İşte Karadeniz, İşte Rize...

"Yürüyenin karşılaştığı koşulları daha önce benzer bir şey yaşamamış birine kabaca tarif etseniz; hepsi tuhaf, anormal, hatta gönüllü bir esaret gibi gelir. Çünkü şehirli insan, alışveriş zincirinden kopmak; enformasyonu, imajları ve ürünleri yeniden dağıtan ağın parçası olmamak ve tüm bunların onlara biçtiğiniz gerçeklik ve önem kadar gerçek veya önemli olduklarını fark etmek gibi, yürüyenin özgürlük kabul ettiği şeyleri yoksunluk olarak değerlendirmeye meyillidir. Zincirlerinden boşanan dünyanız yıkımdan kurtulmakla kalmaz, bütün zincirlerin nasıl ağır, boğucu ve aşırı kısıtlayıcı oldukları da çıkar ortaya."

Frederic Gros, Yürümenin Felsefesi


"Özgürlük bir lokma ekmek, bir yudum su, uçsuz bucaksız kırlardır o halde."



Uzun zaman oldu değil mi? Bir hafta oldu en azından, uzun sayılır! En son Çamlıhemşin’de Kaçkar doruğuna selam vermiş ondan sonra iki gün de yaylamın civarında dolaşmıştım. Bunların dışında herhangi bir aksiyon olmadı (bahçede fasulye sırığı dikme işini aksiyon saymazsak tabi). Uzaktan eğitime hafta içi pansiyon nöbeti ve pazartesi salı günleri yüzyüze eğitim de yancı olunca İkizdere’ye dönmek farz oldu. Tabi bunlar bahane, zaten dönüp aklımdaki yürüyüşleri gerçekleştirmek istiyordum. Bu hafta sonu için Çengovit ve Kapılı Gölleri kapsayan iki günlük bir aksiyon planlamıştım ama cuma günü (bugün) 15.50’ye kadar boş olduğumdan günübirlik sağlam bir “hike” yapabilirdim. Neresi olacağını kesinleştirmemiştim, hava netameli görünüyordu ama bir yerlere gideceğim kesindi. Perşembe akşamı bir sonraki gün için yapacağım henüz isimsiz yürüyüşün tatlı heyecanıyla saat 23.00'te yattım. 

Sabah için 06.30’a alarm kurmuştum ama her zaman olduğu gibi alarmdan çok daha önce, 05.40’ta uyandım. Hava durumunu hem telefondan hem de pencereden kontrol ettim. Sabahın erken saatinde gökyüzü parça pamuk bulutlarla kaplıydı ama kuzey tarafında siyah bulutlar yavaş yavaş birikmeye başlıyordu. “Bu hava öğleden sonra anca bozar, şimdi çıkar 5-6 saate aksiyonu tamamlar dönerim. Hem azıcık yağmurdan ne ola ki?” diye düşünüp hızlı bir kararla Cimil Vadisi orman yollarında yürümeyi düşündüm. Nevaleyi hazırlayıp çantaya koydum, seri bir şekilde hazırlanıp çıktım. Araca yaklaşıyordum ki birden aklıma geldi: “Nereye gidiyorsun embesil herif? Dün nöbetçiydin bitirdin mi nöbeti? Daha iki saat var görevinin bitmesine, yürü, dön geri!” Görev görevdir! Dağların heyecanıyla aklımdan çıkmıştı, nöbetin bitmesine 2 saat vardı, her ne kadar çocuklar uyuyorduysa da görev süresi bitene kadar pansiyonda bulunmalıydım, lamı cimi yoktu bunun. Allah’tan aklıma geldi yoksa çok utanacaktım kendimden. Neyse geri döndüm ve kalan 2 saati “Yürüyüşe Övgü” adlı kitabı okuyarak tükettim. Bir yandan da havayı kontrol ediyordum. Deminki kara bulut kümesi dağılmıştı ama havanın öğleden sonra bozacağının işareti olan tülsü bulutlar küme küme yayılmıştı gökyüzüne. “Yağarsa yağmur yağar, hem bu havalar sürprizi sever, neler göreceğimiz hiç belli olmaz!” dedim kendi kendime. Cimil Vadisi orman yolları yerine Çamlık’a gidip Ayı Çıkmazı için düşündüğüm alternatif rotalardan birini yürümeye karar verdim o anda. 49 km’lik Çamlık-Kabahor-Çamlık rotasında karşılaştığım Muammer Amca’nın tarif ettiği sırt patikasından Kuplika Yayla’ya bağlanacaktım. Hem sevdiğim bir güzergâhta (Ayı Çıkmazı) yürüyecek hem de yeni bir rota daha keşfedecektim. 

