Sarpinovit, Kalçarak, Kuruyatak... Ve Bir De Koca Oğlan

"The most dangerous thing you can do in life is

play it safe!"

Casey Neistat


İkizdere için aklımda kalan son bir yer vardı… Aslında iki yer kalmıştı ama tek bir rotada birleştirmiştim. Cimil Serdarlar bölgesinden başlayıp Sarpinovit Vadisi’ni geçerek Sefkar Gölleri’ne, oradan aşıtla Çifte Göller ve Yedigöller’e, oradan da yine aşıtları aşarak sırasıyla önce Aksu Gölleri'ne sonra Kuruyatak Vadisi üzerinden tekrar Cimil’e geçen uzun ve zor bir rotaydı. Geçen sonbahar o rotayı yürümek üzere sabahın karasında vurmuştum yola ama hem Kuruyatak Vadisi’nin hem de Sarpinovit Vadisi’nin girişinde bulunan çoban yataklarındaki onlarca Sivaslı beni görüp kıyameti kopardıkları için vazgeçmiştim rotadan. Onun yerine iki vadinin ortasında kalan Kalçarak Vadisi’nden doğaçlama bir parkur ile Sefkar Gölleri’ne geçmiş, oradan da Çermaniman’a aşmıştım. Ve’l hâsıl-ı kelâm Cimil bölgesinde iki vadiye ayak basmamıştım şimdiye kadar: Sarpinovit ve Kuruyatak…

İşte bugün için bu iki vadi üzerinden geçen yeni bir güzergâh çıkardım dün akşam. Sonbaharda oluşturmuş olduğum güzergâhtan Yedigöller’i çıkardım zira yeni gitmiştim. Bu rota İkizdere’de henüz ayak basmadığım son bölgeler içindi. Sarpinovit’in dağlara yakın en kuzey kısmını görmüştüm -iki kere- ama vadiyi yürümemiştim, ıssız ve metruk bir bölge olduğundan aşırı merak ediyordum. O merakı bugün tatmin etmiş oldum, nihayet…

Perşembe günü için –garip bir şekilde– yine hava kapalı gösteriyordu. Yağmur ihtimali azdı ama bulut olacaktı. İspir’e baktığımda ise havanın tamamen açık olacağı öngörülüyordu. Civar yöredeki Verçenik, Tatos gibi yüksek dağlar için hava durumuna baktığımda yine bulutlu görünüyordu. Kendi tahminim – ya da umudum mu demeliyim– açık olacağı yönündeydi. Ben de sabah için saati 05.40’a kurup yattım. Yine alarmdan önce kalkıp ilk iş pencereden baktım dağlara: Yarılarına kadar dumana gömülüydüler ama bu durum yüksekler için geçerli değildi çok büyük ihtimalle. Zira tamamen kapalı bir havaya göre parlak görünüyordu bulutlar. Bu bulut denizine işaret eder genelde, yani yüksek dağlar duman denizinin üstündeydiler şuan. Cimil’e ulaştığımda bulut denizinin kıyısından açık havayla buluşmayı umarak –aslında bundan emin bir halde– araca geçip İkizdere’yi terk ettim.

Yol boyunca direksiyona eğilmiş, gözlerim gökyüzüne dikili halde sürdüm aracı. Bulutlar kâh parlaklaşıyor kâh matlaşıp koyulaşıyordu. Bulutların bir yoğunlaşıp kararması, bir seyrelip parlaması kafamı karıştırıp beni şüpheye düşürdüğünden aracı da hevesle hızlandıramıyordum. Ama Akırgel Şelalesi'ni yeni geçmiştim ki karşı tepelerde bulutların açıldığını, güneşin parladığını; kuzey tarafında ise bulutların arasından gök mavinin ortaya çıktığını fark ettim. Asıldım gaz pedalına o anda ve bir çırpıda Cimil’e vardım.

Tam düşündüğüm gibiydi. Güvenköy’e az kala bulutlar arkamda kaldı ve tek bir bulutun bile pürüz yapmadığı çıplak gökyüzü dikildi karşıma. Tıpkı sudan yeni çıkmış çift yaşar bir canlı gibiydim. İçinden çıktığım deniz ardımda kalmış; ağır ağır sahile vurduğu bulut dalgalarından kopan birkaç parça, tepeler boyunca silinerek yükseliyordu. Bambaşka bir dünyaya girmiş gibi hissettim; gibisi fazla, kelimenin tam anlamıyla özge bir dünyadaydım şimdi. Tepelerin başını okşayarak vadiyi ısıtmaya henüz başlayan çıplak sabah güneşinin altında aracımı Serdarlar bölgesine doğru sürmeye devam ettim.

