Gaban'dan Kabahor'a Bir Deli Yürüyüş...
"Sadece gökyüzü ve dağlar sükûnet vaat ediyordu..."
Son zamanlarda tam
kapanmayı ve bayram tatilini fırsat bilip art arda sağlam aksiyonlar
gerçekleştirdim. Bunların arasında nefeslik kısa yürüyüşler de yapmıştım. En
son salı günü Tiron Vadisi’ndeki orman yollarında 15 km’lik nefeslik bir
yürüyüş yapmış çarşamba gününü dinlenmeye ayırmıştım. Havaların son derece
güzel seyretmesi de dahil bütün koşullar uzun yürüyüşler için elverişli
olduğundan arayı fazla uzatmadan sağlam bir yürüyüş daha yapmaya karar verdim.
Bunun için çarşamba akşamı yine haritanın başına oturup güzergâh çalışmaya
başladım. Aklımın bir köşesine yazıp bıraktığım pek çok rota vardı. Moryayla
Yedigöller’e Kalçarak üzerinden gidişli, Sarpinovit’ten dönüşlü güzergâhı
gerçekleştirmemiştim. Ama onun zamanı değildi henüz, o rotada çok dik geçitler
mevcuttu ve bunların hepsi kuzeye baktığı için bu mevsimde tamamen sert karla
kaplı olacaklardı. Bu aslında problem değildi; problem, bu yüksek eğimli karlı
bölgeleri tırmanırken kullanacağım kazma ve kramponlarımın Çamlıhemşin’deki
evde olmasıydı. Malum Covid yasaklarından dolayı onları getirme fırsatım da
olmadığından Yedigöller şimdilik bir kenarda bekleyecekti. Başka neresi
olabilir peki, mesela Gaban üzerinden Kabahor’a geçebilirim. Gaban’ın yukarı
vadisini ve Kabahor taraflarını hiç yürümemiştim, güzel bir aksiyon olabilirdi.
Haritada söz konusu bölgeye gelip izohipsler yardımıyla eğimli bölgeleri
kontrol ettim. Gaban Yaylası’ndan Petran yoluna girip daha sonra Kabahor
sapağına saparak alçalıp Göl Yayla Vadisi’ne girebilir oradan tekrar yükselerek
aşıtı aşar ve Gaban Vadisi üzerinden başladığım noktaya dönebilirdim. Mesafe ne
çok uzun ne çok kısa olur, irtifa ise mesafeye oranla gayet iyi olacaktır.
Evet, rota kabaca belli oldu. Hem sağlam diyebileceğim bir aksiyon olacak hem
de daha önce gitmediğim bir bölge olacak. Ama tatilin bitmesine daha var, şöyle
yine Kabahor taraflarından geçen alternatif bir rota daha oluşturabilir miyim?
Hımm, Çamlık tarafındaki Suda ve Mehule yaylalarının arkasındaki sırtı aşınca
Kabahor Vadisi’ne inilebiliyordu. Geçen sonbaharda bu bölgeye yaptığım orman
yürüyüşünde yüksek sırtlardaki patikaları incelemiş muhtemel bir rota olabilir
diye düşünüp bu bölgeyi zihnime kazımıştım. İspir Yolu’nun kenarından yürüyerek
girdiğim orman yolundaki atmosferin beni çok etkilediğini hatırlıyorum. Sonuna
kadar yürümemiştim ama daha geniş bir vakitte yürümek üzere geri dönmüş ertesi
gün yine aynı yoldan ama bu sefer ormana sapmayıp yükselerek Suda ve Mehule
yaylalarına çıkmıştım. Şu sonuna kadar yürümediğim ıssız orman yolu devam
ediyor mu diye daha sonra haritadan bakmıştım. Uydu görüntüsünde orman yolu tam
seçilmiyordu diye hatırlıyordum. Şimdi yine daha dikkatli kontrol edince orman
yolunun Kabahor Vadisi’ndeki yollara bağlandığını gördüm. Yine silikti tabi,
bazı bölgeler ağaçlardan gözükmüyordu ama takip etmeye devam ettiğimde Kabahor
Köyü’ne bağlanıp oradan da Göl Yayla’ya çıktığını, Göl Yayla’dan yine
çatallanıp sırtlara doğru hem güney hem kuzey yönünde iki ayrı yol şeklinde
yükseldiğini fark ettim. Kuzeye doğru yükselenin Ovit tarafına kadar yolu
vardı, o başka bir zamana kalacak ama güneye doğru yükselen yolun sırtın
üzerinden geçerek Suda ve Mehule’ye bağlandığı görülüyordu, ayrıca pek çok
silik patika da seçilebiliyordu. Rotayı elle çizip mesafe ve irtifaya bakayım
dedim ve sonuçta 42 km mesafe ile 2200 küsur metre irtifa karşıma çıktı. Mesafe
çok önemli değil, ben irtifayı sayarım. Ve bir günde 2000 metrenin üstünde
tırmandığım olmamıştı hiç. Bir günde 2800 küsur metre indiğim olmuştu Ağrı Dağı
aksiyonunda. Ama bu kadar irtifalı bir çıkış yapmamıştım. Sınırlarımı kontrol
etmenin vaktidir deyip kabaca çizdiğim rotayı Wikiloc’a özel kayıtla yükledim.