Ayı Çıkmazı’nı gerçekten çok seviyorum. Her fırsatta gidip o munis ortamda tabanlamak özge bir keyif veriyor bana. Burası ormancıların açtığı bir yol olduğundan çok uzak olmayan bir  zamanda muhtemelen bu güzel halini yitirecek. Buraya önünde sonunda bir makine girip yolu temizleyecek(!), etraftaki dev ağaçlar da motorların obur zincirleriyle teker teker devrilecekler… Hiçbir güzelliğin baki kalmadığı zavallı ülkeme hâkim olan görgüsüz kısa vadeli kâr zihniyeti elbet bu güzelliğe de çökecek zamanı gelince. Dolayısıyla burada ne kadar zaman geçirsem, ne kadar tabanlasam o kadar zihnimde yer edecek bu güzergâh. İkizdere’den ayrılmadan yürüyebildiğim kadar yürüyeceğim bu yolda. Bugün yine burada yürüyecek olmanın heyecanıyla 08.00’de araca binmiş İkizdere’yi terk etmeye koyulmuştum bile.

Çamlık’a gelmeden biraz aşağıda ana yoldan çıkıp sağdaki tali yola bağlandım ve her zamanki yerde, beni Ayı Çıkmazı’na bağlayacak olan yolun başındaki köprüde aracı bıraktım, çantayı sırtlanıp vurdum yola. Fotoğraf makinemin tuşları tamamen bozulduğu için cihazı yanıma almamıştım. Çanta gayet hafifti. Fotoğraf kaygısı olmadan yürümenin ne kadar rahat hissettirdiğini tekrar hatırlamış oldum. Elimde kayıt için sadece telefon olacaktı. Önceki Iphone’u, sürekli dağda canıma kastedecek rezillikler çıkarması yüzünden anneme devredip kendime işimi görecek harika bir android cihaz almıştım. Rota bilgilerini arada hatalı kaydetse de güzel cihazdı ve gerek batarya ve bellek gerek kamera performansı açısından beni bir hayli rahatlatmıştı. Herhangi bir yaban karşılaşmasında anında telefonla kayıt almaya hazır bir şekilde Ayı Çıkmazı’nın girişine geldim. Hava ne sert ne hafif esen rüzgârla gayet serindi. Güneş parça pamuk bulutların arasından kah görünüp kah gizleniyordu. Gözlerim yolun iki tarafında yükselen devasa ağaçların gölgeleri arasındaki muhtemel kıpırtılara sarılmaya hazır bir şekilde hızlı bir tempoyla yürüyordum. Arsız bulutların kollarından kurtulup açığa çıkan gün ışığı, ormanın puslu zemininde ağaçların koyu gölgeleriyle sert bir kontrast oluşturuyor; bu da her kütleye bir bozayı adayı olarak bakmama sebep oluyordu. Artık bir kayıt almalıydım. Adım Ziya’ya çıkacaktı yoksa! Çok sık olmasa da arada girmek zorunda kaldığım ortamlarda konu dönüp dolaşıp benim dağ maceralarıma geliyor ve dağdan ayılara sıçramak da Allah’ın emri olduğundan başımdan geçenleri anlatıyorum ben de haliyle. Konfor alanlarında mutlu mesut yaşayan(!) şehirli bisküvi bebelerine “Ayı 10-15 metre karşımda bana bakıyordu!” dediğimde “Ziyaaaaa!” ünlemini duymam an meselesiydi artık, o kadar ki bunları anlatmaktan sıkılır oldum. Ya hiç bu konulara girmeyeceğim ya da o kayıt alınacak aga! Alınacak, alınacak da yolda 6 km’yi sessizce tüketmeme rağmen simsiyah kocaoğlan boku yığınlarından başka bir şeye rastlamadım yine. Ayı görememenin hüznüyle yürümeye devam ediyordum ki yol kenarındaki kurumuş bir bitkinin en ucuna bir sarı kuyruk sallayan kondu! Kuş çok yaygın olan bir türdü burada ama zaten asıl heyecanlandıran kuşun kendisi değil onunla aramdaki mesafeydi. O kadar güzel bir noktada poz verir gibi duruyordu ki tabiri caizse gözümle çektim fotoğrafını. Elimde makine olsa bu kadar şahane bir "o an" karesiyle karşılaşmazdım zaten diyerek uçup yiten kuşun arkasından baktım bir an ve yola devam ettim. Havanın tekinsizliğinden dolayı tempomu hızlı tutmuştum, dolayısıyla 10km’lik yolun sonuna çabucak geldim. 

