Gaban'dan Kabahor'a Bir Deli Yürüyüş...

"Sadece gökyüzü ve dağlar sükûnet vaat ediyordu..."


Son zamanlarda tam kapanmayı ve bayram tatilini fırsat bilip art arda sağlam aksiyonlar gerçekleştirdim. Bunların arasında nefeslik kısa yürüyüşler de yapmıştım. En son salı günü Tiron Vadisi’ndeki orman yollarında 15 km’lik nefeslik bir yürüyüş yapmış çarşamba gününü dinlenmeye ayırmıştım. Havaların son derece güzel seyretmesi de dahil bütün koşullar uzun yürüyüşler için elverişli olduğundan arayı fazla uzatmadan sağlam bir yürüyüş daha yapmaya karar verdim. Bunun için çarşamba akşamı yine haritanın başına oturup güzergâh çalışmaya başladım. Aklımın bir köşesine yazıp bıraktığım pek çok rota vardı. Moryayla Yedigöller’e Kalçarak üzerinden gidişli, Sarpinovit’ten dönüşlü güzergâhı gerçekleştirmemiştim. Ama onun zamanı değildi henüz, o rotada çok dik geçitler mevcuttu ve bunların hepsi kuzeye baktığı için bu mevsimde tamamen sert karla kaplı olacaklardı. Bu aslında problem değildi; problem, bu yüksek eğimli karlı bölgeleri tırmanırken kullanacağım kazma ve kramponlarımın Çamlıhemşin’deki evde olmasıydı. Malum Covid yasaklarından dolayı onları getirme fırsatım da olmadığından Yedigöller şimdilik bir kenarda bekleyecekti. Başka neresi olabilir peki, mesela Gaban üzerinden Kabahor’a geçebilirim. Gaban’ın yukarı vadisini ve Kabahor taraflarını hiç yürümemiştim, güzel bir aksiyon olabilirdi. Haritada söz konusu bölgeye gelip izohipsler yardımıyla eğimli bölgeleri kontrol ettim. Gaban Yaylası’ndan Petran yoluna girip daha sonra Kabahor sapağına saparak alçalıp Göl Yayla Vadisi’ne girebilir oradan tekrar yükselerek aşıtı aşar ve Gaban Vadisi üzerinden başladığım noktaya dönebilirdim. Mesafe ne çok uzun ne çok kısa olur, irtifa ise mesafeye oranla gayet iyi olacaktır. Evet, rota kabaca belli oldu. Hem sağlam diyebileceğim bir aksiyon olacak hem de daha önce gitmediğim bir bölge olacak. Ama tatilin bitmesine daha var, şöyle yine Kabahor taraflarından geçen alternatif bir rota daha oluşturabilir miyim? Hımm, Çamlık tarafındaki Suda ve Mehule yaylalarının arkasındaki sırtı aşınca Kabahor Vadisi’ne inilebiliyordu. Geçen sonbaharda bu bölgeye yaptığım orman yürüyüşünde yüksek sırtlardaki patikaları incelemiş muhtemel bir rota olabilir diye düşünüp bu bölgeyi zihnime kazımıştım. İspir Yolu’nun kenarından yürüyerek girdiğim orman yolundaki atmosferin beni çok etkilediğini hatırlıyorum. Sonuna kadar yürümemiştim ama daha geniş bir vakitte yürümek üzere geri dönmüş ertesi gün yine aynı yoldan ama bu sefer ormana sapmayıp yükselerek Suda ve Mehule yaylalarına çıkmıştım. Şu sonuna kadar yürümediğim ıssız orman yolu devam ediyor mu diye daha sonra haritadan bakmıştım. Uydu görüntüsünde orman yolu tam seçilmiyordu diye hatırlıyordum. Şimdi yine daha dikkatli kontrol edince orman yolunun Kabahor Vadisi’ndeki yollara bağlandığını gördüm. Yine silikti tabi, bazı bölgeler ağaçlardan gözükmüyordu ama takip etmeye devam ettiğimde Kabahor Köyü’ne bağlanıp oradan da Göl Yayla’ya çıktığını, Göl Yayla’dan yine çatallanıp sırtlara doğru hem güney hem kuzey yönünde iki ayrı yol şeklinde yükseldiğini fark ettim. Kuzeye doğru yükselenin Ovit tarafına kadar yolu vardı, o başka bir zamana kalacak ama güneye doğru yükselen yolun sırtın üzerinden geçerek Suda ve Mehule’ye bağlandığı görülüyordu, ayrıca pek çok silik patika da seçilebiliyordu. Rotayı elle çizip mesafe ve irtifaya bakayım dedim ve sonuçta 42 km mesafe ile 2200 küsur metre irtifa karşıma çıktı. Mesafe çok önemli değil, ben irtifayı sayarım. Ve bir günde 2000 metrenin üstünde tırmandığım olmamıştı hiç. Bir günde 2800 küsur metre indiğim olmuştu Ağrı Dağı aksiyonunda. Ama bu kadar irtifalı bir çıkış yapmamıştım. Sınırlarımı kontrol etmenin vaktidir deyip kabaca çizdiğim rotayı Wikiloc’a özel kayıtla yükledim. Bu rotayı cumartesi için saklamak uygun olacaktı. Şimdi odaklanmamız gereken rota Kabahor-Gaban güzergâhı.

