşağı…

05.20 civarında Galer Düzü’nde aracımı bırakıp Kavrun yoluna girdim. Mahvedilmiş bir bölge burası. Gerçekten her geçtiğimde içimin burkulduğu bir yer. Yine öyle oldu! Kavrun’a doğru hunharca açılmış geniş araç yolunda yükselmeye başladım. Yürüyüşün en sıkıcı kısmı ilk kısımları olacaktı. Ama erken vakitte kuşların ses cümbüşü her zamanki gibi harikaydı. Modumu ve tempomu yüksek tutmaya çalışarak kısmen orman içinde ilerleyen yürüyüşüme devam ettim.

Bir ara arkama dönüp tepelerin ardından yüzünü göstermeye namzet günün körpe ışıklarıyla aydınlatmaya başladığı ormanlık alanları izlemeye başladım. Tam karşıdaki tepede Kaşvaç Yaylası görünüyordu. Bu yaylanın yakın zamana kadar araç yolu yoktu. Patika ile ulaşılan bozulmamış küçük bir yaylaydı. Aslında mezra demek daha doğru… Ama şimdi o güzelim yaylaya yine dağın boğazını kesiyormuşçasına açılan ucube bir yol ve yolun ormana dökülen hafriyatı seçilebiliyordu. “Yavaş yavaş” dedim içimden, “Kanser, yavaş yavaş yayılıyor dağlara…”

- Bana o kadar da yavaş yayılıyormuş gibi gelmedi.

- Merhaba Dersu, erkencisin bugün, böyle bir ortamda beklemiyordum seni.

- Sürprizleri severim.

- Aslında haklısın, hiç de yavaş değildi! Bir anda oldu her şey! Makineler bir anda geldi, görgüsüz turistler bir anda bittiler… Bir anda bulandı su, bir anda boğuldu dereler! Bir anda yıkıldı kadim çamlar… Bir anda sırra kadem bastı yayla kültürü… Bu dağların çilesiyle hemhal olmuş yaşlı insanlar bir anda yitip gittiler! Onların yeni yetme çocukları bir anda aldılar paranın çirkef kokusunu… Bir anda beton oldu o canım toprak! Haklısın, her şey bir anda oldu, Dersu… Yavaş yavaş lafın gelişiydi.

- Baya içlenmişsin.

- Hem de nasıl! Ben hep dünyaya yanlış yerde ve yanlış zamanda geldiğimi düşünürüm Dersu.

- Neden?

- Ben Yalova’da doğdum. Orada büyüdüm. Dedemin çiftliğinde gördüm köy kültürünü -o da kenarından-. Lazcaya ve zaten yitip gitmiş olan Laz kültürüne de ucundan aşinalığım varsa oradandır. Yoksa Çamlıhemşin’in suyunu içmedim büyürken, havasını solumadım. Arada tatillerde annemle geliyorduk köye. Kaçkarlara dair hatırladığım en eski anım Tar Deresi güzergâhından Koçdüzü Yaylası’na yaptığımız göçtü. O zamanlar araç yolu yoktu yaylalarda, bir Ayder’e bir de yanılmıyorsam Çat tarafına yol vardı. Bizim yaylaya yürüyerek, 8-9 saatte göç ediyorlardı. Biz de yürümüştük tabi. Çocuk halimle –sanırım 6 yaşımdaydım- o derin vadiler, devasa ormanlar, coşkun akan ırmaklar beni öyle etkilemişti ki, bu coğrafyada hala o çocuksu hislerin sırtında dolaşıyorum.

- Yola da dikkat et, fazla taşlık, yürürken takılacaksın.