Yolun bittiği noktada başlayan vadiye vurdum tabanları. Geceden kalma çiy damlaları ayakkabıları ve pantolonu ıslatadursun, devrilmiş kaygan ağaç kütüklerinin üzerinden atlaya zıplaya araç yolunun başladığı yere geldim. Yola çıkar çıkmaz burnuma yoğun bir keçi kokusu geldi! “Ya yakındaki Kuplika Yayla şenlendi ve koku oradan geliyor ya da civarda keçi yatırılan bir yer var.” diye düşündüm. Buradan Arçukan Mezrası’na kadar hunhar bir şekilde açılmış yol üzerinde devam edecektim şimdi. Neyse ki kısa sürüyordu yol. Biraz ilerledim ve kokunun muhtemel kaynağını gördüm: Taze keçi bokuyla simsiyah olmuş yumuşak zeminli bir güzergah vardı önümde. Geçen geldiğimde bu yoğunlukta değildi boklar. Burayı hızlı bir şekilde yürüyüp Arçukan’a ulaştım. 

Ağaçların bitip, görüşün açıldığı mezranın küçük düzlüğüne ulaştığımda muhteşem bir manzarayla karşılaştım. Kuzeyden ve güneyden her yer gri beyaz alacalı bulutlarla kaplıydı. Doğuda Kuplika yayla olduğu gibi bulutlara gömülmüştü. Mezrada çok oyalanmayıp Muammer Amca’nın tarif ettiği doğrultuda sırt boyunca dik eğimi kolaçan ettim. Tam olarak şöyle konuşmuştuk Muammer Amca’yla, :

“- Seni haburadan yukari ben cotururdum ama işum var.

- Nereden?

- (Eliyle güneydoğuda yükselen sırtı işaret ediyor). Bak haburadan doğri yukari çikarisen cidersun Kabahor’un üstina.

- Buradan gideceğiz ha! Senin zahmet etmene gerek yok amca ben bulurum bir dahaki gelişimde orayı. Patika var mı?

- Var da bazi belli bazı orman olmiş.

- Olsun ben bulurum. Sen de bana hele, nasıl gideyim, ne taraftan?

- Bak şimdi. Ha bu sirta vurdun ormana patika var bellidur.

- Evet, o da şu tepedeki açıklıktan mı geçiyor?

- He! Oraya çikarsun oyle devam edersun.”