    Sabah 07.00 gibi yataktan çıkıp hazırlandım. İki haşlanmış yumurta, biraz zeytin ve bir dilim tulum peynirini iki dilim tam buğday ekmeğiyle paketledim. Önceden yaptığım tatlıdan da son bir dilim kalmıştı, dağda güzel olurdu, onu da ayrıca paketleyip çantaya yerleştirdim ve 07.30’da vurdum yola. 08.10 gibi rotaya başlayacağım yerdeydim. Gaban Yaylası’na gidecek oradan da Petran’a bağlanan ıssız dağ yolunu tırmanacağım. Ama araba yoluyla değil de dere ve sonrasında şelale ile yükselen silik patika üzerinden yaylaya ulaşmak istiyordum. Bayram olduğundan yaylada kimse olmamasını umuyordum. Yine de yaylanın içine girmeden biraz dik de olsa yükselerek yolla buluşup harika manzara eşliğinde tırmanırım dedim, öyle de yaptım. Yolun kenarından çimenli araziye çıktım ve Gaban Vadisi’nden gelen dereye paralel şekilde ilerleyen silik patikaya doğru yürüdüm. Çıkarken patikayı takip etmek zor olabiliyor. Araç yolu mevcut olduğundan insanlar artık patikayı kullanmıyorlar dolayısıyla bu kadim yollar da siliniyor zamanla. Patika silik de olsa güzergâh belliydi. Yaylaya doğru vurdum tabanlara ve tırmanmaya başladım. Patikayı bir bulup bir yitirerek yaylanın altındaki düzlüğe ulaştım. Yaylaya girmeden kuzey tarafımda “Z” dönemeçlerle yükselen yolun bir köşesini gözüme kestirip oraya doğru yönümü değiştirdim. Yola ulaşıp kenardan akan sudan biraz içtim. Yaylada iki araba görülüyordu ama etrafta ses yoktu. Batıya doğru orta eğimle yükselen yolda stabil tempoyla tırmanmaya devam ettim. Sol tarafımda karlı bölgelerle alacalanmış üç sıra vadi ve aralarında kuzeye doğru yükselen tepeler olağanüstü bir seyirlik sunuyordu. En doğuda Gaban Vadisi, ortada içinde yayla yerleşkesi olmayan yerlilerin Öküz Yatağı dediği bir vadi ve en batıda da Garzavan Vadisi görülüyordu. Güneybatı tarafında, tam kapanmanın başladığı ilk günlerde gerçekleştirdiğim güzergahın geçtiği zirveleri görebiliyordum: Dersu Uzala, Keklik Sivrisi, İba Zirve ardından cebelleştiğim kar kürtükleri ve kayalık sırtlar… Sonra kuzeybatı tarafında Arçevit’in zigzaglı yolları… Onun da kuzeyindeki vadide Kama Yaylası’ndan inen yollar mevcuttu. Bu geniş panorama eşliğinde yolu bir hayli tükettim. İlk dönemeci döndüğümde sert rüzgâr da başladı. Şapkam uçmasın diye kopçasını sıktım. Rüzgâra rağmen hava soğuk değildi. Zaten hareket halinde olduktan sonra terli olsam da sıkıntı yaşamıyordum. Karşıma çıkan dar dönemeçleri de alıp yükselmeye devam ettim ve sonunda yol düzleşti. Çifteköprü Köyü’nün yanındaki vadinin başladığı oluğa doğru içeri giriyordu yol. Karşıda Çifteköprü’den çıkıp vadi boyunca sert bir şekilde yükselerek Kabahor-Petran yol ayrımına bağlanan silik bir patika görülüyordu. Aslında rotaya oradan başlamayı düşünmüştüm ama dağ manzaralarını göremeyeceğimden dolayı hemen vazgeçmiştim. İleride Kabahor’a inen yol görünüyordu. Vadinin diğer yakasına geçmeden hemen yolun 1-2 metre üstünde eski bir puğar gördüm. Bu yolu hep karla kaplıyken yürüdüğüm için bu puğar daha önce gözümden kaçmış olmalıydı. Yanına çıktığımda ahşaptan oyulmuş güzelim suyolunu gördüm. Su beton bir yalağa dökülüyordu, belli ki hayvanlar için yapılmış. Çeşmenin yanından yola paralel olarak uzanan bir patika vardı. Demek eski göç yolunun üzerindeyim, araç yolu patikanın buraya kadarki kısmını yutmuş ama burada bir parçası hala duruyordu. Münzevi puğardan biraz su içip patikaya bağlandım. Patika yoldan daha hızlı yükseliyordu ama umrumda değildi. Kadim bir güzergâh bulmuşum bırakır mıyım hiç, gittiği yere kadar tırmanacağım. Patikayla baya yükseldikten sonra bir noktada iz kayboldu. Karşımda yolu da kaplayan bir kar kürtüğü vardı. Artık güneşin pek ulaşamadığı kuzey yüzdeyim. Hızlı bir şekilde inip yola bağlandım ve kürtüğü geçtikten sonra istikrarlı bir şekilde ilerledim. Petran-Kabahor yol ayrımına gelmeden düz çimenliğe girdim ve kavşağı bypass edip doğrudan Kabahor yoluna bağlandım.