- Sıkıntı yok bu bacaklar alışkın… Ne diyordum? Heh, Çamlıhemşin’de büyümedim. Ama aklım hep bu coğrafyadaydı. Çocuk aklım, o demler neden burada yaşamadığımızı algılayamıyordu. Bu kadar güzel bir yer varken ne diye uzak ve çirkin bir yerde yaşıyorduk ki? Buraya gelseydik ya! Dedem hele, 50 yıldır memleketine gelmemişti o zaman itibariyle! 50 yıl Dersu, insan nasıl özlemez! Soruyordum hep kendime. Ama bir şekilde gelemiyorduk. Benim hep hayalimdeydi tabi burada yaşamak. İlkokul ve ortaokul yılları depremin etkisinden dolayı bozulan ekonomik durumumuz yüzünden memlekete geliş gidişlerimiz biraz aksadı. Anadolu Lisesi’ni kazandığım yıl, yazın amcamın oğluyla birlikte gelmiştik. Hiç unutmam, o yıl yaylaya Avusor üzerinden iki kere çıkmıştım, yine yürüyerek tabi. O yıl yayla göçünün yürüyerek yapıldığı son yıldı. Yaşım 13’tü. Üniversite yıllarında hiç gelemedim. Akademisyen olmak istiyordum. Hiç dersten kalmadığım halde ortalamamı yükseltmek için nefret ettiğim çöl gibi bir bölgede yaz aylarımı heba ettim. Fakülte biter bitmez öğretmen oldum. Öğretmenlikte ilk tercihim Rize’ydi ama olmamıştı o sene. Bursa’ya atanmıştım. Öğretmenliğimin ikinci yılında eğitim sisteminin içler acısı durumundan tiksinerek, bu aksak makinenin çarklarından biri olamayacağımı düşünüp akademisyenlik hevesiyle yüksek lisansa başladım. Eğitimimin ilk yılı bittikten sonra zorunlu hizmet için tayinler açıldı. Baktım Rize’de İkizdere açık! Hemen yazdım ilk tercihe! Garanti olsun diye Artvin ve Borçka’yı da yazmıştım. İkizdere çıktı. Uça uça geldim ve İkizdere’ye yerleştim. Burada yüksek lisansı tez aşamasında terk ettim. “Akademide yükseleceğime Kaçkarlarda yükselirim daha iyi, ölümlü dünya bir lokma, bir soluk! Gerisi boş.” demiştim. Bozuk eğitim sisteminde yaşadığım huzursuzluğa katlanacaktım artık. 7 yıldır da İkizdere’deyim işte. Adım adım, soluk soluk, yudum yudum yaşadım bu coğrafyayı Dersu! Hala da kanabilmiş değilim.

- Çok sevdiğin belli gerçekten!

- Evet, başka bir yerde nefes alabileceğimi sanmıyorum.

- Bu fikre bu kadar kaptırmamalısın kendini bence. Dünyanın binbir türlü hali var. Koşullar zorlar da bir gün başka bir yerde yaşamak zorunda kalırsan boğulursun. Sen iyisi mi anın tadını çıkar. Yaşayabiliyorken yaşa burayı. Ama insan her yerde nefes alabilmeli! Bir mekana veya insana tamamen bağlanmak sağlıklı bir durum değil diye düşünüyorum. Ruh dediğin nasıl özgür olacak yoksa.

- Dersu bilgeliğinle beni çok etkiliyorsun gerçekten. Haklısın, insan yaşamın getirdiklerine direnmemeli bir yerde.

- Kesinlikle. Ben yanlış yerde ve yanlış zamanda geldim dünyaya demiştin? Onu pek açıklamadın daldın hayat hikâyene!

- Hee! Evet, ben Çamlıhemşin’de ve mümkünse şöyle en az 100 yıl önce dünyaya gelmiş olmayı dilerdim. O kültürü, o doğal coğrafyayı nasıl merak ediyorum bilemezsin. Kilometrelerce uzanan patikalarda yürümeyi, katar katar ilerleyen yayla göçünü, yayla çobanlığını doğal haliyle yaşamayı isterdim.

- Yine çok da sağlıklı olmayan bir arzu! Dediğin gibi 100 yıl önce bu coğrafyada doğsaydın sevecek miydin yine böyle? Bu sert coğrafyada yaşam zor olmalı! O zorluk bu bilince ulaşabilmene engel olmayacak mıydı? Şimdiki farkındalığın karakter özelliğinin yanında okuduğun kitaplardan geliyor daha çok. Dünya görüşün kitaplar ve eğitim olmadan aynı mı olacaktı? Deden mesela, neden 50 yıl gitmedi memleketine? Sanırım Yalova’ya da buradaki zor koşullar yüzünden gittiler, öyle değil mi?

