Homeze, Vaşa, Cancava... Bulutlar İçinde Bir Cevelan.

I went to the woods because I wished to live deliberately, to front only the essential facts of life, to put to rout all that was not life. And not, when I came to die, discover that I had not lived. 

Doğaya gittim. Çünkü bilinçli yaşamak ve yaşamın temel gerçeklerini ön plana almak istiyordum. Yaşam dolu olmayan her şeyi bozguna uğratmak için... Ve ölüm geldiğinde aslında hiç yaşamamış olduğumu fark etmek zorunda kalmamak için...

Henry David Thoreau


Yine mi uzun zaman oldu nedir? En son 4 Haziran’daki yürüyüşü kaleme almıştım. Ondan sonra kondisyon amaçlı günlük yürüyüşler dışında hakkında kalem oynatmaya değecek herhangi bir aksiyon gerçekleşmemişti. Perşembe ve cuma günleri öğle saatlerine kadar boş olduğum için orman sınırı üstünde, yükseklerde güzel bir dağ faaliyeti gerçekleştirecek zamanı yine bulabilecektim. İkizdere’de -yüksek ihtimalle- son günlerim olduğu için bütün fırsatları değerlendirip aklımdaki yürüyüşleri gerçekleştirmek istediğimden son bir iki hafta hep harita başında rota çıkarıp kaydetmekle meşgul oldum. Bu rotaların bazıları birkaç günü kapsayan kamplı etkinliklerdi, bazıları ise günübirlik uzun ve irtifalı yürüyüşlerdi. Hafta sonu için düşündüğüm bu faaliyetlerden biri de Yedigöller bölgesini kapsıyordu. Geçen hafta sonu havanın netameli davranmasından dolayı piç olmaması için ertelediğim bu faaliyeti, bu hafta sonu için tekrar göz önüne almıştım. Perşembe için ise Ovit Tüneli’nin İspir çıkışı yakınlarında meskun Garç Yaylası civarından başlayıp Aksu Gölleri’ne, Dört Göller’e ve oradan da Yedigöller’e geçen günübirlik muhteşem bir aksiyon planlamıştım. Bu faaliyet, hem haftasonu gerçekleştirmeyi düşündüğüm 2 günlük etkinlik için bir öngörü etkinliği olacak; hem de hafta sonu aksiyonunda güzergâhta bulunmayan Aksu Gölleri’ni de görmüş olacaktım. Perşembe günü öğleden sonraki iki saatlik dersimi cumaya erteleyip ucu ucuna yetecek vaktimi de nispeten rahatlattıktan sonra, sürekli hava durumunu takip ederek akşamı bitirdim ve heyecan doruktayken yattım. 

Saati 04.40’a kurmuştum. Sabah alarm ile uyanıp hava durumunu kontrol ettim. Gök gürültülü yağışlı gösteriyordu. Pencereden baktığımda yeni ağaran gün eşliğinde parça pamuk bulutlar ve hafif puslu bir gökyüzü ile karşılaştım. Hava durumunu farklı kaynaklardan kontrol ederek olabileceği kadar kesinleştirmek istiyordum zira görselliği çok yüksek bir rota üzerindeyken sise boğulmayı istemezdim. Havanın nasıl olacağını ihtimallere yer vermeden bilmem gerekiyordu. Aksi halde erteleyecektim rotayı. Garip bir şekilde her kaynak farklı bilgi veriyordu: Meteoroloji İkizdere için de İspir için de gök gürültülü sağanak derken farklı bir site İspir için bulutlu İkizdere için açık diyordu. Birden sıkıntı içine düştüm çünkü hevesle kendimi hazırladığım bir etkinliğin durumunun son anda muğlâklaşmasından nefret ederim. Ne yapacağıma karar vermek üzere tekrar sıcak yatağın davetkâr bağrına girip telefonu elime aldım. Instagram’da dolaşırken “Hava Delisi” adlı, güvendiğim ve severek takip ettiğim bir meteoroloji uzmanının uyarısıyla karşılaştım. Güneyden başlayarak Erzurum ve İkizidere’nin ucunu kapsayacak şekilde sınır içine aldığı özel bir bölge için şiddetli yağmur ve dolu uyarısı veriyordu. “Tamam,” dedim “bu kadar belirsizlikle o rotayı yürümek istemiyorum, gölleri görmeliyim, hem daha vakit var başka bir güne erteliyorum bu faaliyeti.” Evet kararımı vermiştim. Peki bugün ne yapacaktım? Aklımda olan ama daha önce gerçekleştirmeye sıranın gelmediği bir rota vardı: Homeze – Vaşa – Cancava… Homeze ve Vaşa'ya defaatle çıkmıştım ama Cancava bir keşif nesnesiydi. Aniden aklıma gelen bu rotayı yürümeye karar verdim. 13.10’daki dersi ertelediğim için vaktim de boldu, ben de vurdum kafayı uyumaya(!) devam ettim. 06.20’de kalkıp iki yumurta haşladım, biraz zeytin ve kahve de alıp vurdum Demirkapı yoluna.