    Kahvaltı için bu bölgeyi planlamıştım. Çantayı indirip nevaleyi çıkardım, kahveyi demledimi, yemlenmeye koyuldum. Yolun bu kısmı yavaş yavaş inişe geçiyordu. Bir hayli aşağıda vadinin başladığı noktadaki ufak düzlükte eski yayla konaklarının yıkık duvarları seçilebiliyordu. Sadece bir tane çoban barınağı vardı, mavi branda ile sarmalanmış bir halde tek başına eski yayla yerleşkesinde (bu yayla yerleşkesinin isminin Çencehol olduğunu bu yürüyüşten iki gün sonra öğrenecektim.) duruyordu. Yol o noktada tekrar hafifçe yükseliyordu. Tam karşıda, aşağıda ise Kabahor Köyü ile Göl Yayla arasındaki eski mezralar seçiliyordu. Çıplak yamaca tek düz dizilmiş halde, metruk mu bilmem ama hayli mahzun duruyorlardı. Bu mezraların üstünden çapraz  şekilde yükselen bir yol vardı. Bu yol cumartesi için planladığım güzergâhın bir parçasıydı aynı zamanda. Yayladan geçerken o yolu da kontrol edecek, zihnen yürüyüşe kendimi hazırlayacaktım.

    Kahvaltımı bitirip inişe koyuldum. Aşağı yukarı 100 metre inmiştim ki karşıma yolun üzerinden aşağı doğru devam eden dik mi dik, baba bir kürtük çıktı. Mevsimden ve rotanın bu kısmının güneşe göre konumundan dolayı bu kürtüklerle karşılaşacağımı biliyordum ama bu o kadar dikti ki, üzerinden geçip yola devam etmem zor görünüyordu. Aşağı tarafta nerede bittiği görülmüyor, muhtemelen en aşağıda seçilen kayalık yarığın içinden vadi boyunca iniyordu. Tam üstüne çıkıp deneme yapacaktım ki yolun üst kenarındaki komarların arasından bir hışırtı işittim. Arkamı dönüp baktığımda bir urkeklik havalandı. Ama mutada inkıyad ile kendini boşluğa bırakmayıp 3 metre ileriye kondu ve beni izlemeye başladı! “Hayırdır inşallah, neler görüyor bu gözler böyle! Kaçmıyor ya bu! Bir sorun var sanırım, acaba hasta mı, sakat falan mı? Makineyi çıkarsam kaçar mı?” Hiç ihtimal vermememe rağmen kuşun sakinliğinden cesaret alıp çantayı indiriyordum ki havalanıp kendini boşluğa bıraktı. O alışkın olduğum çığlık bir yana hiç ses çıkarmadan, güdük kanatlarını iki yana açıp aşağı doğru süzüldü. 5-6 sn kuşu izledim ve yine makineyi boynuma asmadığıma lanet edip döndüm önümde huysuzlanan kibirli kürtüğe!

    Kürtüğün üzerine çıkıp bir iki adım attım, topuklarımı saplamayı denedim. Yok, mümkünatı yok, çok tehlikeli! E ne yapacağız? Yukarı doğru, kürtüğün başladığı yere baktım. Rotadan sapıp 50-60 metre dik bir şekilde tırmanacak, kürtüğün bittiği noktadan itibaren devam edeceğim. Öyle de yaptım. Yer yer komarlık arazide tırmanıp kürtüğün başladığı noktadan itibaren ilerlemeye devam ettim. Yola hemen inmeyerek, ileride yine karşıma çıkabilecek olan kürtükleri kontrol etmek için düz bir şekilde ilerlemeye başladım. Hazır telefon da çekmeye başlamışken Yalova’daki ailemi arayıp bayramlarını kutladım. Babam nerede olduğumu sordu. Dağdayım dedim. Dağlar mekânın oldu, insandan uzak, yalnız… İyi böyle dedim. Sonra hal hatır kısaca konuşup telefonu kapattım ve yoluma devam ettim. Yolun kalan kısmı görüş alanıma girdiğinde yolu kesen diğer kürtükleri gördüm. Ama hiçbiri geçilemeyecek kadar dik görünmüyordu. Ben de hızlı bir şekilde yola inip ıssız yayla yerleşkesinin arkasından tekrar başlayan rampaya vurdum. Bu bölgenin mutlaka bir ismi var ama maalesef bilmiyorum (artık biliyorum: Çencehol!). Hayat belirtisi olan tek şey çoban barınağı ama o da henüz şenlenmemiş. Yarısı karla kaplı yola baktığımda iri bir köpek izi gördüm. Aslında kurt izine benziyordu. Köpeklerin parmakları birbirine yakınken kurtlarınki daha açıktır. Bu muhtemelen kurt iziydi. Köpek izi olmadığı etrafında koyun/keçi izi olmamasından da anlaşılabilirdi. Çoban köpeklerinin izleri birlikte yürüdükleri küçükbaş izleriyle bir arada olur genelde. Evet, yaban bir bölgedeyim şimdi. İnsanla karşılaşmam kısa bir süre için mümkün değil. Solumdan aşağı inen ve sert kayalık yar şeklinde ana vadiye doğru devam eden tali vadiye ve karşımdaki sarp kayalıklı dağlara bakınca bir tekinsizlik hissi gelip geçti içimden. Alışık olmayan birinin burada tek başına asla yürüyemeyeceğini düşündüm. Bu tekinsizlik hissi aklıma Yunan Mitolojisi’ndeki Pan’ı getirdi. Issız yerlerin, karanlık ormanların, yabani kırların tanrısı Pan. Bu bölgelerde insanı ele geçirebilen o ani korku, “Pan’dan gelen” veya “Pan’a özgü” anlamındaki “Panik”ti. Alışık olmayan yüreklere ağır gelecek bir bölgedeydim şu an. Çoğunlukla tek başıma yürümeme rağmen dağlarda korktuğumu hiç hatırlamıyorum. Ama bu tekinsizlik hissine de yabancı değilim. Nadir de olsa hissettiğim olur. Coğrafyanın da yapısı etkilidir bu histe. Neyse Pan’ı burada bırakıp bir sonraki sırttan tekrar inişe başladım. Karşımda yine ufak bir vadi ve hafif bir inişten sonra hafif bir çıkış şeklinde devam eden kısa bir güzergâh daha belirdi. Bu güzergâhı da bitirip önümde açılan ana vadi boyunca inişe başladım.