Bu rotayı cumartesi için saklamak uygun olacaktı. Şimdi odaklanmamız gereken
rota Kabahor-Gaban güzergâhı.
Sabah 07.00 gibi
yataktan çıkıp hazırlandım. İki haşlanmış yumurta, biraz zeytin ve bir dilim
tulum peynirini iki dilim tam buğday ekmeğiyle paketledim. Önceden yaptığım
tatlıdan da son bir dilim kalmıştı, dağda güzel olurdu, onu da ayrıca
paketleyip çantaya yerleştirdim ve 07.30’da vurdum yola. 08.10 gibi rotaya
başlayacağım yerdeydim. Gaban Yaylası’na gidecek oradan da Petran’a bağlanan
ıssız dağ yolunu tırmanacağım. Ama araba yoluyla değil de dere ve sonrasında
şelale ile yükselen silik patika üzerinden yaylaya ulaşmak istiyordum. Bayram
olduğundan yaylada kimse olmamasını umuyordum. Yine de yaylanın içine girmeden
biraz dik de olsa yükselerek yolla buluşup harika manzara eşliğinde tırmanırım
dedim, öyle de yaptım. Yolun kenarından çimenli araziye çıktım ve Gaban
Vadisi’nden gelen dereye paralel şekilde ilerleyen silik patikaya doğru
yürüdüm. Çıkarken patikayı takip etmek zor olabiliyor. Araç yolu mevcut
olduğundan insanlar artık patikayı kullanmıyorlar dolayısıyla bu kadim yollar
da siliniyor zamanla. Patika silik de olsa güzergâh belliydi. Yaylaya doğru
vurdum tabanlara ve tırmanmaya başladım. Patikayı bir bulup bir yitirerek
yaylanın altındaki düzlüğe ulaştım. Yaylaya girmeden kuzey tarafımda “Z”
dönemeçlerle yükselen yolun bir köşesini gözüme kestirip oraya doğru yönümü
değiştirdim. Yola ulaşıp kenardan akan sudan biraz içtim. Yaylada iki araba
görülüyordu ama etrafta ses yoktu. Batıya doğru orta eğimle yükselen yolda
stabil tempoyla tırmanmaya devam ettim. Sol tarafımda karlı bölgelerle
alacalanmış üç sıra vadi ve aralarında kuzeye doğru yükselen tepeler olağanüstü
bir seyirlik sunuyordu. En doğuda Gaban Vadisi, ortada içinde yayla yerleşkesi
olmayan yerlilerin Öküz Yatağı dediği bir vadi ve en batıda da Garzavan Vadisi görülüyordu.
Güneybatı tarafında, tam kapanmanın başladığı ilk günlerde gerçekleştirdiğim
güzergahın geçtiği zirveleri görebiliyordum: Dersu Uzala, Keklik Sivrisi, İba
Zirve ardından cebelleştiğim kar kürtükleri ve kayalık sırtlar… Sonra kuzeybatı
tarafında Arçevit’in zigzaglı yolları… Onun da kuzeyindeki vadide Kama
Yaylası’ndan inen yollar mevcuttu. Bu geniş panorama eşliğinde yolu bir hayli
tükettim. İlk dönemeci döndüğümde sert rüzgâr da başladı. Şapkam uçmasın diye
kopçasını sıktım. Rüzgâra rağmen hava soğuk değildi. Zaten hareket halinde
olduktan sonra terli olsam da sıkıntı yaşamıyordum. Karşıma çıkan dar
dönemeçleri de alıp yükselmeye devam ettim ve sonunda yol düzleşti. Çifteköprü
Köyü’nün yanındaki vadinin başladığı oluğa doğru içeri giriyordu yol. Karşıda
Çifteköprü’den çıkıp vadi boyunca sert bir şekilde yükselerek Kabahor-Petran
yol ayrımına bağlanan silik bir patika görülüyordu. Aslında rotaya oradan
başlamayı düşünmüştüm ama dağ manzaralarını göremeyeceğimden dolayı hemen
vazgeçmiştim. İleride Kabahor’a inen yol görünüyordu. Vadinin diğer yakasına
geçmeden hemen yolun 1-2 metre üstünde eski bir puğar gördüm. Bu yolu hep karla
kaplıyken yürüdüğüm için bu puğar daha önce gözümden kaçmış olmalıydı. Yanına
çıktığımda ahşaptan oyulmuş güzelim suyolunu gördüm. Su beton bir yalağa
dökülüyordu, belli ki hayvanlar için yapılmış. Çeşmenin yanından yola paralel
olarak uzanan bir patika vardı. Demek eski göç yolunun üzerindeyim, araç yolu
patikanın buraya kadarki kısmını yutmuş ama burada bir parçası hala duruyordu.