Muammer Amca’nın tarifine uyarak tırmanmaya başladım. Ormanlık da olsa, sırt zaten belliydi. Ama ormanın sıkış tıkış çalıları ile cebelleşmektense patikada yürümek daha keyifli olacaktı. Eski konaklardan miras taş duvar kalıntıları arasından yükselmeye koyuldum. Patika başlarda çok belirgin değildi ama kurumuş keçi üzümleri (bok demeyeceğim artık ayıp!) ve ezilmiş çayırlar güzergâhı belli ediyordu. Bulutlarla yumuşayıp dağılan gün ışığında altın sarı parlayan komar çiçekleri hem gözlerimi hem de burnumu tutup çekiyordu kendine. “Tanrım ne yoğun bir koku bu!” Gözlerimin, burnumun ve kulaklarımın (ah o kuşlar ki hiç susmuyordu) sevinciyle tırmanmaya devam ettim ormana doğru. Bir noktada sırt boyunca devam eden ormanın ortasının 3-4 metre genişliğinde temizlenerek açılmış olduğu  bir bölgeye geldim. Eğim devam ediyordu, açık bölge sağlı sollu yükselen ağaçların ortasında yeşil sarı çayırlık şeklinde yükseliyordu. Ağzım kulaklarıma ulaştı yine. “Temizlenecekse de böyle temizlensin.” dedim içimden. Belli ki insan işiydi bu! Ama insan, insan olup kırıp dökmeden müdahale edince çirkinleşmek şöyle dursun güzelleşiyordu doğa! Burası, keçilerin Muammer Amca'nın Çinnapo diye tanıttığı bölgeye giderken geçtikleri güzergâhtı muhtemelen. Burayı açanlar, hayvanlar sürü halinde rahat rahat ilerlesin diye patikayı geniş tutmuşlardı ama göze çok hoş geliyordu. Mutluluktan hızlı tempomu eğime uydurmayı unuttum ve nefes nefese tırmandım patikayı. Bazı bölgelerde ormandan açıklığa çıkıyordum bazı yerlerde ise patika yitip gidiyordu; ben de bazı sarı, bazı mor, bazı beyaz çiçekli komarların ve yavaş yavaş sıklaşmaya başlayan gümüşî beyaz huş ağaçlarının zarif dallarıyla sarmaş dolaş bir şekilde ilerliyordum. Sırtın tam üstündeydim. Doğu tarafı kısmen açıktı. Deniz tarafındaki bulut karmaşası dinmiş, 2000 metre civarında pustan bir deniz oluşturacak şekilde düzleşmişti. Kuzeyde Karadeniz tarafında görülen bulut deniziydi hasıl-ı kelâm. Bulut denizi bulunduğum bölgeyi henüz işgal etmediğinden, yürümekte olduğum patikanın beni götüreceği yol karşı yamaçta, öküz yataklarının üzerinde belirgin bir şekilde görülüyordu. Karşıdaki patikanın hemen altında çıngırak sesleri bana kadar gelen kalabalık bir keçi sürüsü otluyordu. Keçi sürüsünün yakınında, geçen sefer orada olmayan, mavi brandalı derme çatma bir çoban barınağı meskûndu. “Demek Muammer Amca’yı doğru anlamışım, hayvan yatağı olarak kullanılan Çinnapo mevkii burasıymış.” diye düşündüm. Sırt boyunca bir kaybolup bir görünen patikayı takip ederek ilerlemeye devam ettim. Sırtın batı tarafından yamaç boyunca yükselen duman, sırtın eğimine paralel bir şekilde yükselip dağılıyor, batı tarafını kapatmıyordu. Hayli aşina olduğum epik bir manzara gözlerimi coşturuyordu şimdi! “İşte Karadeniz bu! İşte Rize! Puslu havada gösterir güzel yüzünü memleketim.” diye kendi kendime konuştum. Gerçekten, şahane manzaralarla karşılaşmak için netameli havalarda yola çıkılmalı Doğu Karadeniz’de. Burası özünü bulutta, siste, pusta, yağmurda gösterir insana. O öz, suyun künhünde kaimdir! “İyi ki çıkmışım, iyi ki gelmişim buraya. Ah Muammer Amca iyi ki anlatmışsın bana burayı! Sağol var ol, ömrün uzun ve sağlıklı olsun!”

Patikanın kaybolduğu –veya benim patikayı kaybettiğim– bazı noktalarda komarlarla sevişerek ilerlemeye devam ettim. Artık eğim azalmıştı. Sırtın tam ortasına denk gelecek şekilde taşları engin dizilmiş eğreti duvar boyunca ilerlemeyi sürdürdüm. Sırtın bir boğazda kaybolduğu yerde taştan imar edilmiş ufak bir barınak göründü 100-150 metre ileride. Barınağın hemen arkasından yükselen sırt boyunca devam eden “Z” dönemeçli bir patika seçilebiliyordu. “Şunu tırmanıp, geçen yürüdüğüm güzergaha mı bağlansam. Hem irtifayı da artırmış sağlam bir aksiyon yapmış olurum. Oradan da boğaza iner Kuplika patikasına bağlanırım!” içimden bu şekilde planlar yaparak düz çayırlık üzerinden barınağa yaklaşırken bulutlar yoğunluğunu artırmaya başlamıştı. Barınağa ulaştığımda kapının yanında yazan tarih dikkatimi çekti “1962”. Bu kadar eski olmasına rağmen taşları çimentoyla berkitilmiş tavanı da betondan dökülmüştü. “Kim bilir belki de harabeydi de sonradan tekrar inşa edildi.” diye düşündüm zira yol iz yokken buraya çimento taşımak insan işi gibi durmuyordu! Ki aşağıda devasa bir orman varken kim uğraşırdı taşla çimentoyla! Neyse barınağı inzivasında münzevi bırakıp “Çıksam mı?” dediğim tepeye diktim gözlerimi. Ama tepenin zirvesi bulutların içinde kaybolmuştu şimdi. Ben de aniden gelişen ama adımlara dökülemeden yiten bu güzergâhta yürüme fikrinden vazgeçip, metruk barınağın yanından başlayan ve Çinnapo Vadisinin en üst ucunu dolanarak karşı boğaza geçen stabil eğimli patikaya vurdum bacakları. 