- Evet. Maalesef öyle. Dedem son yıllarında heveslenmişti, gideceğiz diyordu ama göremeden öldü. İyi ki de göremedi! Onun bıraktığı gibi değildi çünkü hiçbir yer. Çay tarımından önce burada geçim gerçekten çok zormuş. Her yönüyle sert bir hayatı dayatıyormuş bu coğrafya. Onun için hep gurbetçidir erkekler… Ya pastacı, ya fırıncı, ya inşaatçı… Bizimkilerin payına fırıncılık düşmüş ama sülalede bu üç iş kolu da var.

- Eee, o zaman? Dediğin gibi olsaydı coğrafyadan nefret bile etmen mümkündü. Hem tarihi açıdan o döneme bakarsan iki dünya savaşını da yaşayacaktın! Onun etkilerini böyle kapalı bir coğrafyada da olsan hissetmemen mümkün olmayacaktı. Beki sen de gurbette sıla hasreti çekecektin? Kim bilir?.. Belki böylesi daha iyidir ha! En azından şimdi kıymetini biliyorsun. Ve hal-i hazırdaki bilincinle zorluklarına da katlanıyorsun. Bak bir hamlede geldin Kavrun’a. Daha yolun hem boyuna hem dikine çok, ama gık demiyorsun. Bence çok da üzülme, bulunduğun hali kabullen. “Amor Fati” unutma!

- İşte yine o bilgelik. Galiba haklısın… Ama insan yitip giden değerlere üzülüyor işte, ne yaparsın! Nasıl da kıyıyor modern zaman bu kadim kültüre...

- Maalesef… Hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor, kalamıyor… Neyse, sen devam et, ben yanındayım. Bu yayla ve civarı iğrenç gözüküyor. Çok durasım yok.

- Tamamdır dostum, teşekkürler, yükseklerde görüşürüz yine…

Yürüyüşün ilk durağı Kavrun Yaylası’na geldim. Yeşil denen yol zaten göze kötü görünen bu yaylayı daha da çirkinleştirdiğinden burada oyalanmayı hiç sevmem. Ama geçiş noktası olduğundan mecbur uğramadan olmuyor. Yaylayı hızlıca geçip iğrenç araç yolunun Samistal Yaylası’na dönerek vadiyi rahat bıraktığı yerde yoldan ayrıldım, beni Mezovit’e götürecek patikaya girdim. “Ohh bee! Dünya varmış…” Artık patikada huzurla yürüyeceğim an gelmişti. Yeni açmaya başlamış beyaz renkli deli komar yaprakları ile kaplıydı her yer. Vadinin sonunda ise karlarla alacalanmış Kaçkar duvarı yükseliyordu. Bu noktadan ana zirvenin sadece bir kısmı görünüyordu. Dere sesi ve dağ bülbüllerinin ezgisi eşliğinde stabil tempoyla devam ettim. Ana vadinin ikiye ayrıldığı noktada Mezovit’e doğru çağlayanın yanından yükselmeye başladım.