Münzevi puğardan biraz su içip patikaya bağlandım. Patika yoldan daha hızlı
yükseliyordu ama umrumda değildi. Kadim bir güzergâh bulmuşum bırakır mıyım
hiç, gittiği yere kadar tırmanacağım. Patikayla baya yükseldikten sonra bir
noktada iz kayboldu. Karşımda yolu da kaplayan bir kar kürtüğü vardı. Artık
güneşin pek ulaşamadığı kuzey yüzdeyim. Hızlı bir şekilde inip yola bağlandım
ve kürtüğü geçtikten sonra istikrarlı bir şekilde ilerledim. Petran-Kabahor yol
ayrımına gelmeden düz çimenliğe girdim ve kavşağı bypass edip doğrudan Kabahor
yoluna bağlandım.
Kahvaltı için bu
bölgeyi planlamıştım. Çantayı indirip nevaleyi çıkardım, kahveyi demledimi,
yemlenmeye koyuldum. Yolun bu kısmı yavaş yavaş inişe geçiyordu. Bir hayli
aşağıda vadinin başladığı noktadaki ufak düzlükte eski yayla konaklarının yıkık
duvarları seçilebiliyordu. Sadece bir tane çoban barınağı vardı, mavi branda
ile sarmalanmış bir halde tek başına eski yayla yerleşkesinde (bu yayla yerleşkesinin isminin Çencehol olduğunu bu yürüyüşten iki gün sonra öğrenecektim.) duruyordu. Yol o
noktada tekrar hafifçe yükseliyordu. Tam karşıda, aşağıda ise Kabahor Köyü ile
Göl Yayla arasındaki eski mezralar seçiliyordu. Çıplak yamaca tek düz dizilmiş
halde, metruk mu bilmem ama hayli mahzun duruyorlardı. Bu mezraların üstünden
çapraz şekilde yükselen bir yol vardı. Bu yol cumartesi için
planladığım güzergâhın bir parçasıydı aynı zamanda. Yayladan geçerken o yolu da
kontrol edecek, zihnen yürüyüşe kendimi hazırlayacaktım.
Kahvaltımı bitirip
inişe koyuldum. Aşağı yukarı 100 metre inmiştim ki karşıma yolun üzerinden
aşağı doğru devam eden dik mi dik, baba bir kürtük çıktı. Mevsimden ve rotanın
bu kısmının güneşe göre konumundan dolayı bu kürtüklerle karşılaşacağımı
biliyordum ama bu o kadar dikti ki, üzerinden geçip yola devam etmem zor
görünüyordu. Aşağı tarafta nerede bittiği görülmüyor, muhtemelen en aşağıda
seçilen kayalık yarığın içinden vadi boyunca iniyordu. Tam üstüne çıkıp deneme
yapacaktım ki yolun üst kenarındaki komarların arasından bir hışırtı işittim.
Arkamı dönüp baktığımda bir urkeklik havalandı. Ama mutada inkıyad ile kendini
boşluğa bırakmayıp 3 metre ileriye kondu ve beni izlemeye başladı! “Hayırdır
inşallah, neler görüyor bu gözler böyle! Kaçmıyor ya bu! Bir sorun var sanırım,
acaba hasta mı, sakat falan mı? Makineyi çıkarsam kaçar mı?” Hiç ihtimal
vermememe rağmen kuşun sakinliğinden cesaret alıp çantayı indiriyordum ki havalanıp
kendini boşluğa bıraktı. O alışkın olduğum çığlık bir yana hiç ses çıkarmadan,
güdük kanatlarını iki yana açıp aşağı doğru süzüldü. 5-6 sn kuşu izledim ve
yine makineyi boynuma asmadığıma lanet edip döndüm önümde huysuzlanan kibirli
kürtüğe!
Kürtüğün üzerine
çıkıp bir iki adım attım, topuklarımı saplamayı denedim. Yok, mümkünatı yok,
çok tehlikeli! E ne yapacağız? Yukarı doğru, kürtüğün başladığı yere baktım.
Rotadan sapıp 50-60 metre dik bir şekilde tırmanacak, kürtüğün bittiği noktadan
itibaren devam edeceğim. Öyle de yaptım. Yer yer komarlık arazide tırmanıp
kürtüğün başladığı noktadan itibaren ilerlemeye devam ettim. Yola hemen
inmeyerek, ileride yine karşıma çıkabilecek olan kürtükleri kontrol etmek için
düz bir şekilde ilerlemeye başladım. Hazır telefon da çekmeye başlamışken
Yalova’daki ailemi arayıp bayramlarını kutladım. Babam nerede olduğumu sordu.