Köy sabahın henüz erken sayılabilecek bir saati olduğundan gayet sakindi. Etrafa pek dikkat etmeden, asıl yürümek istediğim rotayı iptal etmiş olmanın süregelen kırgınlığıyla Fuççan bölgesine kadar hızlıca geldim ve aracı orada park etmeye karar verdim. Yürüyüşe Homeze Yaylası’ndan başlamak fazla kolaya kaçmak olacaktı. Fuççan’dan başlayarak alacağım irtifaya biraz daha eklemiş ve yolu da uzatmış olacaktım.

Bir vakitler Homeze Yaylası’nın gediklisiydim. Puşula mezrasını keşfettikten sonra Vaşa-Homeze arasındaki bu muhteşem yüksek düzlükte küçük yürüyüşler yapıyordum. En son geçen kasımda Cimil Vadisi’ndeki sevdiğim bir orman yolu üzerinden Homeze Yaylası’na gidiş-dönüş 35 km’lik bir yürüyüş yapmıştım. Ondan sonra da bu yaylaya uğramamıştım ki zaten yaylanın kendisinin bir esprisi yoktu.

Çantayı sırtlanıp hızlı bir tempo tutturarak, Fuççan’ın ladin ve köknarlarla çevrili gözlere şenlik düzlüğünü adımlayıp tükettim. Yaylaya giden ilk “Z” dönemeçleri seri bir şekilde aldım ve yaylaya ulaştım. Yayla şenlikti. Bir iki araba ile çatı tamiratı yapan bir adam gördüm ama oyalanmadan Vaşa’ya bağlanan yolda devam ettim. Gerçekten tekinsiz bir havaydı. Ne yapacağı hiç belli olmayan türden… 360 derecelik manzara grili beyazlı tombul bulutlarla kaplıydı. Yüksek mavilikte süzülen buz zerrelerinden mürekkep tülsü bulutlar da ilerleyen saatler için hayra alamet görünmüyordu hiç. Islanmaktan ziyade sis içinde yürümekten endişeleniyordum. Sonuçta orman sınırının üstündeydim, muhtemel bir duman baskınında ağaçların sisle iç içe oluşturacakları estetik ortamdan da mahrum kalacaktım. Sadece bembeyaz bir boşluk içinde yürümek istemiyordum şu an. Onun da güzelliği var ama o güzelliği Sivrikaya yürüyüşünde yaşamıştım, şu an uzak olmasını istiyordum. Bu az da olsa endişeli ruh haliyle yayladan uzaklaşmış ve hafif engebelerle dalgalanan ıssız düzlükte bir başıma kalmıştım artık. Her yer dumandı ama görüş alanım kapanmıyordu! Etrafta göz alabildiğine her yer, en kuzeydeki karlı dağlar, batı ve doğu cenahlardaki tepeler hep bulut içindeydi ama benim yürüdüğüm yüksek düzlük bu bulut cümbüşünün ortasında bir ada gibi çıplak uzanıyordu! Evet, daha önce de dediğim gibi: Bu havalar netamelidir, ne yapacakları belli olmaz ama sürprizler de dumanın içinden çıkar Karadeniz’de! Tıpkı şu an bana muştulanan hava gibi! Her cihete sarılan gri beyaz bulutlar bana özel izin vermişlerdi sanki. Onların müsaadesiyle gözlerim şenleniyordu şimdi… En kuzeyde kayalık dağlar bulutlarla boğuşurken bir görünüp bir kayboluyor, yeni yükselmeye başlayan güneş parça pamuk bulutların şişkin kollarından kurtulabildiğinde anlık da olsa parıltısını yolluyordu çıplak uzuvlarıma. Evet, ne akla hizmet ise, bugün şort giymiştim. Üstümde de uzun kollu termal içlik yerine kısa kollusu vardı. Çantamda yağmurluk ve polar vardı ıslanmak sıkıntı olmayacaktı ama şort neydi aga? Şortla yürümek gerçekten büyük konfor sağlıyor kabul ama yüksek irtifada güneşe aşina olmayan bacaklar çabucak kızarıp günlerce rahat vermezler. Sadece yanık sancısı değil, akşam saatlerine doğru ortaya çıkan küçük şeytânî sinekler ile sert çalılar da cabası. Isıran, batan, çizen bitkilerle ve akşam sinekleriyle pek karşılaşacağımı sanmıyordum bu rotada ama hava anlık da olsa açılırsa bacaklar fena yanacak. “Neyse, yanarsa yansın, onu akşam yatarken dert ederiz!” diyerek bulutların gölgesi ve güneşin kaçamak ışıkları ile alacalanan yemyeşil çayırları izleyerek adımlamayı sürdürdüm. (‘Akşam yatarken’ ifadesinin fazla iyimser olduğunu metni kaleme aldığım şu anda acı bir şekilde fark etmiş durumdayım.)