Üçlü zirveler artık iyice görünmeye başlamışlardı. Öküzlerin kaçmaması için konulmuş demir kapıdan geçip dik patikayı izlemeye başladım. Yer yer sert karlık bölgelerle alacalı, taze yeşillenmiş alpin çayırları sabahın yumuşak ışığında pırıl pırıldı yine. Beni görüp endişelenen bir taş kuşu arkadaşlarını uyarmak için keskin perdeden ötüyordu. Mezovit’e gelmiştim artık. Yine Kaçkarların dibindeydim! Bu heybete karşı duyarsızlaşmak mümkün müydü? Kaçıncı görüşümdü bilmiyorum. Ama her görüşümde aynı his baştan ayağa sarıp sarmalar beni. Ne Altıparmak, ne Kemerli, ne Tatos, ne Verçenik! Hepsi heybetli kendince ama hiçbirinde bu kadarı yok! Konumuna yakışır bir özelliğe sahip. Hem en yüksek hem de en heybetli zirve! Tek kötü yanı yaz aylarında kalabalık olması. Türkiye’nin en ünlü dağcılık merkezlerinden biri olduğundan kafa dinlemek için çok fırsat olmuyor o aylarda. Ama şimdi! Öküzler bile gelmemiş daha… Buz yeni yeni çözülmüş, çayırlar körpe yeşil… Uhrevi bir sessizlik hâkim bölgeye, benden ve yabandan başka kimse yok! Derken bir ses kopup kulaklarıma asıldı uzaklardan. Tam düşündüğüm gibiydi: Çengel boynuzlu dağ keçileri! Beni fark ettiler ve grubun lideri uyarı sesini çığırmaya başladı. Ama hiçbirini göremiyordum. Mezovit’e doğru ana vadide yükselmeye başlamadan önce muhtemel bir karşılaşmaya hazır olmak için makineyi boynuma asmıştım. Şimdi tetik olma vaktiydi, sesi bir kez daha duydum ama hiçbir yerde görünmüyorlardı. Kayalık sırtları araştırdım lakin ne mümkün! Yoktular… Geçen sonbahara doğru buraya annemi getirmiştim! Kavrun Yaylası’ndan Mezovit’e kadar yürümüştük. Öküz Yatağı Gölü yatağındaki mendereslerin etrafında o zamana kadar gördüğüm en kalabalık dağ keçisi sürüsünü görmüştük annemle. Bizi görür görmez –annemin çoban ıslığının da teşvikiyle– müthiş bir hızla soluğu karşı kayalıklarda almışlardı… Yine görmeyi umuyordum ama maalesef bu sefer denk gelemedim.

Dağlardan gözlerimi ayırmadan bir görünüp bir kaybolan patika boyunca Serdar Aşıtı’na doğru tırmanmaya devam ettim. Önümde gayet dik bir aşıt vardı. Buradan inmek de buraya tırmanmak da kolay değildir pek. Kahvaltımı da henüz yapmamıştım ama aşıtta yapmayı arzu ettiğimden erteliyordum. İlk kısa tırmanışı yaptıktan sonra çarşak bölgelerin arasında kalan küçük bir düzlüğe geldiğimde “Kahvaltı yapmalıyım.” diye düşündüm. Ve oturup nevaleyi hazırlamaya koyuldum. Çayı demleyip, akşamdan hazırladığım ekmek arası domates, salatalık ve peyniri usul usul boğmaya başladım. Bir yandan lokmaları indirirken bir yandan dağın heybetini izliyordum.

- Dersu, sanırım buradasın.

- Tabii ki, ya nerede olacaktım?

- Sen de hissediyor musun dağdaki maneviyatı?

- Elbette, hep hissettim. Bu yabancısı olduğum bir his değil.

- Neden peki? Ruhsuz, cansız bir kaya kütlesi neden insanı bu kadar etkiler? Şuna baksana, teşbihte hata olmaz demelerine sığınarak söylüyorum: Bu dağda bir bilgelik var!

- Kesinlikle, ben de aynı kelimeyi kullanırdım!