Kuruyatak Vadisi’nin girişi yine bir sürü çoban barınağı ile doluydu. Oradaki muhtemel Sivaslı karşılaşmalarını dönüşe erteleyip, girişinin tutulmamış olmasını umduğum Sarpinovit’e diktim gözümü. Rotayı bitirip tekrar Cimil Vadisi’ne döndüğümde aracıma doğru çok yürümek zorunda kalmamak için nispeten ortada bir bölgede bıraktım arabayı. Dönerken de Kuruyatak Vadisi’ndeki araç yolundan değil bu yola paralel ilerleyen ama tam zıt yönde, vadinin doğu yakasında bulunan patikayı kullanacaktım. Hem yol kısalacak hem de çobanlarla uğraşmak zorunda kalmayacaktım. Yani en azından öyle umuyordum…

Neyse, araçtan ayrılıp Serdarlar Bölgesi’ne doğru yürümeye başladım. Yolun çatallandığı noktaya ulaştım. Sol taraf Çermaniman’a giden yoldu. Hödüğün biri arabasını tam yol ortasına park etmiş, Allah bilir nereye gitmişti. Şimdi Çermaniman’a gidiyor olsaydım, geçemeyecektim yoldan araçla. Neyse ki orası değildi amacım… Sağ tarafa saptım ve 15-20 metre sonra yol bitti. Elbette sürpriz değildi bu, buraya defalarca gelmiştim. Yol bitiyor, dere üzerinde ahı gitmiş vahı kalmış bir köprü iskelesinden sonra Sarpinovit patikası başlıyordu. Köprü dediysem 3 adet paslı çelik kirişten oluşan ne idüğü belirsiz bir şeydi. Birinin ucu derenin içindeydi. Biri ortadan eğilip derenin içinden geçiyordu. Diğer yine yamuktu ama en azından kuru bir geçiş sağlayabiliyordu. Çelik kirişler beton payandalara, üzerlerine taş konularak “sabitlenmişti”. Sağlam(!) olanın üstünden geçerken zıpladım resmen. Hem sağa sola eğriliyor hem de aşağı yukarı hopluyordu. Üzerinde çok oyalanmayıp seri adımlarla derenin karşısına ulaştım ve patikayı aramaya başladım. Zira belirgin değildi. Cimil Vadisi’nin gümrah çayırları gece nemiyle ağırlaşmış, kıpırtısız duruyorlardı. Patikayı ararken 5-10 adımda botlar ve dizlere kadar pantolon sırılsıklam oldu. Sarpinovit Vadisi'nin girişinde, hemen doğu tarafında yükselen Boztepe güneş ışıklarına geçit vermediğinden kurumak da zaman alacaktı. Üçüncü seferindeki yeni botlar için de sağlam bir su geçirmezlik testi olacaktı bu. Islaklığa aldırmamaya çalışarak Sarpinovit Vadisi’ne giden patikayı aramaya koyuldum.

Gür bitkilerin arasında çok silik bir iz mevcuttu. Huş ağaçlarıyla kaplı yüksek kayalığın altından geçerek dereye paralel bir şekilde vadiye doğru gidiyordu. Ben de daha fazla aramadan var yok izin peşine takıldım. Bu iz, rota üzerinde takip etmem gereken patika değildi. Asıl patika dereden biraz daha yukarıda seyrediyordu ama sıkıntı yapmadım bu durumu. Bitkilerle kaplı kayalık üzerinde daha da ıslanarak tırmandım ve takip etmem gereken asıl patikayı bulup yürüyüşe devam ettim.

Boztepe’nin kuytu gölgeliğinde ilerliyordum hala. Sağ tarafımda minik çağlayanlarla akan derenin gürültüsü biraz fazlaydı. Vadinin bu ilk kısımları dik ve dar olduğundan dereye yakın seyretmekten başka çare yoktu. Vadi duvarlarına çarparak çoğalan dere sesi kulaklarımı dolduruyor, kuşların ve börtü böceğin huzurlu ezgilerine yer kalmıyordu. Bir noktada patikanın önü eğreti dizilmiş taşlardan oluşan alçak bir duvarla kesildi. Duvardan aştım ve patikaya devam ettim. Vadiyi sadece derenin ve patikanın geçebileceği kadar sıkıştıran bir kayalığı daha geçtikten sonra güneşle kucaklaşmıştım artık. Bu noktada bitkiler bile kuruydu. Sağ tarafta dere bir şelale daha oluşturuyor ama ondan yukarı yayvan vadi tabanında geniş geniş akıyordu. Birden burayı hatırladığımı fark ettim! Yıllar önceydi... Coğrafya öğretmeni arkadaşımla Cimil’in Serdarlar bölgesine gelmiştik. Ana vadinin yayvan tabanında biraz dolaşıp karpuz ve peynir yemiş, çay içip keyif pekiştirmiştik. Daha sonra vadiyi merak edip doğu yakası boyunca yükselmiştik. Hava dumanlıydı, pek bir şey görünmüyordu. Ne Serdarlar ismini biliyorduk ne de Sarpinovit’ten bir haberimiz vardı. Öyle karga tulumba yürüyorduk sık huş ağaçlarının arasından. Şimdi karşıma çıkan bu şelaleyi geçmeyip geri dönmüştük. Vadinin yürüdüğümüz yakası çok dikti ve sık çalılıklar yüzünden yürümek zordu. Daha fazla zorlamak istememiştik ama bölgeyi bilmediğimizden derenin karşısına nasıl geçeceğimizi de bir türlü çözememiştik. Dere Sarpinovit’ten çıkıp ana vadiye girdiğinde Saler Yayla’dan gelen ırmakla birleşiyordu. Tabi bunu da düşünmemiştik. Bir noktada “Sikerler, ben geçiyorum aga…” deyip ayakkabılarla paçaları bile sıvamadan dalmıştım suya! Allahtan telefonu, cüzdanı vs. üst ceplere aktarmayı akıl etmiştim. Benden cesaret alan arkadaş da aynı şekilde dalmıştı suya (yoksa önce o mu geçmişti?). Hemen hemen apış aramıza kadar ıslanmıştık. Ama keyifli bir deneyimdi. Aşağıya inince bugün geçtiğim iskeletten hallice köprüyü görüp ondan karşıya geçmiştik. Şimdi karşıma çıkan çağlayan bana bunları hatırlattı. Neyse… Artık körpe günışığının sıcaklığıyla sarmalanmış bir halde yürüyordum. Ayakkabılar da pantolon da kurumaya durmuştu. Vadinin eğimi şimdi daha tatlı ve tabanı daha dost canlısıydı. Stabil bir tempoyla yürümeye devam ettim. Karşıma eski yaylacıların elle teker teker dizdiği taşlardan oluşmuş geniş yol çıktı. Art arda iki çarşak bölgesini kesen muntazam düzlükte adımlara şenlik patikalardı. Yaylacı hayvanların ve çobanların çileli ayaklarıyla belki yüzyıllarca ezilmiş, toprakta pekleşmişlerdi. Şimdi ıssız ve isimsizliğe namzet bir bölgede geçecek tek bir yolcuya hasret öylece bekliyorlardı. Ağzım kulaklarımda sırıtıyordum adımlarken ama burnumda da bir hüzün titriyordu o an! Asırlara meydan okuyan bu kadim patikalar bölgenin pek çok yerinde bir kepçe darbesiyle silinmişti hep. Maalesef, kültür değeri bilinmeden harcanmıştı memleketimde... Neyse, yine daldım derinlere...