Sol tarafımda dikilen kayalıkların 50-60 metre üstlerinde kaya kartalları, vadi boyunca yükselen sıcak havayı kanatlarına destek yaparak zahmetsizce süzülüyorlardı. Bazen iki kartal karşılıklı dönüyor, bazen münzevi bir diğeri tepemde uçuyordu. Karnabahar desenli bembeyaz bulutların fonunda bu asil canlıların zarifçe kanat vuruşlarını seyretmek ne harika bir deneyimdi. “Neden,” dedim kendi kendime “Neden kaya kartalı olarak doğmadım!”

- Sence de muhteşem değiller mi Dersu?

- Kesinlikle öyleler! Bütün canlıları severim, hiçbirini ayırt etmem. Ama kaya kartalları şahsına münhasır canlılardır…

- Seçme şansın olsaydı hangi canlı olmak isterdin?

- (Tebessüm ederek) Bu benim cevap verebileceğim bir soru değil!

- Neden? Gayet basit değil mi? Senin de sevdiğin bir canlı vardır illa ki.

- Benim durumum farklı biraz.

- Nasıl? Dur, biraz senin durumundan bahsedelim; hep kaçamak yanıtlar verip susuyorsun. Anlat bakalım, kendinden bahset biraz 

- Bu senin zihnindeki kelimelerle ifade edebileceğim bir şey değil dostum. Şu kadarını ifade edebilirim ki ben zaten -nasıl desem- canlı cansız her şeyim. İstediğim an bir dondan çıkıp bir başkasına girmem söz konusu değil. Zaten her varlıkta kaimim. Bunu ifade etmeye çalışan –en azından yaklaşan– bir bilim insanı var, kitabını okumuşsun anladığım kadarıyla, bilincinde salınan bir düşünce akışından okuyabiliyorum: James Lovelock yazmış, “Gaia”.

-  Hımm sanırım anlayabiliyorum. Evet, gerçekten anladım şimdi ne demek istediğini! Dersu gerçekten büyük bir sırsın. Hadi biraz daha açıklayıcı olmaya çalış. Hiç konuşmadık senin durumunu. Çok merak ediyorum tam olarak kimsin, nesin?