    Göl Yayla hayli kalabalıktı! Camisi, evleri, yolları, yollarda gezinen arabaları hatta atılan silahlar!.. Bir önceki yaban bölgeden hemen sonra karşıma şenlik bir bölge çıkmıştı. Ama yürüyeceğim güzergâh yaylanın içinden geçmiyor, vadi boyunca alçalıp yaylaya paralel şekilde ilerliyor ve tekrar yükseliyordu. Göl Yaylanın hemen kuzeyinden yükselen bir vadi daha vardı. Benim tırmanacağım güzergâhın üzerinde olduğu vadi ise Göl Yayla’nın üstündeki bu vadiden bir sıra kayalık tepeyle ayrılmış başka bir vadiydi.

    İnişi bitirip vadi boyunca tekrar yükselmeye başladım. Yol üzerindeki kar kürtüklerinden bazen kaçtım bazen de üzerlerinden geçtim. Kısa bir süre sonra bir düzlüğe geldim. Karşı tepelerin yamacında yerleşik eski bir yayla konağı gözüküyordu. Civarda insan izi namına başka hiçbir şey yoktu. Tam kuzeyde karla kaplı sivri doruklar duvar halinde sıralanıyordu. Önümde uzanan silik yolu takip etmeye başladım. Sol tarafımda menderes yapan küçük suyu izleyerek yürüyüşümü sürdürdüm. Belli ki üzerinde yürüdüğüm yolu bir buldozer açmış ama bu yolda offroad donanımlı değilse bir aracın gidebilmesi mümkün gözükmüyor. Ayrıca yol Gaban Vadisi’ne bağlanacağım aşıta kadar da devam ediyor! Belli ki daha sonra asıl yolu açmak üzere iz vurmuşlar sadece. Ben de yer yer o izi takip edip yer yer kafama göre yön belirleyerek devam ettim. Karlı bölgelerde ayaklarım da ıslanmaya başladı. Bu ıslaklığın yanında yolunu bulup bir şekilde ayakkabıya girmeyi başaran ufak sinsi taşlar da ayağımı rahatsız ediyordu. Derken kulağıma bir ses çalındı ama neden sonra bu sesin çengel boynuzlu dağ keçilerinin uyarı sesi olabileceğini fark ettim. Etraftaki kayalıkları kontrol etmeye başladım ama hiçbirini göremedim. Bugün yaban hayatı konusunda pek şanslı değildim anlaşılan. Keçilere yorduğum bu sesten sonra yayla tarafından patlayıp vadinin kayalık duvarlarına çarpa çarpa yükselerek bana kadar gelen silah sesleri çattı kulağıma. Hah! Bir bu eksikti… “Nasıl güzel tatmin oluyor musunuz, erkeksiniz ha! Bir halt ettiğiniz hissi sizi mutlu ediyor mu görgüsüz magandalar?” Boğuk silah sesleri arkamda, güzergâh boyunca tırmanmaya devam ettim.