Dağdayım dedim. Dağlar mekânın oldu, insandan uzak, yalnız… İyi böyle dedim. Sonra
hal hatır kısaca konuşup telefonu kapattım ve yoluma devam ettim. Yolun kalan
kısmı görüş alanıma girdiğinde yolu kesen diğer kürtükleri gördüm. Ama hiçbiri
geçilemeyecek kadar dik görünmüyordu. Ben de hızlı bir şekilde yola inip ıssız
yayla yerleşkesinin arkasından tekrar başlayan rampaya vurdum. Bu bölgenin mutlaka
bir ismi var ama maalesef bilmiyorum (artık biliyorum: Çencehol!). Hayat belirtisi olan tek şey çoban
barınağı ama o da henüz şenlenmemiş. Yarısı karla kaplı yola baktığımda iri bir
köpek izi gördüm. Aslında kurt izine benziyordu. Köpeklerin parmakları
birbirine yakınken kurtlarınki daha açıktır. Bu muhtemelen kurt iziydi. Köpek
izi olmadığı etrafında koyun/keçi izi olmamasından da anlaşılabilirdi. Çoban
köpeklerinin izleri birlikte yürüdükleri küçükbaş izleriyle bir arada olur
genelde. Evet, yaban bir bölgedeyim şimdi. İnsanla karşılaşmam kısa bir süre
için mümkün değil. Solumdan aşağı inen ve sert kayalık yar şeklinde ana vadiye
doğru devam eden tali vadiye ve karşımdaki sarp kayalıklı dağlara bakınca bir
tekinsizlik hissi gelip geçti içimden. Alışık olmayan birinin burada tek başına
asla yürüyemeyeceğini düşündüm. Bu tekinsizlik hissi aklıma Yunan
Mitolojisi’ndeki Pan’ı getirdi. Issız yerlerin, karanlık ormanların, yabani
kırların tanrısı Pan. Bu bölgelerde insanı ele geçirebilen o ani korku,
“Pan’dan gelen” veya “Pan’a özgü” anlamındaki “Panik”ti. Alışık olmayan
yüreklere ağır gelecek bir bölgedeydim şu an. Çoğunlukla tek başıma yürümeme
rağmen dağlarda korktuğumu hiç hatırlamıyorum. Ama bu tekinsizlik hissine de
yabancı değilim. Nadir de olsa hissettiğim olur. Coğrafyanın da yapısı
etkilidir bu histe. Neyse Pan’ı burada bırakıp bir sonraki sırttan tekrar inişe
başladım. Karşımda yine ufak bir vadi ve hafif bir inişten sonra hafif bir
çıkış şeklinde devam eden kısa bir güzergâh daha belirdi. Bu güzergâhı da
bitirip önümde açılan ana vadi boyunca inişe başladım.
Göl Yayla hayli
kalabalıktı! Camisi, evleri, yolları, yollarda gezinen arabaları hatta atılan
silahlar!.. Bir önceki yaban bölgeden hemen sonra karşıma şenlik bir bölge
çıkmıştı. Ama yürüyeceğim güzergâh yaylanın içinden geçmiyor, vadi boyunca
alçalıp yaylaya paralel şekilde ilerliyor ve tekrar yükseliyordu. Göl Yaylanın
hemen kuzeyinden yükselen bir vadi daha vardı. Benim tırmanacağım güzergâhın
üzerinde olduğu vadi ise Göl Yayla’nın üstündeki bu vadiden bir sıra kayalık
tepeyle ayrılmış başka bir vadiydi.
İnişi bitirip vadi
boyunca tekrar yükselmeye başladım. Yol üzerindeki kar kürtüklerinden bazen
kaçtım bazen de üzerlerinden geçtim. Kısa bir süre sonra bir düzlüğe geldim.
Karşı tepelerin yamacında yerleşik eski bir yayla konağı gözüküyordu. Civarda
insan izi namına başka hiçbir şey yoktu. Tam kuzeyde karla kaplı sivri doruklar
duvar halinde sıralanıyordu. Önümde uzanan silik yolu takip etmeye başladım.
Sol tarafımda menderes yapan küçük suyu izleyerek yürüyüşümü sürdürdüm. Belli
ki üzerinde yürüdüğüm yolu bir buldozer açmış ama bu yolda offroad donanımlı
değilse bir aracın gidebilmesi mümkün gözükmüyor. Ayrıca yol Gaban Vadisi’ne
bağlanacağım aşıta kadar da devam ediyor! Belli ki daha sonra asıl yolu açmak
üzere iz vurmuşlar sadece. Ben de yer yer o izi takip edip yer yer kafama göre
yön belirleyerek devam ettim. Karlı bölgelerde ayaklarım da ıslanmaya başladı.
Bu ıslaklığın yanında yolunu bulup bir şekilde ayakkabıya girmeyi başaran ufak
sinsi taşlar da ayağımı rahatsız ediyordu. Derken kulağıma bir ses çalındı ama
neden sonra bu sesin çengel boynuzlu dağ keçilerinin uyarı sesi olabileceğini
fark ettim. Etraftaki kayalıkları kontrol etmeye başladım ama hiçbirini
göremedim. Bugün yaban hayatı konusunda pek şanslı değildim anlaşılan. Keçilere
yorduğum bu sesten sonra yayla tarafından patlayıp vadinin kayalık duvarlarına
çarpa çarpa yükselerek bana kadar gelen silah sesleri çattı kulağıma. Hah! Bir
bu eksikti… “Nasıl güzel tatmin oluyor musunuz, erkeksiniz ha! Bir halt
ettiğiniz hissi sizi mutlu ediyor mu görgüsüz magandalar?” Boğuk silah sesleri
arkamda, güzergâh boyunca tırmanmaya devam ettim.