- Aslında bu sadece sen veya benle alakalı bir şey de değil. Toplumsal açıdan da ciddi bir öneme sahip olmuşlar erken dönemlerde. Dinler tarihine baktığımızda dağlar çok önemli bir yere sahipler. Hemen her kültür için geçerli bu. Göğe yükselmelerindendir ki tanrıların yurduyla ilişkilendirilmiş, tanrı diyarına giden yol olarak görülmüş kimi kültürlerde. Daha arkaik kimilerinde ise bizzat tanrının kendisi olarak!.. Aslında tanrıçanın! Dağlar nedense hep dişil kabul edilmiş. Tarım öncesi, avcı toplayıcı ana-erkil kültürlerin inanç sistemlerinde dağlar ana tanrıçanın sembolü olmuşlar hep. Geç döneme kadar da bu ana tanrıçalar etkilerini sürdürmüş, hatta bugün bile silinemeyen izleri mevcut tek tanrılı inançlarda. Anadolu özelinde bakarsak Frig ana tanrıçası Kibele dağlarla ilişkilendirilmiş hep. Aslında Kibele onlara Yunanlıların verdiği isim, Frig dilinde ismi Matar Kubileya, tam olarak “Dağ  Ana” veya “Dağın Anası” anlamına geliyor. Bizzat dağın kendisi yani! “Matar” Frig dilinde anne demek, İngilizcedeki “mother” ile aynı kelime –Frigler de tıpkı İngilizler gibi Aryan kavmine mensup, dolayısıyla diller akraba–. Manisa’daki Spil Dağı mesela… Dağın düz kayalık bir yüzüne oyulmuş devasa bir Kibele nişi var! Ve “Spil” ismi de Kibele isminden galat (Kubileya-Kybele-Cybele-Sibylla-Sibel). Neyse uzatmayayım. Kısaca, insanlar dağların haşmetinden etkilenmiş, onları tanrı olarak görmüş, onlardan korkmuş ve onlara kelimenin tam anlamıyla tapmışlar. Everest –biliyorsun–, hal-i hazırda oranın yerel halkı için tanrıça konumunda: Nepalliler “Sagarmata”, Tibetliler ise “Çomolungma” adı ile anıyorlar bu tanrıçayı ve dağa tırmanmak isteyenler belli dini ritüelleri yerine getiriyorlar, hatta getirmek zorundalar. Ayrıca Nepal bölgesinde tırmanılması kesinlikle yasak olan kutsal bir zirve var: Machapucare… 6993 metrelik muhteşem bir kaya kütlesi! İnsanın önünde secde edesi geliyor o kadar güzel ve heybetli.

- Canlı gördün mü?

- Elbette görmedim, sadece fotoğraflardan izledim, ama şu gözlerle canlı canlı görseydim secde ederdim önünde, kesinlikle ederdim! Favori zirvemdir Ama Dablam’la birlikte… Bence şu anda dağa dair hissettiklerimizin kolektif boyutta yansıması tanrıça şeklinde ortaya çıkıyor. Yani bizim bireysel hislerimiz, toplumsal boyutta tanrıçanın haşmetine duyulan hayranlık ve korku suretine bürünüyor. Bunun nedeni için de bolca spekülasyon yapabiliriz. Neyse fazla gevezelik ettim, af buyur. Aslında bu bölgenin isimlerini de anlatmak isterdim sana. Kaçkar, Mezovit, Verçenik... Nedir bu isimler, ne anlama gelir vs. Lakin fazla ukalalık yaptım bugün, buraya bir sonraki gelişimde konuşuruz bunları. Dersim de var öğleden sonra, toparlanmak gerek. Yola devam azizim.

- Bence ukalalık değildi, çok teşekkürler verdiğin bilgiler için. Ben bu dağı sen henüz doğmadan, hatta deden bile doğmadan önceden beri biliyor, tanıyorum. İsimsiz olduğu zamanlardan beri aslında…

- Yok artık! Sen kaç yaşındasın Dersu! Ben seni 19. yüzyılda yaşadın diye biliyorum, malumatın nasıl o kadar eskiye uzanabiliyor?

- Ben sadece Dersu değilim dostum… Unuttun mu?

- Orasını çok açmadın bana, bir gün senin hakkında da konuşalım. Olur mu?

- Bakarız… Şimdi tırmanman gerek. Arkadaki dik aşıt seni bekliyor, hayde vira!