Şimdi alt tarafta yine menderes oluşturan bir suyun aktığı harika bir düzlük var. Her yer karlı bölgeler ile onların arasında sarıdan yeşile çalan otlaklarla kaplı. Şimdi usul akan suyun dışında hiç ses yok. Issızlık, yabanıllık, yalnızlık ve yine o ulvi arınmışlık hissi. Tırmanacak çok bir mesafe kalmadı, bu hoş hissiyata hazır kavuşmuşken biraz oturup yanımda getirdiğim tatlıyı boğmaya karar verdim. Aslında en yüksek noktaya, aşıta saklıyordum ama şu an canım fena halde tatlıyı kendine çekmeye başladı. Çantamı indirip nispeten hızlı esen rüzgâra karşı terli belimi korumak için polarımı sırtıma geçirdim. Kahveyi demleyip onun eşliğinde tatlıyı aheste aheste indirdim dibine! Kar birikintilerinden yansıyan güneş gözümü almaya başladı, güneş gözlüklerini taktım. Sağ yani batı tarafımda aşıt görünüyordu. Ama tamamen karla kaplıydı. Hatta kar balkon oluşturacak şekilde birikmişti. Balkonun bir kısmı kopup yamacın yarısına kadar da inmişti. “Buradan nasıl çıkacağım şimdi ben?” diye düşünürken toparlanıp yola koyuldum. “Eyvah, işimiz var burayla! Çığ mevsimi geçtiği halde orada, yukarıdaki balkonun kopup inme tehlikesi var. Acaba karşıdaki daha yüksek zirvelerin nispeten karsız yamaçlarından mı yükselsem?”

- Hayır, gerek yok. Bak, dikkat ettiysen yol aşıtın yanından devam ediyor. Tam aşıt hizasına geldiğinde bir şekilde geçersin kürtüğün üzerinden.

- O ne!?! Kim konuştu? Kimsin sen?

- Tanımadın mı?

- Dersu! Dersu sen misin?

- Benim ya!

- Yok artık! İyi de ses geliyor, sen yoksun neredesin böyle?

- Zihnindeyim.

- Ne oluyor lan! Deliriyor muyum nedir? Ne demek zihnindeyim?

- Senin içindeyim. Oradan geliyor sesim. Dışarıda bir yerde değilim.

- O ne demek yav? Paranoid şizofren miyim ben? Ne içi? Ne sesi? Ne oluyor?

- Gayet iyisin, sorun yok. Sadece seninle birlikteyim. O kadar, korkulacak bir şey değil.

- Nasıl yani? Turgut Özben’in Olric’i gibi mi? “Cast Away”deki Wilson gibi mi? Aman tanrım, GOLLOM GİBİ Mİ??!!

- Olric tamam da ben top değilim? Ayrıca Gollom tam bir kaçık, o da değil!

- Top demedim ki?

- Wilson bir voleybol topuydu, bir kuruntuydu!

- Sen nesin? Kuruntu değil misin? Gerçek misin?

- Senin kadar gerçeğim! Ve aslında hep seninleydim.

- Nasıl yani benimleydin. Ben hiç hatırlamıyorum seni. Sadece filmde görmüştüm. O çakalla, özge bir halle karşılıklı seslenmeniz, iletişim kurmanız, senin doğayla bütünlüğün beni etkilemişti sadece. Filmdeki Dersu karakterine hayran olmuştum. Hatta ismini bir zirveye verdim.

- Hah! Zirveymiş! Amma zirve ha! Başka bulamadın mı?

- Kimsenin dağ yerine koymadığı isimsiz bir doruğa verdim ismini işte. Hem onu bırak şimdi mesele o değil, sen nasıl benimleydin bunca zamandır? “Bunca zaman”dan kastın ne?

- Hatırlarsan, Vaşa Yaylası’ndan Puşula’ya iniyordun. Bir kartal bağırmıştı aşağıdan, vadiden. Yankılana yankılana ses sana kadar gelmişti. Sen de kartal sesini taklit edip bağırmıştın. Tıpkı benimle çakalın hal diliyle iletişimi gibiydi. Saf yabanıl bir hissiyata kapılmıştın. İşte o andan beri seninleyim. Ve dağlarda, ıssız yaban bölgelerde ne zaman içine o saflık hissiyatı dolsa ben uyanıyorum içinde. Ve seninle birlikte yürüyorum.

- Neden peki ilk kez şimdi konuştun? O zaman neden kendini göstermedin?

- Biraz tanımak istedim seni. Ve şimdi vaktinin geldiğini düşündüm.

- Peki, bugün ne kadar süredir benimlesin?

- Şu sessiz urkekliği gördüğünden beri seninleyim. Tekinsizlik hissine de şahit oldum. Ayrıca şu çengel boynuzlu dağ keçilerini duydun ya!

- Evet.

- O zaman da seninleydim. Seslenecektim ama silah sesleri yabanıllığı bozdu. Şu anda hissettiğin katıksız saflıktır ki sana seslenme zamanının geldiğini gösterdi bana. 

- Hımm. Yani deli değilim öyle mi?

- Hayır değilsin. İnan bana… Tıpkı Turgut ve Olric gibiyiz. Ama Wilson bir toptan ibaret, o olmaz.

- Bir şey soracağım. Neden Heidi değil de sen geldin? Heidi benim çocukluk timsalimdi. Senden bile önceydi, hatta belki senden bile daha etkiliydi benim için.

          - Heidi daha çocuk be!

           - Ne olmuş yani?