Patikaları geçtikten sonra, bir noktada derenin karşı yakasında terk edilmiş Sarpinovit Yayla’sını gördüm. Uydu fotoğraflarından orada yayla olduğunu biliyordum. Terk edilmiş evlerin taş duvarları çok net seçilebiliyordu uydu görüntülerinden. Yaylanın içinden geçmemek olmazdı, dereden karşıya geçecek uygun bir yer aradım ama taşların aralıkları fazlaydı. Uygun gibi duran bir noktayı gözüme kestirdim. Zıplayacağım son kayanın üstü cilalı ve ıslaktı, kayma riski çok fazlaydı ama kıçımın üstüne düşüp bel altı ıslanma riskini göze alarak zıpladım. Sol ayağımın üstünde kayaya indim, ayağım 4-5 cm kaydı ama yine de sabit kalabildim. Sağ ayağımı sağlam toprağa basıp, gür şortohların arasından eski yayla konaklarının kalıntılarına yaklaştım. 5-6 ev izi vardı. Burada yaşanmışlıkları düşünerek biraz vakit geçirip tekrar dereye doğru yaklaştım. Dere yatağının sığ ve geniş olduğu uygun bir yerden kolaylıkla karşıya geçip vadinin doğusunda yükselen tepenin yamacı boyunca yükselmeye başladım. Bu noktadan sonra vadi merdiven gibi basamaklanıyordu. Vadi tabanında dere boyu seyretmektense dereden biraz uzaklaşmak daha mantıklı göründü o an. Bastığım zemin daha engebeliydi ama en azından kulaklarım biraz rahat edecekti. Bir noktada ilk basamağın düzüne ulaştım. Burası At Meydanları denen bir bölgeydi. Süsenler, unutmabeniler, Hemşin zambakları, envai çeşit papatya, turuncu gelincikler ve türünü bilmediğim sürüsüne bereket rengârenk çiçek ile kaplıydı düzlük. Ortasında defaatle çatallanıp mendereslenerek akan sığ çaylar vardı. Tam kuzeyde yükselen karla alacalanmış kayalık Çapans Dağları ile hoş bir zıtlık oluşturuyordu bu bölge. Geçen sonbahar Sefkar Gölleri’nden inip Bekçi Sivrisi'ne tırmanırken At Meydanları'na sadece uzaktan bakarak geçmiştim. O zaman tekdüze ve parlak altın sarısıyla kaplıydı. Şimdi ise renk paleti coşmuş, çeşitlenmişti. Yeşil, kırmızı, penbe, mor, sarı, mavi ve bu renklerin her birinin farklı tonlarıyla ışıldayan milyonlarca çiçek, orta şiddette esen rüzgârla bir karar dalgalanıyorlardı. Çiçeklere olabildiğince basmamaya çalışarak göller bölgesinden gelen çayı takip etmeye başladım. Bir noktada, kayalık zirvelerin hemen altından doğuya yöneldim. At Meydanları’nda çatallanıp ayrılan derenin şimdi tek bir kol halinde aktığı, yer yer kürtüklerle kaplı küçük vadiyi tırmanmaya başladım.