- Eyvallah…

Yemeği hiç edip biraz da dağın heybetiyle hemhal oldukta yola koyuldum. Arkamda yükselen aşıtın dikliğine vurdum bacakları. Yavaş ve düzenli bir tempoyla tırmanmaya dikkat ederek devam ediyordum ki bir metre önümden iri bir Urkeklik kanatlanıp dik yamaç boyunca aşağı süzüldü. Donup kaldım, kuş aşağıdaki kayaların arasında yitip gidene dek gözlerimle kadar takip etmekten başka bir şey yapamadım. Bu seferki o tipik çığlıkları atmamıştı. Sanırım o da benim gibi hazırlıksız yakalanmıştı. Sadece kanatlarının rüzgârla çarpışırken çıkardığı sesler vardı kısa bir an için. Sonrası sessizlik!

Kuzey tarafımda dikilmiş kayalık kuleleri izleye izleye aşıtın üstüne vardım. Önce Kemerli Kaçkar’ın başı göründü. Sonra en aşağıda Büyük Deniz Gölü’nün maviliği! Manzarası bu kadar ekstrem olan başka bir bölge bilmiyorum sanırım Çamlıhemşin’de. Düşündüm ama aklıma gelmedi. Doğu tarafında üçlü zirveler ki en yüksekleri! Batı tarafında devam eden zirveler ve eteklerinde çivit mavi durgun göller! Güneybatıya baktığımda en uzak ufukta Verçenik seçiliyordu. Bir iki hafta önce, İkizdere’de Verçenik’e doğudan bakıyordum. Şimdi farklı bir bölgede tam aksi yönden izliyordum. “Gerçekten çok aktif bir dönemden geçiyorum bir iki aydır. Umarım yazın da böyle devam eder.” diye düşündüm. Etrafımı bütün çarpıcılığıyla çepçevre kuşatan manzarayı biraz daha izleyip çok oyalanmadan inişe geçtim. Bu sene karın az olduğunu bölgedeki kürtüklerin durumundan anlayabiliyordum. Geçen sene Haziran ortalarında yine bu bölgeye iki dağcı arkadaşla gelmiş, Deniz Gölü’nde kamp atıp aşıttan Mezovit’e inmiştik. O zaman şu an indiğim yerden kazma ve kramponlarla emniyetli bir şekilde çıkmıştık. Her taraf kardı. Şimdi daha erken bir dönem olmasına rağmen kar miktarı geçen yıla göre çok çok azdı.

Karşıma çıkan kürtüklerden kaça kurtula inişe devam ettim. Meterez Gölü görüş alanıma girdiğinde gölün hemen batısından yükselen eğimi az sırttaki kürtüğü yan yan geçmeye başlamıştım. Bir noktada aşağı inmem gerekti. “Kayacağım!” dedim içimden ve kar kütlesine oturup elde kazma ile emniyetli bir şekilde karsız bölgeye kadar kaydım! Mabadım buz gibi ve sırılsıklam olmuştu ama keyifli bir andı.