 - Ne demek ne olmuş? Şu haline bak, otuzlarında, hayvan gibi herifsin!  Ne konuşacaksın ufacık çocukla? Hem Heidi Alman, Türkçe bilmiyor!

           - İyi de sen de Türk değilsin ama konuşuyorsun!

      - Fazla uzattın. Kurcalama şimdi Heidi’yi falan da yolumuza bakalım.  

      - Neyse tamam. Endişeliyim hala ama olsun. Ne dersin peki, gerçekten aşıtı               kaplayan o dik balkonu aşabilecek miyim?

- Sen devam et, dikkatli bak aşıta doğru tepenin yamacı boyunca yükselen silik yolu görebilirsin. Aşıtla aynı irtifaya kadar yükseliyor sonra kürtükle birlikte kesiliyor. Oraya kadar git. Bir yolunu buluruz.

- Tamam. Yolun bu kısmını pas geçeceğim, ilerideki dönemece kadar yükseleceğim.

- İyi fikir.

- Demek deli değilim ha!

- Yaaağni! İşte…

- Hiç hoşuma gitmedi bu durum ya neyse.

- …

- Baksana yolun yarısını taş duvarla kapamışlar. Hayvan geçmesin diye sanırım.

- Kim bilir?

- Aha işte geldik. Ne dersin. Çıkayım mı kürtüğe?

- Bir çık, yokla bakalım. Ayakların saplanıyor mu, çok dik mi? Ne hissettirecek bir bak. Tereddüt edersen, inersin başka çaresine bakarız.

- Tamam. Sana güveniyorum, filmde sazlığın içinde kaybolduğunuz o sahnede yaptıkların gerçekten hayranlık uyandırıcıydı, çok zekiceydi. Sana ve bilgeliğine güveniyorum. Evet, şimdi çıkıyorum. Çıktım, bir iki adım atayım. Vov vov vov!... Voooovvv! Dersu, az daha iniyordum dibine!

- Denemiş olduk.

- Bu mu senin bilgeliğin? Uçuyordum aşağı az kalsın!

- Uçmadın ama. Neyse bak şu yandan çık. Biraz dik dikkat et. Batonlardan destek al. Evet, o şekilde. Şimdi aşıtın üstünü görebiliyoruz. Balkon ile ana kürtüğün arasındaki yarığı bir yokla ayaklarınla. Sert mi?

- Evet sert.

- Tamam, batonlarla emniyet alarak yarığa gir ve aşağı doğru devam et. Topuklarını kara vurarak in. Yavaş hareket et. Kayarsan aşağı değil yarık boyunca kayarsın tehlikeli bir şey y…

- Tamam biliyorum, anladık! Hallederim gerisini.

- Yavaş yavaş, evet. Tamam bu noktada kürtüğe çık. Evet, harikasın, artık güvendeyiz.

- Sen hep güvendesin, tehlikede olan bendim!

- Ben senin zihnindeyim unutma, şu an sen olmazsan ben de yokum.

- Dur geleceğim oraya şu bölgeyi bir geçeyim.

- …

- Evet, işte bitti. Güvendeyiz. Kürtükler yine var ama eğimli değiller artık inişe geçiyoruz. Şu dağların haline bak ne kadar muhteşemler değil mi?

- Kesinlikle.

- Ne demekti o “Sen yoksan ben de yokum.” Sen gerçek değil misin?

- Senin kadar gerçeğim?

- Hep bunu tekrarlıyorsun, ne demek o? “Senin kadar gerçeğim.” Her yere çekilir bu söz! Ben gerçek miyim?

- Bu soru kim olduğuna bağlı.

- Peki, kimim ben? Neyim?

- İşte bu soru yanlış.

- Neden?

- Kimlik veya kendilik sabit bir töz değildir. Bir süreç, türbülanslı bir akıştır. Doğumla başlar ölümle biter. Bu iki nokta arasında yaptığın, düşündüğün vs her şey senin kimliğini belirler. Dolayısıyla şuan da kim olduğunu belki bilebilirsin ama bu kimlik 2 saat sonra değişmiş olabilir. Yıllara vurduğumuzda ise kim olacağını hiç kimse bilemez. Aslında kim olduğunu da senden başka kimse bilemez -eğer malumatına haiz olunabilecek bir şeyse tabi-. Bu soruyu bana sormamalısın.

- Töz möz iyice filozofa bağladın. Sen eğitimsiz biriydin nereden biliyorsun bu lafları.

- Bunlar senin kelimelerin, senin zihninden aşırıyorum onları. 

- Tam bir bilmecesin. Peki, ben şu anda kimim? Neyim?

- Dikkat et, konuşurken kendini fazla kaptırma düşeceksin.

- Dur bir dakika. Bu karlı bölgeyi nasıl geçelim? Etrafından mı dolanalım? Yok, ilerisi çok kayalık. En iyisi üstünden geçeyim.

- Kahverengimsi bölgelere bas, oralar güneş ışığını soğurduklarından çabuk erir, sulanırlar bu da gece ve günün erken saatlerinde buz tutmalarına sebep olur. Beyaz bölgeler ışığı yansıttıklarından daha geç sulanırlar ama buzlanma daha  az olduğundan yumuşaktırlar. Kahverengi tozla kaplı bölgelere basmaya çalış. Oralara basarsan ayağın gömülmez içeri. 