Eğim artmıştı. Daha da artacaktı! Önümdeki kayalık bölgeyi tırmanıp Sefkar Gölleri’nin üçüncüsünü görüş alanıma soktum. Göl koyu maviydi. Yer yer sertleşen rüzgârla dalgalanan sathı, çevreyi yansıtamayacak kadar hareketliydi. Kıyı bölgelerindeki sığlıklar nispeten açık renkliyken, bir iki metre sonra aniden koyu mavinin hükmü başlıyordu. Kayalıkları, yer yer elleri de kullanarak tırmanmaya devam edip ikinci Sefkar Gölü’ne ulaştım. Yanına inmeyip, kıyısı boyunca yükselen kayalıklardan gölü izleyerek devam ettim tırmanmaya. Kayalığın en üst bölgesine geldiğimde, kuzey tarafında birinci Sefkar Gölü karşımdaydı artık. Bu göl Sefkarların en büyüğüydü. Bulanık turkuaz rengiyle de diğer göllerden ayrılıyordu. Aslında burada toplamda dört göl var, lakin aşağı Sefkar Gölü denen orta boylu diğeri şu an bulunduğum yerden gözükmüyordu. Uğramak rotayı çok bozacağından onu es geçip birinci Sefkar Gölü kıyısına inmeye başladım. Burada uygun bir kaya bulup oturdum. Nevaleleri çıkarıp çay demledim. Doğu tarafımdaki aşıt çok yüksek durmuyordu. Neredeyse gölle aynı irtifadaydı diyebilirim. Geçen sefer oradan çıkmış, aşıtın üstüne gelir gelmez göllerden önce çengel boynuzlu dağ keçileriyle karşılaşmıştım. Bugün ise yabandan pek bir eser yoktu. Bakalım rotanın kalan bölümleri neler gösterecek diye düşünürken yemeği de indirmiştim dibine…

Yemekten sonra yanımda getirdiğim kayısı ve kirazlardan biraz attım ağzıma. Sonra sessizliği dinlemeye koyuldum. Eforla açılmış ciğerlerime doldurabildiğim kadar doldurduğum temiz havayı şiddetle ses tellerimden geçirip bağırdım bir anda: “Dağlaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaarrrrr!!!” Ses bir iki saniye yankılandıktan sonra yitip gitti, ardı tekrar sessizlikti… Bu kadar dinlenmek kafi diyerek kalktım ve aşıta vurdum tabanlarımı…

Aşıtın üstüne gelip Kuruyatak Vadisi’ne geçmek için aşacağım bir sonraki aşıtı seçmeye çalıştım karşımda diklenen dağların arasında. En güneydeki dik zirvenin sol yanındaki aşıta baktım önce. Orayı gözüme kestirdim ama bir gariplik vardı. Bu kadar güneyde olmamalıydı. Gözlerimi biraz daha kuzeye indirip daha halim duran iki tepenin arasındaki pürüzsüz ve yayvan aşıtta sabitledim. Evet, orası olmalıydı. Yukarıdaki Garç Yaylası’ndan başka hiçbir yere indirmeyecekti beni. İzohips haritasına bakıp kesinleştirdikten sonra Kalçarak Vadisi’ne doğru aşıtın dik tarafını inmeye koyuldum. Diğer yüzüne göre aşıtın bu tarafı hem çok dik hem de jilet gibi keskin kayalardan oluşan oynak bir çarşakla kaplıydı. Olabildiğince çimenlik bölgelerde kalmaya çalışarak dikliği indim. 50-60 metre nispeten düz çarşak bölge üzerinde ilerledikten sonra, kuzey tarafımda uzanan Kuruyatak Vadisi’ni görüş alanıma soktum. Bu vadi de –Sarpinovit kadar olmasa da– bir hayli ıssızdı. Sonbahardan hatırladığım kadarıyla sadece 2 ev vardı… Kuruyatak’ı ise girişindeki çoban barınakları dışında hiç bilmiyordum ama muhtemelen iki vadiden çok daha şenlik olacaktı.

Aşıtı aşağı doğru tükettikten sonra irtifa kaybetmemek için vadinin tabanına inmeyip güneye doğru yan yan ilerlemeye başladım. İnişli çıkışlı ve bir hayli engebeli bir güzergâhtı ama irtifa kaybetmekten iyi olacaktı. Kalçarak Vadisi’nin dağlarla çevrildiği en güney bölgesini bir yay çizerek geçtim ve sonunda beni Kuruyatak’a bağlacak olan aşıtın bulunduğu küçük vadinin girişine yaklaştım. Nispeten düz bir bölgeye gelmiştim ama önümde kalın ve sert bir kürtük uzanıyordu. İlk adımları dikkatlice atıp kürtüğü yokladıktan sonra koşarak geçtim. Ve kayalık bölgeye ulaştım. Boyumu birkaç kat aşan iri kayalar arasında yürürken "Olur da bir kocaoğlan çıkar karşıma, sürpriz olmasın hayvana!" diye bağırayım dedim. Bağırmamla birlikte arkamda bir hırıltı duydum! O kadar canlı ve netti ki sesin kendi kuruntum olması mümkün gelmedi o an. “Köpek hırlamasına benziyor. Köpek olması mümkün olmadığına göre kurt olabilir mi? Hayır, kurt kolay kolay görünmez adama, hem burada kurt olmaz… Ayı olmalı!” Bu düşünceler saniyenin bilmem kaçta biri süresinde hızlıca geçti aklımdan. Arkama bakmadan 8-10 adımda hızlıca uzaklaştım sesin geldiği bölgeden ve neden sonra arkamı dönüp bölgeyi kontrol ettim. AHAAA! Bozayıymış! Demin bulunduğum bölgeye bakınca hayvanla ne kadar yakın olduğumuzu fark ettim. O da ben de fark etmemiştik durumu. Bağırmamla beni fark etmiş ve hırlamıştı. Hatta belki korkuyla üstüme gelecekti ki benim göz teması kurmayıp uzaklaştığımı görünce, kendini güvende hissetmek için kaçmakta karar kıldı. Bu karşılaştığım 6. ayıydı ve tehlike potansiyeli en fazla olanıydı. Bozayının kayalıkları tırmanışı bu yazıyı yazarken bile hala başa sarıp duruyor zihnimde! Ayının rengi neredeyse beyazdı. Heybetli adeleleri kasılıp gevşerken gümüşî kürkü sedef parıltısıyla ışıldıyordu. Ödü kopmuştu hayvanın! İçgüdüsel tepkimden sonra ben hemen sakinleşmiştim lakin zavallı hayvan kayalıkları can havliyle tırmanıyordu. Korkması gereken sefil bendim ama bu sâfî kudret arkasına bakmadan kaçıyordu işte. Yine!..