Yürümekte olduğum patikaya 50-60 metre aşağıdan paralel bir şekilde devam eden başka bir patika daha vardı. Patikanın gittiği yeri yukarıdan izlediğimde, vadinin doğal mimarı akarsuyun oluşturduğu oluk üzerindeki ahşap yalağa gidiyordu patika. Biraz daha ilerledim ve aşağıdaki patikanın üzerinde -şimdi geride kalmış olan- yalağa doğru ilerleyen keçi sürüsünü gördüm. Hepsi birden patika doğrultusunda yürüyorlardı. Sürünün en başındaki çobanı seçebildim. “Acaba beni fark etti mi?”, “Selam versem mi?” diye kararsızlıkla mücadele ederken, laf dinlemez ciğerlerimden yükselen nefes boğazımdan savurdu selamı:

- Selaaaamün Aaaleyküüüümmm

Adam beni fark edip durunca bütün sürü onunla birlikte anında durdu. Çobanın sürü üzerindeki kontrolünden etkilendim doğrusu!

- Aaaleeeyçuuumu Selaaaam! Nealaalaa gidaauyıaaa?!

Hem aradaki mesafe hem de keçilerin üst üste birikip çoğalan çıngırak seslerinin gürültüsünde şeklini kaybediyordu çobanın kelimeleri. Hiçbir şey anlamıyordum. Ben de bağırdım bir şeyler:

(Elimle yürüyen adam işareti yaparak)

- Yüüürüüüyoooruuummmm! (En açıklayıcı ve kısa kesici kelimeyi aradım ve tekrar bağırdım) Tuuuristiiim tuuurisssttt.

- Nealaalaa gidaauyıaaa?!

“Eyvah, işimiz var. Mecbur ineceğim yanına.” diye düşünüp çobana doğru dik eğim boyunca inmeye başladım. O da bana doğru çıkmaya davranınca tekrar bağırdım:

- Dur gelme, ben geliyorum!

Adam sürüyle birlikte 5-10 sn beni bekledi. Aramızdaki mesafeyi yeterince kapattıktan sonra yine yüksek sesle konuştum:

- Selamün Aleyküm.

- Ve aleyçumu selaaam! Neree cideysun ha boyle.

- Yürüyorum!

- Yuruyisun! Neree cideysun?

- Kuplika’ya gidiyorum. Bak şu aşağıda orman yolu var ya!

- Hee?

- Oradan dere boyunca çıktım Arçukan Mezrası’na geçtim. Biliyor musun orayı?

- Tebii! Bilmez olur miyim?

- Oradan böyle sırt sırt yürüdüm. Şu karşıda görünen patikadan. Sonra buraya bağlandım. Buranın ismi nedir tam olarak?

- Çinnapo deruz ha buriya. Buralar hep Kabahor’undur.

- Çinnapo tamam. (Doğru tahmin) Peki Çohçora diye bir yer var mı burada?

- Var ama daha aşağidedur.

- Şu boğazın ismi var mı peki ilerdeki?

- Onun arkasine bir yayla vardur amma ben ismini bilmem?

- Suda Yayla orası ama boğazın ismi var mı merak ettim. Neyse.

- Sen ha buriya celur iken bir içi çişi cormedun mi? Ali dayi felan?

- Yok ben yaklaşık 3 hafta önce Arçukan Mezra’sında Muammer Kan ile tanıştım. 

- He biliim, biliim!

- O dedi, bana sırt sırt yürü dedi. Bugüne nasip geldim gördüm.

- Tamamdur. Sen nerelisun?

- Ben Çamlıhemşinliyim.

- E sen ha buralisun artuk, yabanci değilsun.

- Tabi değilim. 7 yıldır İkizdere’deyim zaten.

- Biliyisun buralari hep oyle mi?

- Tabi, fırsat buldukça geliyorum.