- Evet... Koşuyoruuuummm!

- Dikkat et!

- Hay Allah battım! Çok kar girdi ayakkabılara, bu taşlar da rahatsızlık veriyordu zaten. Çıkarıp temizleyeceğim.

- İyi fikir. Baya da kokuyormuş ayakların!

- İçine girmeyen kalmadı, üstüne nem de kokutuyor. Dağ halleri bunlar şikâyet mi ediyorsun! Gören de bisküvi çocuğu sanır seni.

- Ne o öyle dişisine kur yapan azgın dağ horozu gibi zıplıyorsun?

- Tek ayaktayım hayvan oğlu. Ne yapayım basacak düz zemin mi var.

- Tamam tamam sinirlenme!

- Tamamdır, rahatladım. Şimdi anlat bakalım, ben “şu anda” kimim?

- Aslında her insanın karakterinin kalıtımdan gelen temel parçacıkları var. Senin de kendiliğinin etrafında şekillendiği en temel yapılar bunlar. Elbette daha fazlası var gibi görünüyor ama içedönüklük, yalnızlığa yatkınlık, melankoli, merhamet ve kaygıyı sayabilirim şimdilik… Bunlar senin kendilik tözünün temel parçacıklarından. Hayatın boyunca sabit durmayıp bir oluş sürecinde olan ve asla tamamlanmayacak olan kendiliğin bunlar etrafında şekilleniyor. Bundan başka bir şey söyleyemem. Kim olduğunu tam olarak bilemem. Aslında bunun bilinebileceğini de sanmıyorum, daha önce söylemiştim.

- Ben de bilmiyorum sanırım da bu “parçacıkları” daha fazla kurcalamayalım şimdi bu kadarı yeter, yazıyorum ben faaliyetlerimi, umuma açık yayınlıyorum.

- Tamam peki de kim okur senin kıyıda köşede kalmış kıytırık bloğunu.

- Ben okuyacağım! Kendilik inşamın ileriki safhalarında. Başkaları da okuyabilir elbet ama pek önemli değil. Neyse zaten az kaldı. Bak yayla göründü. Duman var hatta! Sanırım bir şey yakıyorlar. Görebiliyor musun, bir iki adam geliyor buraya doğru?

- …

- Dersu?!?

Gitti... Garip! Neyse ben devam edeyim.

Aşağıdan bana doğru yaklaşan adama selam verdim. Nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Söyledim. Sırtında tüfek vardı. Belli ki arıyorlar… İnşallah elleri boş kalır! İyi bayramlar dileyip oradan ayrıldım ve yoluma devam ettim. Ama biraz aşağıda üç kişi daha çıktı karşıma:

- Selamün Aleyküm, iyi bayramlar.

- İyi bayramlar hemşerim. Nereden böyle.

- Kabahor’dan geliyorum.

- Nerelisin?

- Çamlıhemşinliyim ama İkizdere’de yaşıyorum, 7 yıldır öğretmenim orada.

- Ne öğretmenisin?

- Edebiyat öğretmeniyim.

- Yalnız geziyorsun bu dağlarda ha!

- Alışığım ben, sorun olmuyor.

- Sen de kafayi yedun demek.

- (Tesadüf mü bu soru şimdi?) Sanırım yedim! Aşağıdakilere sorsan kafayı peynir ekmekle yemişimdir ama bana sorsan…

- Nerden geçtin Kabahor’a?

- Arabamı aşağıda, Garzavan ayrımına yakın bıraktım.

- He şu beyaz araba…

- Evet, oradan patikayla, -şu görünen- Petran yoluna girdim, oradan Kabahor’a indim. Kabahor’dan da şu yukarıdaki aşıta çıkıp –buradan görünmüyor– buraya geldim. Şimdi başladığım yere dönüyorum.

- Saat kaçte çiktun?

- Sabah 08.20 gibiydi.

- Ulassağa helalossun. Maşallahun var.

- Eyvallah alışım ben, kondisyon için yürüyorum biraz da. Tırmanışlara hazırlık bir nevi.

- Eyvallah.

- Hadi kendinize dikkat edin Allah’a emanet.

- Uğurlar ola.

               Adamlardan ayrılıp dere yanından yaylaya doğru hafif eğimle birlikte akmaya başladım aşağıya. Kuzey tarafından, dağların arkasından sökün etmeye başlayan ufak bulutlar, karlı dağlar ve gür ırmak harika bir atmosfer oluşturuyordu. Ortamın ferahlığını içime çeke çeke, çok da acele etmeden yürümeye devam ettim.