- Ne dersin bu işe Dersu? Kayaların üzerinde nasıl da tırmanıyor! Adelelerinin devinimine bak! Şundaki yabanıllığa bak! Fazla hiçbir şeye ihtiyacı yok; soğuktan koruyacak kürkü, keskin duyuları, uzun ve güçlü pençeleri, inanılmaz bir kuvveti var. Yiyecekleri her yerde, hangi kayanın kovuğunu isterse uzanır yatar orada. Bir gece bir yerde öbür gece bir başkasında… Ama gel gör ki bu cisimleşmiş acziyetten ardına bakmadan kaçıyor! Hayvanın özgür yabanıllığını bozduğum için kendimden utandım resmen. Bir de doğada bağırın derler, dehşete düşürün hayvanları, kaçsınlar sizden köşe bucak! Buna hakkımız var mı Dersu? Yaşayacak yer bırakmamışız hayvanlara, her yeri zapt etmişiz bir de keyf için dağlara gelip yabanla karşılaşmamak için bağırıyoruz. Bağırmak neyse silahla gezip sanki suçlu oymuş gibi kendimizi ondan korumak(!) için canını almaya hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Bu nasıl bir hayasızlık, nasıl bir aç gözlülük, ne menem bir kibirdir anlamıyorum Dersu!

- Ohhoo! Dostum, lütfen sakin ol biraz. Haklısın sonuna kadar ama sen etki alanına odaklan. Bütün insanlardan sen mesul değilsin. Riski alıp bağırmadan dolaş, rahatsız etme hayvanları ya da gelme buralara, öbür türlü kendinle çelişirsin. Ama çok abartmanın bir alemi yok. Hayvan gördü kaçıyor işte. Bütün gece gündüz onun burada, bir anlık korkunun onun için çok bir şey değiştireceğini sanmıyorum. Diğer insanların yaptıklarından onlar sorumlu, sen düşündüğün gibi davran gerisini kendine dert etmenin ne sana ne yabana bir faydası var! İnsanlar yontulmadan böyle incelikleri düşünecek seviyeye gelemiyorlar. Öğretmensin benden iyi bilirsin. Eğitim şart maalesef, senin etki alanın da bu, genç zihinlere bu durumu anlatmalısın, gerisi senin elinde değil.

- Haklısın haklı olmasına da, engelleyemiyorum öfkemi. Neyse. Hayvanın yabanıllığında kaldı aklım hala. Thoreau’nun Doğal Yaşam ve Baş Kaldırı adlı kitabında anlattığı bir durum vardı. Walden Gölü çevresindeki yürüyüşlerinden birinde bir dağ sıçanı ile karşılaşır ve onu bir anda bütün olarak yutma arzusunun bütün bedenini kapladığı mealinde bir şey söyler. Sıçanın sahip kendisinin mahrum olduğu o katıksız yabanıllığı bu şekilde içinde hissedebileceği zannına kapıldığını ifade eder. O zamanlar anlamamıştım pek, iğrenç gelmişti hatta ilk okuduğumda ama şimdi öyle bir anlamış durumdayım ki o büyük zihni ve kocaman yüreği! Şu ayının yabanıllığı ne büyük zenginlik, ne büyük bir lütuf… Kelimeler gerçekten ifade etmeye yetmiyor. Bunun yaşanıp hissedilmekten başka anlaşılabilmesini sağlayacak bir ifade yöntemi yok. "Nasıl yaşamalı?" sorusuna her büyük filozof kendince bir cevap vermiş. Değerli düşünceler ortaya koymuşlar ama gel gör ki bir ayı, hatta sokaktaki bir köpek yaşam konusunda daha bilge olabiliyor filozoflardan...

- Seni çok iyi anlıyorum dostum, merak etme.

- Anladığını biliyorum. Seni bu kadar sevmemin sebebi de bu zaten. Hayatın o yabanıllıkla hemhal olarak geçti senin… Seni yabandan ayırdıklarında da… EEeee?!? Neyse, ben aşıta devam edeyim dostum.