- Ben da sen bağirince dedum acaba nere cideyi ha bu? Daha demin benum kardaşum indi aşaği arabayilen. Belki onuile inmak istersun deyi duşundum ondan sordum nere cideysun deyi.

- Ben sana selam vermek için geldim. Dedim bir iki kelam edelim.

- Tamam, tamam sağolasin, hayde uğurlar ola.

- Sana da, kolay gelsin.

- Sağolasin.

Sürü çobanla birlikte yanımdan geçerken kısa bir video ve fotoğraf alıp yoluma devam ettim. 

- Çobana selam verdin farkında mısın?

- Aa Dersu, hoş geldin!

- Hoşbuldum. Normalde tedirgin olur, o kadar uzak biri eğer sana selam vermezse sen de yoluna devam ederdin. Ama bugün uzaktan da olsa adama seslendin.

- Evet ben de onu düşünüyordum şimdi? Normalde yabani biriyimdir, hele dağda insanla karşılaşmayı pek tercih etmem. Ama bugün çobanla konuşmak istedim. Hatta tekrar yükselmek pahasına yanına kadar da indim. Neden acaba sence? 

- Bilmem, sen söyle!

- Çobanın beni görüp tedirgin olmaması için selam verdim sanırım. “Kim bu meczup ne işi var burada bu havada dolanıyor?” diye düşünmesin diye selam verdim büyük ihtimalle.

- İyi de adam seni fark etmedi ki! Hem sisin içinde çok da belli olmuyordun.

- Haklısın, adam sesimi duyunca şaşırdı. Hatta yanıma çıkıyordu durdurmasaydım. Galiba arada insancıllığım tutuyor ha ne dersin?

- Kendine haksızlık etme. Bence o kadar da yaban biri değilsin.

- Aslında adama imrendim! Şimdi sürüyü ve çobanı gördüğüm an hissettiklerimi düşününce gerçekten çobanın yaşamına gıpta ettiğimi anlıyorum. Belki çocukça bir gıpta ediş bu, çoban yaşamının bilmediğim ne zorlukları vardır kim bilir? Gerçi çok da yabancı değilim o yaşama. Annem bizzat çobandı benim. İki dedem de çobandı. Benim çocukluğum çiftlik hayvanlarının arasında geçti. Çocuk yaşta az koyun gütmedim ben de Yalova’nın ovalarında! Annemin çocukluğu da keza öyleymiş. Hep anlatır Altıparmak civarındaki yüksek meralarda çocuk yaşında nasıl hayvan güttüğünü… 13 yaşındayken hayvanları dağın eteğinde bırakıp Altıparmak’ın zirvesine çıkmışlar hatta, elde çoban değneği ayakta kara lastik!.. Heidi’nin gerçek hayattaki karşılığıydı annem benim için. Çobanlığa oradan aşinayım. Onun için adama biraz da romantik bir coşkuyla imrendim. Kendisi farkında değil, sorsak belki “Sürünüyoruz işte!” diyecektir. Belki o da benim fiziksel pek bir çaba gerektirmeyen işime imrenecektir. Yoksulluktan dem vuracaktır. Rahat bir yaşama duyduğu özlemi dile getirecektir. Ama yine de bence çok zengin biri… Benim şu anki kafa yapıma sahip olsa; modern hayatın düşündüğü gibi olmadığını, zenginlik olarak düşündüğü şeyin insanı en nihayetinde tatmin etmediğini, asıl meselenin anlamlı ve öze yakın bir hayat yaşamak olduğunu bilseydi, belki dünyanın en mutlu insanlarından biri olarak yaşamını sürdürürdü burada. Ama maalesef, insan önce modern yaşamı ve onun cafcaflı kabuğunun altındaki kofluğu görmeli ki çetrefil bir değişim sürecinden sonra kendi özünü keşfedip gerçek anlamda doyum sağlayabileceği bir yaşamı yaşamaya yönelebilsin –belli bir farkındalık düzeyine ulaşabilecek esneklikte bir zihin yapısına sahip olmalı bunun için, aksi halde insanın kendiyle boğuşarak ömrünü tüketmesi mukadderdir– Burada bahsettiğim bir çember aslında. Köyden çıkıp dairenin yarısını katederek modern yaşama ulaşılır, ardından –eğer farkındalık cevheri varsa– modern yaşamdan tekrar yolun başladığı yere, doğayla iç içe olunan köy hayatına dönülür. Başlangıçtaki ve sondaki konum aynı olsa da zihinsel olarak alınan mesafe karşılaştırılamaz bile. Tabi bu değişim süreci nesillere de yayılabilir. Neyse, selam vermemin sebebim buydu sanırım, imrendiğim bir yaşamın temsilcisiyle bir iki kelam edip ona, biriktirdiğim anılarım arasında yer sağlamak istedim. 