Derken yine iki kişi çıktı karşıma. Bunlar ergen yaşlardaydılar. Selam verdim duymadılar. Bir daha verdim bu sefer selamımı aldılar. Oralı olmayıp inişe devam ettim. Bayram diye ıssız olur yayla sanmıştım ama dökülmüş millet. Yaylanın içinden hızlıca geçip araç yoluna minnet etmeden derenin sağ tarafından taze yeşil çayırlık üzerinde inişe devam ettim. Bir süre sonra patikaya ulaştım ve onu takip etmeye başladım. Şelale bölgesine geldiğimde patikadan çıktım. Derin kayalık olukta sıkışıp azan su sanki tamamen köpükten oluşuyordu. Gerek eğimden, gerekse kayaların sıkıştırmasından aldığı enerjiyle havaya su zerreleri saça sıçrata akıyordu, yok buna akış denmez tabiri caizse püskürüyordu!.. Burada yarın dik kenarına oturup akışı izledim biraz. Yukarıda, su yatağının ortasından yükselen kayalık bir bölgeyle ikiye ayrılan ırmak, iki ayrı çağlayan oluşturuyor. Bu ikisi, Gaban ve Garzavan’ın arasındaki Öküz Yatağı adı verilen vadiden gelen Şeytan Deresi ile aşağıda birleşip tek bir hırçın ırmak oluşturuyordu. Bu şelaleler bu kış donsaydı, büyük dağcı Tunç Fındık’ı buz tırmanışı için davet edecektim. Aslında onu “Akırgel Şelalesi donarsa sizi misafir edebilirim.” diyerek davet etmiştim ama uygun koşullarda bu şelaleyi de bonus olarak tırmanacaktı. Ben de dünyanın en iyi dağcılarından biriyle tanışma fırsatı bulacaktım ama kısmet olup da donmadı şelaleler… Neyse.

Derken şelalelerin en aşağısına ulaştım. Tekrar patikaya girip aracımı bıraktığım yere bayağı yaklaştım. Patikanın kenarından akan suda elimi yüzümü yıkayıp, başıma, enseme, boynuma su vurdum. Tuzdan tozdan arınıp ferahladıktan sonra aracıma gittim.

Yürüyüş burada bitti ama benim gizli mabedim yakınlarda olduğundan, orada biraz vakit geçirmek istedim. Araçtan inip mabedime gittim. Irmağın ortasında, azgın suya inat dikilen kayaya oturdum. Su öyle gür ve kuvvetli akıyordu ki altımdaki kaya resmen sarsılıyordu. Olur da suya dayanamaz ve akıntıya kapılırsa parçamı bile bulamazlar hiç olup giderim. Normalde çok çok az akan bu su, şu anda aşırı bir debiye sahipti. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardım. Paçalarımı sıvayıp hemen önümde, kayanın yüzeyinden birkaç santim aşağıda kabına sığamayıp köpüren suya ayaklarımı soktum. Bir dakika bile tutamadım, o kadar soğuktu! Burada biraz daha dinlendikten sonra ayağa kalkıp önümde serili eşsiz manzarayı izlemeye koyuldum. Burayı ilk gördüğüm anı hatırlıyorum da… Nutkum tutulmuştu! Rize’de bu kadar farklı, özgün bir mekan bilmiyorum. Bu sene İkizdere’den büyük ihtimalle ayrılacağım aklıma geldi. “Tanrım, burayı nasıl bırakacağım!” diye düşündüm bir an! “Bu kadar içselleştirdiğim, özüme kattığım, sevdiğim, mutlu olduğum bu coğrafyayı bırakıp da başka nerede yaşayabileceğim?” Neyse, bu hüznün zamanı değil şimdi diye düşüncelerimi kesip araca yöneldim ve eve doğru yola koyuldum. Bir güzel yürüyüş daha böylece nihayete ermiş oldu… Aramızda kalsın, deli değilim… Yaaağni, o kadar da değilim!

                                                                                                                                                                                                                     13.05.2021 - İkizdere

 

Rotanın başları. Irmakla birlikte yükselirken.

Petran ve Kabahor'a giden dağ yolundan Gaban Yayla.

Gaban'dan çıkan dağ yolu...

Dağ yolunun yüksek kesimlerinden Gaban Yayla

Dağ yolunun yüksek kesimlerinden en sağda Garzavan vadisi, ortada isimsiz vadi ve Gaban yolu.

Dağ yolunda susuz bir yolcu...


Dağ yolunun kenarında susuz yolcuya hasret münzevi bir puğar...

Dağ yolunda kar kürtükleri ve yüksek düzlük

Dağ yolunun sonları

Kabahor'a doğru alçalırken metruk bir yayla yerleşkesi

Tekinsizlik hissi


İsimsiz ve metruk yayla yerleşkesinde bir çoban yurdu

Ara vadiden Kabahor Vadisi


Kabahor Vadisi'nden önceki son vadi geçişi. Yine kürtük hep kürtük...


Ana vadiye doğru iniş


Kabahor (Göl Yaylası)

Dağlara doğru son vadi

Dağlara doğru son vadi
Kürtüklere devam

Son insan izleri

Yükseldikçe kar sıklaşıyor




Aşıta ramak kala

Ve Aşıt... Tehlikeli bir geçişti.

Aşıtın hemen üstü Gaban Vadisi tarafı

Gaban'a inerken

Gaban Vadisi

Gaban'ın altı, şelale bölgesi

Şelale bölgesinin sonu

Ve saklı mabedim... Final ve dinlence.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..