Şimdi alt tarafta yine
menderes oluşturan bir suyun aktığı harika bir düzlük var. Her yer karlı
bölgeler ile onların arasında sarıdan yeşile çalan otlaklarla kaplı. Şimdi usul
akan suyun dışında hiç ses yok. Issızlık, yabanıllık, yalnızlık ve yine o ulvi
arınmışlık hissi. Tırmanacak çok bir mesafe kalmadı, bu hoş hissiyata hazır
kavuşmuşken biraz oturup yanımda getirdiğim tatlıyı boğmaya karar verdim.
Aslında en yüksek noktaya, aşıta saklıyordum ama şu an canım fena halde tatlıyı
kendine çekmeye başladı. Çantamı indirip nispeten hızlı esen rüzgâra karşı
terli belimi korumak için polarımı sırtıma geçirdim. Kahveyi demleyip onun
eşliğinde tatlıyı aheste aheste indirdim dibine! Kar birikintilerinden yansıyan
güneş gözümü almaya başladı, güneş gözlüklerini taktım. Sağ yani batı tarafımda
aşıt görünüyordu. Ama tamamen karla kaplıydı. Hatta kar balkon oluşturacak
şekilde birikmişti. Balkonun bir kısmı kopup yamacın yarısına kadar da inmişti.
“Buradan nasıl çıkacağım şimdi ben?” diye düşünürken toparlanıp yola koyuldum.
“Eyvah, işimiz var burayla! Çığ mevsimi geçtiği halde orada, yukarıdaki
balkonun kopup inme tehlikesi var. Acaba karşıdaki daha yüksek zirvelerin
nispeten karsız yamaçlarından mı yükselsem?”
- Hayır, gerek yok. Bak,
dikkat ettiysen yol aşıtın yanından devam ediyor. Tam aşıt hizasına geldiğinde
bir şekilde geçersin kürtüğün üzerinden.
- O ne!?! Kim
konuştu? Kimsin sen?
- Tanımadın mı?
- Dersu! Dersu sen misin?
- Benim ya!
- Yok artık! İyi de ses geliyor, sen yoksun neredesin böyle?
- Zihnindeyim.
- Ne oluyor lan!
Deliriyor muyum nedir? Ne demek zihnindeyim?
- Senin
içindeyim. Oradan geliyor sesim. Dışarıda bir yerde değilim.
- O ne demek yav?
Paranoid şizofren miyim ben? Ne içi? Ne sesi? Ne oluyor?
- Gayet iyisin,
sorun yok. Sadece seninle birlikteyim. O kadar, korkulacak bir şey değil.
- Nasıl yani? Turgut Özben’in Olric’i gibi mi? “Cast Away”deki Wilson gibi mi? Aman tanrım, GOLLOM GİBİ Mİ??!!
- Olric tamam da ben top değilim? Ayrıca Gollom tam bir kaçık, o da değil!
- Top demedim ki?
- Wilson bir
voleybol topuydu, bir kuruntuydu!
- Sen nesin?
Kuruntu değil misin? Gerçek misin?
- Senin kadar
gerçeğim! Ve aslında hep seninleydim.
- Nasıl yani
benimleydin. Ben hiç hatırlamıyorum seni. Sadece filmde görmüştüm. O çakalla,
özge bir halle karşılıklı seslenmeniz, iletişim kurmanız, senin doğayla
bütünlüğün beni etkilemişti sadece. Filmdeki Dersu karakterine hayran olmuştum.
Hatta ismini bir zirveye verdim.
- Hah! Zirveymiş!
Amma zirve ha! Başka bulamadın mı?
- Kimsenin dağ
yerine koymadığı isimsiz bir doruğa verdim ismini işte. Hem onu bırak şimdi
mesele o değil, sen nasıl benimleydin bunca zamandır? “Bunca zaman”dan kastın
ne?
- Hatırlarsan,
Vaşa Yaylası’ndan Puşula’ya iniyordun. Bir kartal bağırmıştı aşağıdan, vadiden.
Yankılana yankılana ses sana kadar gelmişti. Sen de kartal sesini taklit edip
bağırmıştın. Tıpkı benimle çakalın hal diliyle iletişimi gibiydi. Saf yabanıl
bir hissiyata kapılmıştın. İşte o andan beri seninleyim. Ve dağlarda, ıssız yaban
bölgelerde ne zaman içine o saflık hissiyatı dolsa ben uyanıyorum içinde. Ve
seninle birlikte yürüyorum.
- Neden peki ilk
kez şimdi konuştun? O zaman neden kendini göstermedin?
- Biraz tanımak
istedim seni. Ve şimdi vaktinin geldiğini düşündüm.
- Peki, bugün ne
kadar süredir benimlesin?