Bu bölgeden itibaren Büyük Deniz Gölü’ne doğru inişe geçmem gerekiyordu. Küçük, kayalık bir yatak oluşturarak akan derenin üstü sert karla kaplıydı. Dikkati göz ardı etmeden inmem gereken nispeten dik bir kürtüktü. Kramponlar her ihtimale karşı yanımdaydı ama giymeye gerek görmedim. Herhangi bir kayma durumunda kazma ile kendimi durdurabilecektim. Yavaş ve tetik bir şekilde kürtük inişini bitirip gölün kıyısına ulaştım. Aheste esen rüzgârda hafifçe dalgalanan göl ve göle yansıyan karlı dağlar dingin bir manzara sunuyordu. Bir gözüm tatlı tatlı dalgalanan suda, diğeri üzerinden geçmekte olduğum düz kürtükte yürümeye devam ettim. Gölün çevresini yarı yarıya yürüyüp doğuya doğru yükseldim. Batı tarafımda altta kalan göle kadar uzanan bir kürtüğü de geçtikten sonra Çeymakçur Aşıtı’na ulaştım. Sağ tarafımda, güneyde kalan zirveler arasında Naletleme Geçidi görülüyordu. Onun altında küçük bir göl olan “Mesuk Gölü” sığ sularından dolayı bulanık maviydi. Çeymakçur Yaylası henüz görüş alanıma girmemişti ama sol alt tarafta kuzeye doğru konumlanan Cornavit (Karadeniz) Gölü, Büyük Deniz Gölü’nden aşağı kalmayacak şekilde çivit mavi parlıyordu. Bir kısmı kürtükle örtülü dik ve kısa “Z” dönemeçlerden inmeye başladım. Göle doğru inişimi kürtüklerden ve çarşak bölgelerden dolayı biraz uzatarak sürdürdüm ve nihayet göle ulaştım. Nispeten düz ve çimenlik kısımların daha fazla olduğu doğu kıyısına doğru gölün çevresinde yürümeye başladım. Düzlüğe ulaştığımda ayakkabıları, çorapları ve çantayı çıkarıp paçaları sıvadıktan sonra sığ suda yürümeye başladım. Türünü bilmediğim bir kuşun ritmik ötüşüyle titreyen ve adımlarımın hareketlendirdiği soğuk suyla birlikte dalgalanan sessizliğe kulak kesilerek biraz dinlendim. Kar sularının da etkisiyle aşırı soğuktu su. Çok fazla duramadım, 5-10 adım attıktan sonra sudan çıkıp bir kayanın üstüne oturdum. Güneş ışığıyla kuruyan ayaklarıma çorapları ve ayakkabıları geçirip toparlandım. Patikayı bazı yitirip bazı bularak bozulmuş yaylayı neredeyse kuşbakışı izler bir konumda ilerledim.

Dağları ve karşılıklı akan şelaleleri izleyerek sürdürdüğüm dik inişten sonra yaylaya ulaştım. Son geldiğimde daha iyi durumda olan yerleşke, pansiyon inşaatlarıyla mahvolmuş durumdaydı artık. Bu hadsiz beton yığınlarının arasında yıkılmaya yüz tutmuş metruk bir yayla eviyle yüksek sesle konuşurken buldum kendimi:

- Seni terk mi ettiler? Yetim mi kaldın burada? Zamanını çaldılar ve seni bir kenarda bırakıp yüzüne bakmaz oldular ha! Yuf olsun onlara…

Yine metruk ve mahzun bir yayla konağıydı karşımdaki. Kirişleri bakımsızlıktan kırılmış, çatısı çökmeye yüz tutmuştu. Taşları yosun bağlamış, merdivenleri otlarla kaplanmış, kapısı kırılmış bir yuvacıktı. Kim bilir ne yaşanmışlıklarla, insan hayatı tanıklıklarıyla, çilelerle, sevinçlerle, hüzünlerle doluydu…  Silinip giden o kadim kültürün acı bir remziydi… Artık zaman çirkin betonarmelerin zamanı! Bu güzelliklerin çilesini çekenler sefasını süremeden yitip gittiler, değerini bilmeyenler sefasını ruhsuzca sürmeye başladılar… Ne büyük bir zulüm! Ne trajik bir ironi… İnsanın “Turizmine de, parasına da lanet olsun! Kahretsin buraya yüzsüzce gelip tüketip gidenleri.” diyesi geliyor. Gelmiyor aslında diyorum: Lanet olsun turizme! Lanet olsun kısa vadeli kar zihniyetine! Lanet olsun insanlıktan nasibini alamamış kadir kıymet bilmezlere!

Yaylayı bu asabi ruh haliyle terk edip araç yoluyla inişimi sürdürdüm. Aşağı Çeymakçur Yaylası’nda da oteller vardı ama burası göze daha hoş görünüyordu. İrtifa yukarıya göre az olduğundan toprak tabakası nispeten daha kalındı ve inşaatların yıkımını daha etkili bir şekilde örtebilmişti bitkiler…