- Ondan ayırdıklarında öldüm, evet öldüm, çekinmene gerek yok söyle açıkça…

- Açıkça söylemek istemedim ama evet, eline modern, otomatik bir tüfek verdiler ve ölümün o tüfeğe göz koyan çapulcular elinden geldi. Ormana gömdüler seni, sonra ormanı da kestiler. Ne mezarın kaldı, ne de mezar yerini bilenin… Ah Dersu, çok etkilenmiştim hayatından.

- Neyse duygusala bağlama yine hadi devam et aşıt seni bekler.

- Tamam tamam, yürüyorum, görüşmek üzere.

- Eyvallah.

Rotamı biraz değiştirip küçük vadinin karşı yakasına geçtim. Bir iki nara attım ve aşıta doğru yükselmeye koyuldum. İçinde bulunduğum bu küçük vadi bir askı vadisiydi. Askı vadileri ana buzulu besleyen kaynaklardandır, ve onun kolları şeklindedirler. Ana buzulun üzerinde aktığı vadi daha derin olduğundan bu küçük vadiler buzullar tamamen eridiğinde ana vadinin tabanından yüksekte kalırlar ve genellikle ana vadiye bağlandıkları noktada şelale oluştururlar. Saler Vadisi askı vadilerine verilebilecek en tipik örneklerden biridir mesela. Neyse, ukalalığım tuttu yine, kadim buzulların artığı üzerinde yükselip aşıta yaklaştım.

Aşıtın doğu yüzü erimeye devam eden hilal şeklinde bir kürtük ile kaplıydı. Kürtüğün kuzey ucundan dolanıp aşıtın geniş yüzeyine çıktım. Batıya doğru ilerleyince aşağıda Şeytan Gölü görüş alanıma girdi. Etrafı çarşakla kaplı, küçük ve sıradan bir su birikintisiydi. Göle doğru inmeye başladım. Tıpkı Kalçarak Vadisi’nde yaptığım gibi bir yay çizerek Kuruyatak Vadisi’nin en güneyini göllere sırayla uğrayarak ve çok fazla irtifa kaybetmeden geçmeyi planlıyordum.

Kuruyatak Vadisi’nin en güneyi, üzerinde sivri doruklar bulunan, kuzey-güney yönelimli iki sırtla bölünüyordu. Bu sırtların aralarında sırayla 3 göl bulunuyordu. En doğudaki Şeytan Gölü, ortadaki Çürük Gölü, batıdaki ise Çitrik Gölü… İnişi tamamlayıp ilk gölün tamamen kayalık güney kıyısını atlaya zıplaya geçtikten sonra karşıma yine bir iniş ve çıkış güzergâhı serildi. Tam alt tarafta Çürük Gölü, ismine uygun bir şekilde sığ suları ve mendereslerle kaplı batak çevresiyle kuş bakışı görünüyordu. İrtifa kaybetmemeye çalışıp kayalık yamaçlardan yer yer tırmanarak ilerledim. Önümde yükselen kayalık tepeyi de aştıktan sonra Kuruyatak Vadisi’ndeki göllerin en büyüğü olan Çitrik Gölü aşağıda göründü. Etrafındaki inekleri görünce şaşırmadım desem kuyruklu yalan olur. Bu kadar kalabalık olacağını hiç beklemiyordum. Vadinin aşağı kesimlerindeki yamaçlarında küçükbaş sürüleri de seçiliyordu. Çok oyalanmadan göle doğru inişe geçtim. İlk kez gördüğüm kuş türleri suyun yüzeyine çok yakın bir şekilde uçarak benden uzaklaşıyorlardı. Bunların türlerini sonradan araştırıp bulmak için fiziksel özelliklerini, uçuş şekillerini ve seslerini zihnime kaydettim (eve geldiğimde rehber kitaptan tarayıp kuşun "ak kanatlı sumru" olduğunu öğrendim ve doğaya dair "yeni bir hakikatin fethiyle" zenginleştim.) Gölün kuzey kıyısında belirgin bir patika vardı. O patikaya girip ilerlemeye devam ettim. Bütün inekler kafalarını kaldırmış beni izliyorlardı. Onları rahatsız etmemek için sağ taraftaki yamaca doğru yükselmeye başlayıp gölden uzaklaştım. Çitrik Gölü’nün gidegeninin oluşturduğu, Kuruyatak Vadisi’ne inen küçük vadi ayaklarımın altına serildiği yerde bir kayaya oturup çantamda kalan nevaleyi çıkardım. Tepeleme bir avuç kiraz ile üç iri kayısıyı anında, hiç teklemeden indirdim.

Meyveleri de hiç ettikten sonra inişe geçmenin vakti gelmişti. Aşağıda Kuruyatak Vadisi duman deniziyle dolmaya namzet uzanıyordu. Derenin kenarındaki belirgin patikaya girip hızlı bir şekilde inmeye başladım. Bir yandan da arkamı dönüp güneyde yükselen sivri zirveleri izliyordum. Bu zirveler ve aralarındaki aşıtlar yakın zamanda geçtiğim Aksu Gölleri bölgesine sınırdı. Artık aşıtların ve zirvelerin iki yüzüne de aşina olmuştum. Bundan sonra buralarda yürümek ve trans yapmak daha kolay ve güvenli olacaktı.