- Henüz bundan bahsetmenin vaktinin geldiğini sanmıyorum. O vakit hiç gelir mi ondan da emin değilim. İyisi mi benim anlattıklarım ve okuduğun o kitap -ve okuyacakların- kadarıyla yetin ve söyle bana neden kaya kartalı olarak doğmak isterdin? İnsan olmak kötü mü?

- Peki dediğin gibi olsun! Zorlamayacağım. Neden mi kartal doğmak isterdim! İzâhate lüzum var mı? Şu hayvana baksana! O kanatlara, asalate, özgürlüğe bak… Nasıl istemem, kim istemez? Zahmetsizce nasıl da süzülüyor gökyüzünde. Bize kan ter olan o yalçın kayalıklar umurunda bile değil, iki kanat darbesiyle alt ediyor semayı… Arzusu, ne zaman tanıyor ne mekan; canı nereyi isterse orası oluyor yurdu. Hiçbir yere ait değil, her yere sahip! Bugün sarp bir kayalığın ulaşması muhal doruğu, yarın sık ormanlarla kaplı saklı bir vadinin koynu, geziyor dilediği gibi. Bir de bana bak, yerden 50 cm yükselemem bile, hadi yükselebildim anlık bir zahmetten başka bir şey olmaz o da. Yürüyeyim desem şu sırtları dolaşmak bütün günümü alır. Burada bile uzun süre hayatta kalamam… Peki o?

- Güzel anlatıyorsun da, sence de biraz romantize etmiyor musun? Kartala bir insanın algısıyla bakıp ona göre konuşuyorsun. Sanıyorsun ki –öyle sanmasan da en azından göz önünde tutmadığın anlaşılıyor sözlerinden– onun da zihni seninkiyle benzer bir algı kapasitesine sahip ve bahsettiğin özgürlüğün farkında olarak yaşamını sürdürüyor. Hayır, tek derdi –o dert de ona ait değil, o dert ile programlanmış sadece– hayatta kalmak, av bulmak, günü kurtarmak! Özgürlükmüş, hiçbir yere ait olmamakmış, zahmetsizce süzülmekmiş… Bunlar onun gerçekliğinde (Umwelt denen bir kavram buldum zihninde onu kastediyorum 'gerçeklik' ifadesiyle) anlamı olmayan şeyler. Kadim içgüdülerinin zincirine mahkum bir canlı o. Elbette bir zihni var, ama nicelik olarak senin türünle yarışamayacak kadar zayıf bir kapasiteye sahip. Onu hayatta tutan şeyler kanatları, gagası, pençeleri ve keskin görüşü! Bunlar sende yok evet ama sendeki o muhteşem bilgi işlem kapasitesi de onda yok! Onun farkında olamadığı özgürlüğün sen farkındasın! Ve uçmak senin türün için sadece teknik bir problem… Evrimin onun türüne bahşettiği devasa kanatları senin türün kendisine bahşedilen bilgi işlem kapasitesiyle kendisine yapabilir. Senin beynin evreni, sonsuzluğu, doğayı anlayabilir! Sen -öyle bir şey varsa eğer- özgür olabilme potansiyeline sahip tek türe mensupsun. Bu en büyük özgürlük değil de nedir?

- Romantizmi öldürmek konusunda üzerine yok Dersu! Şurada şair hissiyatıyla dolmuş, hayvana özenmişim, az daha yoğunlaşsam şiir yazacağım yaptığına bak! Tamam, lanet olsun, istemiyorum kanat falan!

- Kızma dostum, yani ne bileyim üzülme diye dedim.

- İyi, üzülmüyorum tamam. Ama insan zihniyle kartal olarak doğsayd…

- Şimdi kıracağım kalbini sanırım.

- Kırdın zaten, neyse ben yürüyorum kartallara baka baka sen de takıl peşime ama mümkünse romantizmime dokunma! Zaten romantizmin zararsızca içime dolmasına izin verdiğim tek yer doğa. Onu da sana çiğnetmeye hiç niyetim yok.

- Tamam tamam sustum, devam et sen peşindeyim.