- Şu sessiz urkekliği gördüğünden beri seninleyim. Tekinsizlik hissine de şahit oldum. Ayrıca şu çengel
boynuzlu dağ keçilerini duydun ya!
- Evet.
- O zaman da seninleydim. Seslenecektim ama silah sesleri yabanıllığı bozdu. Şu anda hissettiğin katıksız saflıktır ki sana seslenme zamanının geldiğini gösterdi bana.
- Hımm. Yani deli
değilim öyle mi?
- Hayır değilsin.
İnan bana… Tıpkı Turgut ve Olric gibiyiz. Ama Wilson bir toptan ibaret, o olmaz.
- Bir şey soracağım.
Neden Heidi değil de sen geldin? Heidi benim çocukluk timsalimdi. Senden bile
önceydi, hatta belki senden bile daha etkiliydi benim için.
- Heidi daha çocuk be!
- Ne olmuş yani?
- Ne demek ne olmuş? Şu haline bak, otuzlarında, hayvan gibi
herifsin! Ne konuşacaksın ufacık çocukla? Hem Heidi Alman, Türkçe
bilmiyor!
-
İyi de sen de Türk değilsin ama konuşuyorsun!
- Fazla uzattın. Kurcalama şimdi Heidi’yi falan da yolumuza bakalım.
- Neyse tamam. Endişeliyim hala ama olsun. Ne dersin peki, gerçekten aşıtı kaplayan o dik balkonu aşabilecek miyim?
- Sen devam et, dikkatli bak aşıta doğru tepenin yamacı boyunca yükselen silik yolu görebilirsin. Aşıtla aynı
irtifaya kadar yükseliyor sonra kürtükle birlikte kesiliyor. Oraya kadar git.
Bir yolunu buluruz.
- Tamam. Yolun bu
kısmını pas geçeceğim, ilerideki dönemece kadar yükseleceğim.
- İyi fikir.
- Demek deli
değilim ha!
- Yaaağni! İşte…
- Hiç hoşuma
gitmedi bu durum ya neyse.
- …
- Baksana yolun
yarısını taş duvarla kapamışlar. Hayvan geçmesin diye sanırım.
- Kim bilir?
- Aha işte
geldik. Ne dersin. Çıkayım mı kürtüğe?
- Bir çık, yokla
bakalım. Ayakların saplanıyor mu, çok dik mi? Ne hissettirecek bir bak. Tereddüt
edersen, inersin başka çaresine bakarız.
- Tamam. Sana
güveniyorum, filmde sazlığın içinde kaybolduğunuz o sahnede yaptıkların
gerçekten hayranlık uyandırıcıydı, çok zekiceydi. Sana ve bilgeliğine
güveniyorum. Evet, şimdi çıkıyorum. Çıktım, bir iki adım atayım. Vov vov vov!...
Voooovvv! Dersu, az daha iniyordum dibine!
- Denemiş olduk.
- Bu mu senin
bilgeliğin? Uçuyordum aşağı az kalsın!
- Uçmadın ama.
Neyse bak şu yandan çık. Biraz dik dikkat et. Batonlardan destek al. Evet, o
şekilde. Şimdi aşıtın üstünü görebiliyoruz. Balkon ile ana kürtüğün arasındaki
yarığı bir yokla ayaklarınla. Sert mi?
- Evet sert.
- Tamam,
batonlarla emniyet alarak yarığa gir ve aşağı doğru devam et. Topuklarını kara
vurarak in. Yavaş hareket et. Kayarsan aşağı değil yarık boyunca kayarsın
tehlikeli bir şey y…
- Tamam
biliyorum, anladık! Hallederim gerisini.
- Yavaş yavaş,
evet. Tamam bu noktada kürtüğe çık. Evet, harikasın, artık güvendeyiz.
- Sen hep
güvendesin, tehlikede olan bendim!
- Ben senin
zihnindeyim unutma, şu an sen olmazsan ben de yokum.
- Dur geleceğim
oraya şu bölgeyi bir geçeyim.
- …
- Evet, işte
bitti. Güvendeyiz. Kürtükler yine var ama eğimli değiller artık inişe
geçiyoruz. Şu dağların haline bak ne kadar muhteşemler değil mi?
- Kesinlikle.
- Ne demekti o
“Sen yoksan ben de yokum.” Sen gerçek değil misin?
- Senin kadar
gerçeğim?
- Hep bunu
tekrarlıyorsun, ne demek o? “Senin kadar gerçeğim.” Her yere çekilir bu söz!
Ben gerçek miyim?
- Bu soru kim
olduğuna bağlı.
- Peki, kimim
ben? Neyim?
- İşte bu soru
yanlış.
- Neden?
- Kimlik veya
kendilik sabit bir töz değildir. Bir süreç, türbülanslı bir akıştır. Doğumla başlar ölümle biter. Bu
iki nokta arasında yaptığın, düşündüğün vs her şey senin kimliğini belirler.