- Yine döktün içini, güzel düşünceler bunlar. 

- Belki boş laflar bilemiyorum. Ne deneyimledik ki ne anlatacağız. Şurada biz bize konuşuyoruz dostum.

- Öyle tabi. Neyse daldık sohbete Kuplika patikasında buluta gömülüp o şahane manzarayı kaçırma derim hızlan hadi seninle birlikteyim ben de.

- Eyvallah…

Boğaza ulaşıp batıya doğru ilerleyen Kuplika patikasına girdim. Patika 100-150 metre ileride 90 derece kuzeye doğru döndüğü için sanki bulut denizinin üstüne doğru yürüyormuşum hissine kapıldım. Bu hisse aşinayım. Bizim yaylanın arkasındaki kayalık yarlarda çok hissederim bunu. Dik uçuruma doğru koşar ve ucuna geldiğimde kollarımı açıp zıplarım. Altımda dalgalanan bembeyaz bulut okyanusuna dalacakmışım gibi bir his dolar içime. Yine bizim yaylada Samayile adını verdiğimiz tepenin eteği boyunca batıya doğru ilerleyen patikada gün batımında yürüyünce aynı şekilde güneşin battığı yere gidiyormuşum gibi hissederim. Geçen cuma günü bu hissi yine yaşamıştım.

Neyse patikayla birlikte kuzeye dönüp, köpüklenen bulut denizi ile ondan kopup dalgalar misali göğe yükselen tombul bulut parçalarına doğru yürümeye devam ettim. Patika yavaş yavaş ormana dalmaya başladı. İlk kayrana ulaştım. Sis de yavaş yavaş yoğunlaşıp etrafı işgal etmeye başlamıştı. İri köknar ve ladinler sisin içinde puslu silüetlerdi. O muhteşem patika ve etrafındaki yaşlı orman özge bir haldeydiler şimdi. Arada yanımdan geçen serseri bir sineğin vızıltısı ile ormanın derinliklerinden çınlayarak gelen tiz kuş sesleri bir de dallarda biriken su zerrelerinin küçük damlalar halinde yere düşerken çıkardığı tekdüze pıtırtılar dışında işitilecek hiçbir şey yoktu. Yaylalarda duman sıkıcı olabilir. Ağaç sınırının üstünde duman bastırdığı zaman görülebilen tek şey yoğun bir beyazlık ve gözlerin önünde kaotik danslarını sergileyen su zerreleri olur. Peki ya ormanda duman inerse?.. İşte o zaman "bir alem-i hayâle" dalar sanki insan. Dünya biçim değiştirir, bilinç durgunlaşır. Manevi bir atmosferdir o. Birbiri ardınca sıralanan ağaçların pusun derinliklerinde gittikçe küçülüp silikleşerek kesif beyazlıkta kaybolmaları, hem bir tekinsizlik hem de dile dökülmesi mümkün olmayan bir huşu içine daldırır zihni. Duman ormanı estetize eder. Bu bir sanat icrasıdır. İnsanın özüne dinlencedir. Onun içindir ki ilk kayrandan çıkıp patikanın gözüme hoş gelen bir yerinde oturup nevalemi hazırladım. Kahveyi demleyip yiyecekleri usul usul indirmeye koyuldum. Tam o anda sol dizimde yavaşça ilerleyen minicik yeşil bir tırtıl gördüm. Kahve soğur ve lokmalar ağzımda çiğnenmeyi beklerken ben tırtılı izlemeye devam ettim. Ne kadar da aciz görünüyordu! Dizimden alıp güvenli bir yere koymaya çalışsam bile, ne kadar dikkat edersem edeyim ölümcül bir şekilde yaralardım hayvanı. Her şeyden habersiz, kadim içgüdülerinin dümen suyunda ritmik bir şekilde devinimini sürdüyordu. Parmağımın ucuna çıkmasını sağladım ve bir yaprağın üstüne yavaşça bırakıp kendi küçük dünyasında sırra kadem basmasını izledim bir dem daha. Duman ağaçları iyice boğmuş, ortalık iyiden iyiye sessizleşmişti. Toparlanıp patika boyunca yürümeye devam ettim. Patikadan çıkıp yayla yerleşkesinin üstündeki son geniş düzlüğe geldiğimde sisin içinden çıkıp aniden önümde beliren iki küçük buzağı ile bir inek yaylanın artık şenlendiğinin haberini veriyorlardı. Küçük buzak beni görünce tedirgin oldu. Hayvanı rahatsız etmemek için "Korkma korkma!" diyerek biraz uzaklaşıp yola devam ettim. Bu ay içinde buraya üçüncü gelişimdi. İkisinde ıssızdı yayla, şimdiki şenlik hali ise kesif dumandan dolayı çok daha ıssız hissettiriyordu. Bir iki metre ötesini seçemediğim patika boyunca ilerleyip yaylanın içine girdim. Sağdan soldan insan sesleri geliyordu. Konuşan kimse yoktu ama birileri bir şeylerle uğraşıyordu seslerden anlaşıldığı üzere. Sisin içinde kimseye görünmemenin verdiği rahatlıkla araç yoluna girip tempomu artırdım. Rüya bitti sayılırdı artık.