Bu kadar kaya kartalını aynı yerde bir arada görmemiştim hiç. Onları izleye izleye, beyazlık içinde silinerek gözden yiten yeşil yol boyunca sürdürdüm yürümeyi. Bir noktada yoldan çıkıp doğuya doğru yükselerek sırta ulaştım. Alt taraf Cimil Vadisi’ydi. Şu an vadiyi dolduran bulutlardan dolayı görünmüyordu lakin Cancava Yaylası da Cimil Vadisi’nin batı yamacında konumlanmıştı. Yakınlarda olmalıydı.

Sırt boyunca karşıma çıkan tepeleri inip çıkarak yoldan aykırı bir şekilde ilerlemeye devam ettim. Doğu ufkunda birbirinden uzaklaşan bulutların arasından Verçenik gösterdi yüzünü. “Selam!” dedim “Selam dostum benim, her zamanki gibi burada tanıdık bir yüz görmek gerçekten çok hoş!”. Verçenik'in biraz batısında Kızılbel de seçiliyordu. Onun altı Çermaniman! Yaklaşan epik dağ yürüyüşümün başlayacağı nokta…

Bulutların yoğunlaşmasıyla birlikte sırtı terk edip yola indim. Bir noktada yoldan ayrılıp doğuya, Cimil Vadisi’ne doğru yönelen silik bir yol daha gördüm. Cancava Yaylası’na giden yoldu bu ama yayla şu anda bulut içinde olduğundan ona uğramayı dönüşe erteledim ve hemen yamacımda olduğunu bildiğim Vaşa’ya doğru yol üzerinde ilerlemeye koyuldum. Bir an aklıma Vaşa’nın içine girmeden, ona yukarıdan bir selam vermekle yetindikten sonra yoldan ayırılıp Sivrikaya’ya giden patikaya girmek düştü. Rotayı Sivrikaya’ya uzatıp oradan dönüşe geçmek harika bir fikir gibi göründü şimdi: “Neden daha önce düşünemedim?” Bu ani karara sadık kalıp patikaya vurdum ve aşağıda bulutlar içindeki Vaşa’yı sadece izlemekle yetinerek patikanın hafif eğiminde yükselmeye devam ettim.

Patikada bir hayli ilerlemiştim ki rüzgâr serinleyip sertleşti. Güney tarafındaki bulutlar karardı, Sivrikaya tarafı duman içinde kayboldu… Bir an kararsız kaldım. “Öğle saatindeki dersi erteledim. Ama akşam 5’te başka bir dersim var. Ona yetişmem gerek. Muhtemel bir yağışta yavaşlamam durumunda yetişebilir miyim?” Düşüncelerim bu minvalde dolanırken koyulaşan bulutlardan pıtır pıtır damlalar düşmeye koyuldu. Patikanın karşı sırtta yiten ucu da sise boğulmuştu şimdi. Geçen Sivrikaya’ya bu güzergah üzerinden yürürken her taraf dumandı, hiçbir şey göremeden yürümüştüm. Bugün de aynı duruma düşmek istemiyordum açıkçası. Vakit sorun olmayacaktı, yetişecektim ama şu bulutların niyetini okuyamıyordum bir türlü. Derken durdum ve geri döndüm! “Bugün Cancava’ya uğrayayım bu rotaya Sivrikaya girmesin, belki başka bir zaman.” diye kararımı verip, bir yiten bir görünen kadim patikaya vurmaya başladım adımları, gerisin geri…

Bir noktada patikadan çıkıp sırttaki tepelerden birine çıktım. Hava kuzey yönünün aksine güneyde açıktı nispeten. Sol tarafımda, batıda, Vaşa iyice görüş alanımdaydı. Karşımda ise doğu yönünde Cimil Vadisi’ne doğru inen bir yol görünüyordu. “Evet,” dedim “Bu Cancava yolu olmalı. Buradan girer, diğer taraftan çıkarım.” Sırttan inip Cancava yolu’na bağlandım. Bir noktada yaylanın evleri de görülmeye başladı. Yol yemyeşildi. Araç yolundan ziyade genişçe bir patikayı andırıyordu. Tatlı eğimle inen bu munis patikayı zevkle adımlayarak aşağıda görünen metruk yaylaya iyice yaklaştım. Metruk olduğu uzaktan bile anlaşılıyordu. Yayladan çıkarak yükselen yolu karşıda seçebiliyordum. Onun da üzeri yeşillikle kaplanmış durumdaydı. Civarda hayvan yoktu ve yayla evlerinin virane halleri bu mesafeden bile belliydi. Metruk ve mahzun yaylalara bir yenisi daha eklenmiş oldu anılarımda…