Dolayısıyla şuan da kim olduğunu belki bilebilirsin ama bu kimlik 2 saat sonra
değişmiş olabilir. Yıllara vurduğumuzda ise kim olacağını hiç kimse bilemez.
Aslında kim olduğunu da senden başka kimse bilemez -eğer malumatına haiz olunabilecek bir şeyse tabi-. Bu soruyu bana
sormamalısın.
- Töz möz iyice
filozofa bağladın. Sen eğitimsiz biriydin nereden biliyorsun bu lafları.
- Bunlar senin kelimelerin, senin zihninden aşırıyorum onları.
- Tam bir
bilmecesin. Peki, ben şu anda kimim? Neyim?
- Dikkat et,
konuşurken kendini fazla kaptırma düşeceksin.
- Dur bir dakika.
Bu karlı bölgeyi nasıl geçelim? Etrafından mı dolanalım? Yok, ilerisi çok
kayalık. En iyisi üstünden geçeyim.
- Kahverengimsi bölgelere bas, oralar güneş ışığını soğurduklarından çabuk erir, sulanırlar bu da gece ve günün erken saatlerinde buz tutmalarına sebep olur. Beyaz bölgeler ışığı yansıttıklarından daha geç sulanırlar ama buzlanma daha az olduğundan yumuşaktırlar. Kahverengi tozla kaplı bölgelere basmaya çalış. Oralara basarsan ayağın gömülmez içeri.
- Evet... Koşuyoruuuummm!
- Dikkat et!
- Hay Allah
battım! Çok kar girdi ayakkabılara, bu taşlar da rahatsızlık veriyordu zaten.
Çıkarıp temizleyeceğim.
- İyi fikir. Baya
da kokuyormuş ayakların!
- İçine girmeyen
kalmadı, üstüne nem de kokutuyor. Dağ halleri bunlar şikâyet mi ediyorsun!
Gören de bisküvi çocuğu sanır seni.
- Ne o öyle
dişisine kur yapan azgın dağ horozu gibi zıplıyorsun?
- Tek ayaktayım
hayvan oğlu. Ne yapayım basacak düz zemin mi var.
- Tamam tamam sinirlenme!
- Tamamdır,
rahatladım. Şimdi anlat bakalım, ben “şu anda” kimim?
- Aslında her insanın karakterinin kalıtımdan gelen temel parçacıkları var. Senin de kendiliğinin etrafında şekillendiği en temel yapılar bunlar. Elbette daha fazlası var gibi görünüyor ama içedönüklük, yalnızlığa yatkınlık, melankoli, merhamet ve kaygıyı sayabilirim şimdilik… Bunlar senin kendilik tözünün temel parçacıklarından. Hayatın boyunca sabit durmayıp bir oluş sürecinde olan ve asla tamamlanmayacak olan kendiliğin bunlar etrafında şekilleniyor. Bundan başka bir şey söyleyemem. Kim olduğunu tam olarak bilemem. Aslında bunun bilinebileceğini de sanmıyorum, daha önce söylemiştim.
- Ben de
bilmiyorum sanırım da bu “parçacıkları” daha fazla kurcalamayalım şimdi bu kadarı yeter, yazıyorum ben
faaliyetlerimi, umuma açık yayınlıyorum.
- Tamam peki de
kim okur senin kıyıda köşede kalmış kıytırık bloğunu.
- Ben okuyacağım! Kendilik inşamın ileriki safhalarında. Başkaları da okuyabilir elbet ama pek önemli değil. Neyse zaten az
kaldı. Bak yayla göründü. Duman var hatta! Sanırım bir şey yakıyorlar.
Görebiliyor musun, bir iki adam geliyor buraya doğru?
- …
- Dersu?!?
Gitti... Garip! Neyse ben devam edeyim.
Aşağıdan bana doğru
yaklaşan adama selam verdim. Nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Söyledim.
Sırtında tüfek vardı. Belli ki arıyorlar… İnşallah elleri boş kalır! İyi
bayramlar dileyip oradan ayrıldım ve yoluma devam ettim. Ama biraz aşağıda üç
kişi daha çıktı karşıma:
- Selamün Aleyküm, iyi
bayramlar.
- İyi bayramlar
hemşerim. Nereden böyle.
- Kabahor’dan geliyorum.
- Nerelisin?
- Çamlıhemşinliyim ama
İkizdere’de yaşıyorum, 7 yıldır öğretmenim orada.
- Ne öğretmenisin?
- Edebiyat öğretmeniyim.
- Yalnız geziyorsun bu
dağlarda ha!
- Alışığım ben, sorun
olmuyor.
- Sen de kafayi yedun
demek.
- (Tesadüf mü bu soru şimdi?) Sanırım yedim!
Aşağıdakilere sorsan kafayı peynir ekmekle yemişimdir ama bana sorsan…
- Nerden geçtin Kabahor’a?
- Arabamı aşağıda,
Garzavan ayrımına yakın bıraktım.
- He şu beyaz araba…
- Evet, oradan
patikayla, -şu görünen- Petran yoluna girdim, oradan Kabahor’a indim. Kabahor’dan
da şu yukarıdaki aşıta çıkıp –buradan görünmüyor– buraya geldim. Şimdi
başladığım yere dönüyorum.