Yol kenarında arı petekleriyle uğraşan bir kadına kolaylıklar dileyip inmeyi sürdürdüm. Artık ormanın içine girecek kadar alçalmıştım. Karşı yamaçta bir şeylerle meşgul olan iki adam görünüyordu. Son keskin dönemeci alıp köprüye geldim ve dere ile birlikte vadinin sonunda yükselen karlı zirveyi kadraja alıp fotoğraf çektim. Köprüyü geçtim ve devam ediyordum ki yukarıdan biraz önce gördüğüm adamlardan biri ıslık çaldı. Derenin gürültüsünü bastırmak içindi sanırım. Yukarı baktığımda “Bir saniye bekler misin?” mealinde bir işaret yaptı. Bekledim... Bir şey soruyordu ama cılız sesi coşkun suyun gürültüsünü bastıramıyordu. Yol kenarındaki patikaya girip hızlıca yanına tırmanıyordum ki duydum:

- Şu çiçeği gördünüz mü gezdiğiniz yerlerde?

Sol tarafımda iri beyaz yapraklı, yarı açmış zarif bir çiçeği işaret ediyordu.

- Hayır, hiç görmedim. Ben sürekli bu bölgelerde dolaşırım ama bu çiçeği ilk kez şimdi gördüm. Ya da henüz açmadığı için tam olarak çıkaramıyorum.

- Peki teşekkürler.

Tekrar yola girip inişe başlamıştım ki kendi kendime : “Çiçeğin ismini niye sormadın manyak! Fotoğrafını çekseydin. Bir şey öğrenmiş olurdun!” Çiçeklere meraklı olduğum halde bir şekilde ismini sormayı akıl edememiştim. Adamlar belli ki botanikçiydi. Güzel bir fırsatı kaçırmış oldum.

Haçvicak mezrasını da geçip öğle güneşinin sert ışıklarıyla kısım kısım parçalanan koyu orman gölgesinin kanatları altında ilerleyerek Galer Düzü’ne, başladığım yere, ulaştım. Yine muhteşem, ara ara hüzünlü, yine yabanıl hissiyatın bol olduğu bir aksiyon daha tamamlanmış oldu. Bir sonraki aksiyon -hava müsaade ederse- dede mekânında… Hafta sonu Altıparmak’ta görüşmek üzere…

 

27.05.2021 – Mekaleskirit/Çamlıhemşin


Galer Düzü'nden Kavrun'a yürüyüş başlıyor. 

. Aşağı Kavrun Yaylası'na yakın bir yerde tur tabelası. Bizle alakası yok tabi :)

Aşağı Kavrun Yaylası

Yaklaşıyoruz

Yol üzerinde güzel bir puğar.

Yukarı Kavrun Yaylası'na yaklaştık. Ama çok durulacak bir yer değil.

OH! Artık patikadayız...

Muhteşem Kaçkarlar...



Mezovit'e giriş



Sonunda Mezovit ve Kaçkarlar...


Bu zirvenin ismi de Mezovit

Serdar Aşıtı'na doğru

Büyük Buzul

Aşıta doğru dik çıkış

Aşıttan ilerde sağda Kemerli Kaçkar (Kındevul) ve ortada Büyük Deniz Gölü

Aşıttan Kaçkarlar

Aşıtın Güneyi

Aşıtın Kuzeyi

Meterez'e doğru

Kaydığım kürtük.

Meterez Gölü


Büyük Deniz Gölü ve Kemerli Kaçkar





Çeymakçur Aşıtı'ndan Cornavit Gölü ve Kemerli Kaçkar 

Aşıttan Naletleme Geçidi

Aşıttan altından devam eden yer yer kürtüklerle kaplı patika

Cornavit (Karadeniz) Gölü

Cornavit'te dinlence

Yukarı Çeymakçur görünüyor

Çeymakçur Vadisi'nin sonundaki zirveler


Çeymakçur'a doğru patika devam ediyor.

Ve Çeymakçur, bozulmuş durumda.

Aşağı Çeymakçur'a doğru



Aşağı Çeymakçur Yaylası

Orman sınırından sonra yol



Haçvicak evleri

Son anlar, Galer Düzü'ne doğru


Ve rüya bitti. Galer Düzü.

Galer Düzü'nde bir tabela. Bir de ismi doğru yazabilseler. Palakçur olacak...


 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..