Yoldan çıkıp yamaç boyunca hızlıca inerek yaylaya ulaştım. Düşündüğüm gibi tamamen terk edilmiş bir yerleşkeydi. Dağılalı yıllar olmuş yayla konaklarının taş duvar kalıntıları dışında ev halini koruyan biri iki konak da zamanın sabırlı acımasızlığı karşısında ağır ağır çökmeye durmuştu. Uzun zamandır kimsenin uğramadığı her halinden belliydi yaylanın. Civardaki evler arasında biraz yürüyüp etrafı inceledim. Sadece taş duvarları kalmış bir konağın etrafından dolanıyordum ki kabusu yaşadım! “Aman tanrım, ısırganlar… Isırganlaaaaaarrr! Lanet olsun, şort giyince mi çıkıyorsunuz karşıma. Lanet olsaaaağğğğuuuuuun.” Diz boyu ısırganın içine düşmüştüm. Yaylanın halet-i ruhiyesinden etkilenip bastığım yere dikkat etmeden dolandığım için fark edememiştim. Ama onlar kendilerini fark ettirmeyi başarırlar her zaman. Onlar için hiç de büyütülecek bir sorun değil bu.

- Nasıl olsa "ısıran, batan, çizen bitkilerle" pek karşılaşmayacaktın bu rotada ha!

- Rahat bırak beni Dersu.

- Ben rahat bırakırım da sen bu halde ne kadar rahat olursun orasını kestiremiyorum dostum. Şakaya da gelmiyorsun, hadi rahat bıraktım gitti.

 “Akşam gerçekten iyi kaşınacağım. Güneş yanığının üstüne ısırgan acısı, eyvah eyvah! İşimiz var!” diye düşündüm. Elimden geldiğince acıyı kulak ardı etmeye çalışarak ısırgan bölgesinden çıktım, yayladaki en sağlam evin yanından akan puğarın (pınar) başına oturup nevalemi çıkardım. Kahve eşliğinde kahvaltımı yaptıktan sonra yayladan çıkan diğer yola vurdum. 100 metre gitmiştim ki bir şey unutmuş olup olmadığımı kontrol etmek için yavaşladım. “Tabi ya! Batonlar! Suyun yanında kaldı.” Koşararak geri döndüm ve batonları alıp tekrar vurdum vadi boyunca yükselen bulutların serildiği yola.

Birkaç “Z” virajdan sonra, çevreyi kaplayan kesif dumanın içinde ana yola bağlanan noktaya geldim ama yola girmeden sırt boyunca devam ettim. Işığın ve gölgenin ritmik yer değiştirmeleriyle halden hale giren yeşil çayırlıkları gözlerime eğlence ederek bir hayli ilerledikten sonra karşıma hemen hemen silinmiş lastik izleri çıktı. İzleri takip ettiğimde aşağıda ana yola bağlandıklarını gördüm. İzler yol oluşturmuyordu. Çok nadir bir iki aracın buradan geçmesiyle ezilmiş bitkilerden anlaşılıyordu bir güzergâh olduğu. Yazmayı unuttum: Homeze Yaylası’nın hemen çıkışında, son evi de geçtiğim noktada sol taraftaki tepenin yamacına doğru yükselen ve yine araç lastik izlerinden başka bir şey olmayan bir güzergâh görülüyordu. Bir an durup “Acaba nereye gidiyor?” diye düşünmüştüm o an. Ama sisin içinde gözden kaybolan silik bir yola girip de yürüyüşü iyiden iyiye belirsiz hale getirmek istemediğimden dikkatimi asıl güzergâha vermiş ve devam etmiştim. Şimdi bu izleri görünce o yolun devamı olabileceğini düşündüm. Aynı yolu tekrar adımlamaktansa farklı bir güzergâhtan gitmenin elbette daha eğlenceli olacağını düşünüp silik izleri adımlamaya koyuldum. Düşündüğüm gibi çıkmaz da yol kaybolursa problem olmayacaktı. Sırt belliydi, yayla belliydi. Sırt boyunca yükselir sonra tekrar iner yaylaya ulaşırdım.