Kuruyatak Yaylası’na doğru patikayı takip ederken aşağıdan önce insan sesleri duydum, sonra seslerin sahibi olan 4-5 kişilik bir grup çarptı gözüme. Bir aileydi! Kuruyatak’ın şen hali yine şaşırtmıştı beni. Demek kalabalık bir bölgeydi. Hızlıca ilerlemeye devam ettim. Gruptan kopan iki kız çocuğu beni gördüklerinde arkalarını dönüp bir şeylerle uğraşır gibi yaparak benimle göz göze gelmemeye çalışıyorlardı. Onları rahatsız etmemek için patikadan çıkıp uzaklarından geçtim. Çok sürmedi ki yaşlı bir teyze ile iki küçük çocuk daha karşıma çıktı. Teyzeye selam verdim:

- Teyzem kolay gelsin.

- Sağolasin.

- Bu Kurtdere Yaylası neresi oluyor?

- Kurtdere Yaylasi aşağidedur.

- Peki Kuruyatak Yaylası?

- Habu corunen Kuruyatak’tur. Onun az üstündeki de Veran Yayla’dur.

- Veran Yayla. Dur yazayım teyze, ben bunları yazacağım sonra onun için soruyorum. Tuttum seni kusura bakma.

- Sen nerdan celiisun?

- Ben İkizdere’den geliyorum. Öğretmenim orada.

- Oğretmensun! Eyi.

- Geziyorum böyle dağları. Hemen her yeri dolaştım bir burası kalmıştı buraya da gelmiş oldum.

- Eyi ettun.

- Bu Sarpinovit’i biliyor musun?

- Duymişim.

- Oradan başladım yürümeye böyle dağlardan aştım geldim buraya.

- Vuu! Eyi yurudun.

- Bu yukarıdaki gölün olduğu bölgenin bir ismi var mı?

- Orasi Çitruğun Coli’dur. Onun yanine Tenevur.

- Tenevur?

- He, Tenevur.

- Bir de Şeytan Gölü var en yukarıda.

- Evvet.

- Teyzem çok sağolasin.

- Kurtdere’nun altine Küçük Yayla. Onun altine mezralar vardur. Daha da altine Ortaçoy!

- Sonrası İkizdere (Gülüyorum).

- He.

- Sağolasın teyzem, tuttum seni kusura bakma. İyi günler sana.

Arkamı dönmüş gidiyordum ki sordu teyze:

- Senin ismun?

- Benim ismim Bayram Kus. Çamlıhemşinliyim.

- Çamlihemşinlisun, buriya oğretmensun. Çocuğun var mi?

- Ben evli değilim teyzem.

- Olur, o da olur. Ben da uç tane vardur.

- Allah bağışlasın teyzem.

- Sağolasin.

- Hadi kendine iyi bak, güle güle.

- Sana da cule cule, Allaha emanet.

Teyzenin ismini sormayı unuttuğumu neden sonra fark ettim ama artık uzaklaşmıştı. Teyzeden ayrıldıktan sonra yeni öğrendiğim yer isimlerini ve teyzeyle yaptığım muhabbetin detaylarını unutmamak için aklımda tekrar ederek yürümeye devam ettim yine. Bir noktada patikanın sağ alt tarafındaki düzlükte piknik yapan bir grup daha gördüm. “Ya nasıl da kalabalık bir yermiş burası, halbuki etrafta mavi brandalı derme çatma çoban barınakları dışında insanların uzun süre konaklayabilecekleri evler yok. Heralde günübirlik geliyorlar.” diye içimden konuşurken yerde oturan amca bağırdı:

- Hoooy! Gel yemak ye, bi çay iç, gel.

- Amcam sağol ben hallettim o işi çantamda var yemek. (Yalan söyleme hayvan herif, hepsini yemedin mi demin?)

Genç bir kadın aceleyle ayağa kalkıp bağırdı bu sefer:

- Ay gel, çay iç gel! Çay iç bari!

Bir yandan da oradakilerle konuşuyordu:

- Çitrik’ten geliyordur. (sonra yine bana hitaben) Otur gel.

- (Kadının içten tavırları yabaniliğimi gevşetti) Çay da var ama tamam oturayım.

Amca sordu:

- Nerdan celiisun?

- Bu Sarpinovit’i bilirsiniz.

- Evet.

- Oradan yürüdüm, yukarı bu arkadaki vadiyi aştım yukarıdaki göllere uğradım geldim.

- Yalağuz!

- Evet.

- Yalağuz olmadi oğul. Burada yaban olmaz ama ...

- Var gördüm yukarda!

- Vardur da bir şey yapmaz. Düşüp kirarsun bir tarafuni kimse bulamaz seni o çotidur. (Hele şükür "Bir şey yapmaz!" diyen biriyle karşılaştım sonunda!)

Kadın araya giriyor:

- Gezerken bileğin burkulur, bir şey olur, kim bulacak seni burada!

- Tamam da abla kim gelecek benimle birlikte de, bu dağlarda 30 km yürüyecek. Ne yapayım? Gelmeyeyim mi? Dikkat ediyorum işte yapacak bir şey yok. Hem yalnızlık daha çekici geliyor. İnsanla gezince serbest olamıyorsun.

- Memleket neredur? (amca soruyor.)

- Çamlıhemşinliyim.