- Saat kaçte çiktun?
- Sabah 08.20 gibiydi.
- Ulassağa helalossun.
Maşallahun var.
- Eyvallah alışım ben, kondisyon için yürüyorum biraz da. Tırmanışlara hazırlık bir nevi.
- Eyvallah.
- Hadi kendinize
dikkat edin Allah’a emanet.
- Uğurlar ola.
Adamlardan
ayrılıp dere yanından yaylaya doğru hafif eğimle birlikte akmaya başladım aşağıya.
Kuzey tarafından, dağların arkasından sökün etmeye başlayan ufak bulutlar,
karlı dağlar ve gür ırmak harika bir atmosfer oluşturuyordu. Ortamın
ferahlığını içime çeke çeke, çok da acele etmeden yürümeye devam ettim.
Derken yine iki kişi
çıktı karşıma. Bunlar ergen yaşlardaydılar. Selam verdim duymadılar. Bir daha
verdim bu sefer selamımı aldılar. Oralı olmayıp inişe devam ettim. Bayram diye
ıssız olur yayla sanmıştım ama dökülmüş millet. Yaylanın içinden hızlıca geçip
araç yoluna minnet etmeden derenin sağ tarafından taze yeşil çayırlık üzerinde inişe devam ettim. Bir süre
sonra patikaya ulaştım ve onu takip etmeye başladım. Şelale bölgesine
geldiğimde patikadan çıktım. Derin kayalık olukta sıkışıp azan su sanki tamamen
köpükten oluşuyordu. Gerek eğimden, gerekse kayaların sıkıştırmasından aldığı
enerjiyle havaya su zerreleri saça sıçrata akıyordu, yok buna akış denmez
tabiri caizse püskürüyordu!.. Burada yarın dik kenarına oturup akışı izledim
biraz. Yukarıda, su yatağının ortasından yükselen kayalık bir bölgeyle ikiye
ayrılan ırmak, iki ayrı çağlayan oluşturuyor. Bu ikisi, Gaban ve Garzavan’ın
arasındaki Öküz Yatağı adı verilen vadiden gelen Şeytan Deresi ile aşağıda birleşip tek bir
hırçın ırmak oluşturuyordu. Bu şelaleler bu kış donsaydı, büyük dağcı Tunç
Fındık’ı buz tırmanışı için davet edecektim. Aslında onu “Akırgel Şelalesi
donarsa sizi misafir edebilirim.” diyerek davet etmiştim ama uygun koşullarda
bu şelaleyi de bonus olarak tırmanacaktı. Ben de dünyanın en iyi dağcılarından
biriyle tanışma fırsatı bulacaktım ama kısmet olup da donmadı şelaleler… Neyse.
Derken şelalelerin en
aşağısına ulaştım. Tekrar patikaya girip aracımı bıraktığım yere bayağı
yaklaştım. Patikanın kenarından akan suda elimi yüzümü yıkayıp, başıma, enseme,
boynuma su vurdum. Tuzdan tozdan arınıp ferahladıktan sonra aracıma gittim.
Yürüyüş burada bitti
ama benim gizli mabedim yakınlarda olduğundan, orada biraz vakit geçirmek
istedim. Araçtan inip mabedime gittim. Irmağın ortasında, azgın suya inat
dikilen kayaya oturdum. Su öyle gür ve kuvvetli akıyordu ki altımdaki kaya
resmen sarsılıyordu. Olur da suya dayanamaz ve akıntıya kapılırsa parçamı bile
bulamazlar hiç olup giderim. Normalde çok çok az akan bu su, şu anda aşırı bir
debiye sahipti. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardım. Paçalarımı sıvayıp
hemen önümde, kayanın yüzeyinden birkaç santim aşağıda kabına sığamayıp köpüren
suya ayaklarımı soktum. Bir dakika bile tutamadım, o kadar soğuktu! Burada
biraz daha dinlendikten sonra ayağa kalkıp önümde serili eşsiz manzarayı
izlemeye koyuldum. Burayı ilk gördüğüm anı hatırlıyorum da… Nutkum tutulmuştu!
Rize’de bu kadar farklı, özgün bir mekan bilmiyorum. Bu sene İkizdere’den büyük
ihtimalle ayrılacağım aklıma geldi. “Tanrım, burayı nasıl bırakacağım!” diye
düşündüm bir an! “Bu kadar içselleştirdiğim, özüme kattığım, sevdiğim, mutlu
olduğum bu coğrafyayı bırakıp da başka nerede yaşayabileceğim?” Neyse, bu
hüznün zamanı değil şimdi diye düşüncelerimi kesip araca yöneldim ve eve doğru
yola koyuldum. Bir güzel yürüyüş daha böylece nihayete ermiş oldu… Aramızda
kalsın, deli değilim… Yaaağni, o kadar da değilim!
13.05.2021
- İkizdere
Yorumlar
Yorum Gönder