Sonuçta düşündüğüm gibi olmadı. Bulutların nispeten açıldığı, bir parça güneş ışığının da ilgisini esirgemediği aşıta benzer bir bölgeye geldiğimde yol kayboldu. Haritadan izohipsleri kontrol ettiğimde sırt boyunca inebileceğimi gördüm. Tekrar yoğunlaşan dumanın içinde yer yer sert komarlara dalarak, bazen de kayalarda zıplayarak eğimi artan sırt boyunca inişi sürdürdüm. Bir noktada ana yol göründü. Yayla’ya da az kalmıştı. İnişi bitirip araç yoluna bağlandım. Önümdeki ilk dönemeci aldıktan sonra da bulutların çevrelediği yayla yerleşkesini gördüm. Yolun sol tarafında, aşağıda bir yalak gözüme çarptı. İndim ama hastalıklı bir halle ince ince sızan su tekin durmuyordu. Bardağa doldurarak suya bir şans verdim ama yüzeyinde biriken renksiz parçalardan şüphelenip içmeden döktüm. Tekrar yola çıkıp yaylaya ulaştım.

Yaylaya girer girmez soldaki ilk evin bahçesinde çalışan bir kadını fark ettim aniden. Hızımı kesmeden selam verip kolaylıklar diledim ve duman içindeki yayladan kimseye görünmeden geçip çıktım.

Fuççan’a doğru inerken aklıma Farid Farjad düştü. Telefondan çıkarıp açtım. Kemanın estetik çığlığıyla hemhal durumda, yolda sarhoşlar gibi bir o yana bir bu yana salına salına ulaştım aracımın olduğu yere. Araca yerleşip usulca dönüş yoluna koyuldum. Sabahki dikkatsizlikten eser yoktu şimdi. Birikmiş bütün kaygılardan, endişelerden azat olmuştum. Kemanı araçta dinlemeye devam ederek, bir kolum camdan dışarıda serin rüzgârla oynaşır halde inmeye devam ettim o güzel yolu. 

Gelirken çok dikkatimi çekmemişti ama şimdi inerken yol kenarında belli bölgelere dikilmiş yeni tabelaları fark ettim. Köylüler için çok fazla özel bölge vardır ve bunların hepsinin bir ismi mevcuttur. Kendi köyümden de bildiğim bir durum bu. Yer tanımlamada kolaylık sağladığından dolayı belli yerlerin isimleri vardır. Ama buradaki tabelaların asıl dikkat çekici yanı isimlerin fazlalığı değil Türkçe olmasıydı! "Ne var bunda? Almanca mı olacaktı?" denebilir. Mesele o değil. Bu bölgeler (Özellikle Çamlıhemşin, Hemşin, Çayeli'nin kuzeyi ve İkizdere) geçmişte yoğun bir şekilde Ermenilerin yerleştiği yerlerdi. İkizdere'de ve Çamlıhemşin'de yer isimleri çoğunlukla Ermenicedir. Laz bölgelerindeki yerleşim yerleri ise Lazcadır. Yol üzerindeki tabelalarda gördüğüm eski isimler yerine uydurulan yeni Türkçe isimlerin ise bazıları gerçekten komikti: "Yeni Yolun Kukulisi" ismini algılamaya çalışıyorum hala?  Neyse, bu yeni tabelaların hem gençler hem de bölgeye gelen turistler açısından yararlı olduğunu düşünüyorum yine de. 