Yayla yolunun Suda Yayla yoluyla birleştiği kavşaktan inişe devam ettim. Hızlı bir şekilde indim. Ayı Çıkmazı’nın girişine ulaştığımda yolun ağzında yerde yatan zincir dikkatimi çekti. Buraya arabayla girilmesini istemiyordum hiç. Zaten biri araçla girse de çok ilerleyemeyecek, yola düşmüş kayalar yüzünden geri dönecekti. Ama insan bu sonuçta tutup silah atar, mangal yakar, avlanmaya çalışır kısaca çevreye zarar verirdi. Zincirin bir ucunun asılı olduğu direğe gidip zincirin yerde olan diğer ucunu bağlayıp bağlayamayacağımı kontrol ettim. Kilit asılı duruyordu, sağlamdı ama açık değildi. Tam zincirin boştaki ucunu elime alacaktım ki yoldan araç sesi geldi. Umarım “Ne ediyisun ha buriya?” diye laf işitmek zorunda kalmam dedim içimden ve zinciri boş verip dönüş yoluna devam etmeye koyuldum. Araba virajı alırken durdu. Bana bir şey soracak heralde diye düşünüp selam verdim, yaşlı bir amcaydı:

- Selamün aleyküm.

- Aleyçumu selam. Saçiz yapacağum haburiya.

- Nerede yapacaksın?

- Efendum, anlamadum!?

- Sakız toplayacağım dedin ya, nerede toplayacaksın?

- Oradan buradan işte.

- Tamam amca kolay gelsin.

- Sağolasin.

Benim ondan tedirgin olduğum kadar o da benden tedirgin olmuştu. “Orman görevlisi falan sandı sanırım.” diye düşünüp kendi kendime gülerek eğimi iyiden iyiye azalan yolda yürüyüşe devam ettim. Yolun sonuna yakın bir noktada yol kenarından bitkilerin içine giren bir hayvan gördüm. Sapsarıydı. Arka bacaklarının şeklinden tavşan veya kedi olabileceğini düşündüm. Çok uzaktan –o da anlık– gördüğüm için çıkaramadım ne olduğunu. Hayvan kaçmamıştı. Orada, gümrah bitkilerin içinde duruyordu. Telefondan video kaydını açıp hayvanın demin bulunduğu yere gittim ki otlar sert bir şekilde kıpırdadı ve hareket başladığı gibi bitti.

- Nesin sen bir göster bakalım kendini. Tavşan mısın, kedi misin?

Hareket yoktu. Ufak bir taşı bitkilerin içine attım yine hareket belirmedi. Derken aşağıdan bir araç sesi geldi. Ben de hayvandan uzaklaşıp araca el ile selam verdikten sonra yolun bitişine doğru vurdum yorgun bacaklarımı. Duman yukarıda kalmıştı artık ama hafif bir çise bütün bedenimi yavaş yavaş nemlendirmeye başlamıştı. Araca ulaştım ve bu fantastik aksiyon da unutulmaz anılar arasında yerini almış oldu.


04.06.2021 - İkizdere 

 
































































Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..