Köye ulaştığımda etrafa dikkat kesildim. Her yer ağaçtı. Özellikle ceviz ağacının miktarı dikkat çekiciydi. Evlerin sayısı, aralarındaki mesafe, görsellikleri çok iyiydi. İkizdere’nin köyleri gerçekten güzeller. En güzellerinin başında da (pek köylerden geçmem ama geçtiklerim arasında) Homeze/Demirkapı geliyor. Bu güzelliğin sebebi İkizdere’de çay tarımının yoğun olmaması… Bölgenin denize uzak konumundan dolayıdır ki buranın iklimi çay veriminin düşük olmasına sebep oluyor. İnsanlar da verimsiz çaya rağbet etmediklerinden bahçeler çay yerine ağaçlarla veya yemyeşil çimenlerle dolu oluyor. Köyün yolunun etrafı bile devasa gürgenler, çamlar, hatta –az da olsa– huş ağaçlarıyla kaplı. Bazı yerlerde yol dal ve yaprak içinde bir mağara haline dönüşüyor. Buraya ilk geldiğim zamanki sonbahar atmosferini düşünüyordum da, o zaman "Burada kesinlikle yürümeliyim.” demiştim. Ama köyler kapalı sosyal alanlar olduklarından dolayı yabancılara pek alışkın değil insanlar. Dolayısıyla yürümek nasip olmadı bu yolda. Neyse, İkizdere’deki bu çay tarımı kısırlığı insanların büyükşehirlere göçünü destekleyen faktörlerin başında geliyor. Homeze'de de azımsanmayacak sayıda insan İstanbul’a göçmüş durumda. Bu terk ediş de köylerin doğallığına ironik bir şekilde katkı sağlamış. 

Bu köyün güzelliğini seyrede ede inerken, çay tarımının çok yoğun olduğu kendi köyümü düşündüm bir an. Bütün ormanların tıraşlandığı, en dik yerlere bile çay tarlalarının açıldığı bir yer benim köyüm. Çay tarımının nispi rahatlığı ve bol getirisinden dolayı göç etmeyip köylerinde kalan insanlar; köyün doğasını, yerleşkesini mahvetmiş durumdalar. Özellikle köyün merkezi şehir ortamından bile kötü durumda. Bu hemen her Laz köyü için geçerli bir durum. Tek tük kalan orman parçaları da bir pundununa getirilip traşlanıyor ve çay bahçesine dönüştürülüyor. Hemşin köyleri ise (Çamlıhemşin’in nüfus yapısı iki etnik kökenden oluşur: Lazlar ve Hemşinliler.) ağaç kesmenin, hatta varolan evlere çivi çakmanın bile yasak olduğu daha iç bölgelerde bulunduklarından (sit alanı içerisinde) ve yoğun bir şekilde göç verdiklerinden doğallıklarını korumuş durumdalar. İkizdere’nin güzel köyleri bile Hemşin köylerinin nefasetiyle aşık atamaz…

Neyse, Demirkapı’nın meskûn mahallerini izleye seyrede anayola ulaştım. Buradan da dip gaz pansiyona geldim. Bu bulut yürüyüşü de anılarda kaim olacağı meskeni tutmuş oldu kendine böylece…


10.06.2021 - İkizdere


Fuççan'da kalan son geleneksel konaklar...

Fuççan'ın düzü...


Yol üzerindeki pek çok yerde karşılaştığım tabelalar. Geçen kasımda yoktular...


Homeze Yaylası'na giriş


Homeze Yaylası'ndan çıkış













Vaşa Yaylası

Sivrikaya'ya giden patika




Cancava yolu

Cancava yolundan doğuya bakış. Uzaktaki yamaçlar Cimil Vadisi Güvenköy sırtları.

Cancava: Yine Metruk Yine Mahzun








Cancava'daki en sağlam yayla konağı. Aslında yıkılmaya durmuş halde.

Cancava'dan yukarıya tekrar yüksek düzlüklere doğru.





Anayoldan saptıran izler...

İzlerin bittiği aşıtımsı sırt...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..