- Ooo. Benum orada çok taniduklarum vardur. Neresindensun?

- Koçd…. (Yaylada olduğumuzdan heralde kendi yaylamı söylüyordum) Eee! Dikkaya köyü. Eski ismiyle Mekaleskirit.

- (Düşünüyor) Sen aşağidensun heral!

- Evet 3 km aşağıda ilçe merkezinden, Ardeşen sınırında.

- Evet benum deduğum Baş Hemşin’dur.

- Ooo. Amca o eski Hemşin. Verçenik’e çıkardın bizi.

- Orada çok taniduklarum vardur. Bu Çiçekli Yayla’yi bilur misin?

- Bilmez olur muyum, avcumun içi gibi hemde.

Amcayla bu minvalde baya konuştuk. Kızları ve torunlarıyla birlikteydi. Ailecek sahip oldukları içtenlik beni çok etkilemişti o anda, içim ısınmıştı. Çoluk çocuk oturuyorlar, bir güzel havanın ve doğanın tadını çıkarıyorlardı. Kadın öğretmen olduğumu öğrenince çocuklarına anlattı. Çocuklarla da biraz muhabbet ettim. Amcanın ismi Bayram’dı, adaştık. Kızının ismi Bahardı. Bir de babaanne geldi sonlara doğru onun ismi de Rukiye’ymiş. Diğerlerini de sormuştum ama unuttum. En son çay için teşekkür edip yanlarından ayrıldım.

Çoban barınaklarıyla dolu müstakil yayla yerleşkelerini araç yolundan yürüyerek geçtim. Her taraf büyük baş hayvandı. Çitrik Gölü’ne yakın bir yamaçta uzaktan gördüğüm keçi sürüsü dışında küçükbaşa rastlamamıştım hiç. Neyse, temiz araç yolunda biraz yürüdükten sonra köprüden karşıya geçmedim. Araç yolundan değil vadinin doğu yamacı boyunca biraz yükseldikten sonra stabil bir şekilde devam eden patikaya yöneldim. Patikaya ulaşana kadar biraz dik çıktım. Ardından son derece belirgin, sık kullanıldığı belli olan bu patikada tatlı tatlı yükselmeye başladım. Bu patika beni Başköy’ün karşısına kadar götürüp Kalçarak Vadisi’ne giden araç yoluna bağlayacaktı. Patikada yürümeye devam ederken Cimil tarafından yükselen parça pamuk bulutlar etrafı kaplamaya başladı. Ortam bir kapanıp bir açılıyordu. Öğle vaktinin kızgın güneşinden de korunmuş oluyordum böylece.

Patikada yükselmeye devam ederken, 150-200 metre ötede bir düzlük gözüme çarptı. Kırmızı ceketli bir kadın ve inekler de görülebiliyordu yer yer seyrelen dumanın arasından. Patika da o düzlüğe bağlanıyordu. Gözlerim orada ilerlemeye devam ediyordum ki patikanın üzerinde toraman bir Sivaslının bana bakmakta olduğunu gördüm. Civar yöresinde korumakla yükümlü olduğu mal yoktu ama kendimi yine de hazırladım, her an üzerime gelebilirdi. Ama sakin duruyordu, ben de ona hitaben:

- Merhaba dostum… Nasıl gidiyor çobanlık?

Dedim. Karşılık olarak kuyruğunu hafifçe sallar gibi yaptı. Benimle işi yoktu. Ne yılışıyor, ne kızıyordu. Ben de patikadan biraz ayrılıp yanından geçerek uzaklaştım ve patikayı çevreleyen inekler arasından demin uzaktan görülen düzlüğe geldim. Bayağı düz bir yerdi. Öyle ki kendi isminin olduğuna emindim. Yayla bile olabilirdi. Doğu tarafında derme çatma iki çoban barınağı vardı ama gidip sormaya çekindim buranın ismini. Yoluma devam ettim. Patika artık inişe geçmişti. Batı tarafımda parça parça bulutların aktığı ana vadiye baktığımda çoban yerleşkelerinin birbirini takip ettiğini gördüm. O kadar çoklardı ki! Vadi boyunca aşağıdan yukarıya sıralanmışlardı, hepsi de şenlikti. Araç yolu da yukarıdan net bir şekilde seçilebiliyordu. Yola baktığımda üzerinde yürüdüğüm patikanın değerini bir kez daha kavradım. Bugünkü rota önemsenmeyecek miktarda araç yolu içeriyordu. Genel olarak çayırlık ve kayalıklardan ilerliyor, yarıdan çok az bir kısmı ise patikadan oluşuyordu. Araç yolu toplamda en fazla 600 metre bir şeydi.

Derken yamaçla birlikte doğuya yönelen patikanın tam karşısında Başköy'ün sıkış tepiş evleri göründü. Patika bu noktada yükselmeye başlamıştı. Neden yükseldiğine anlam vermek için ileriye baktım. Sonra haritaya bakınca araç yolunun en üstündeki virajın bir köşesine bağlandığını gördüm. “Ne gerek var ki yükselip sonra “Z” virajlarla tekrar inmeye! Şuradan bypass etsem ya! Hem yol kısalır, vakitten kazanmış olurum. Ne akla hizmet akşam böyle çizdiysem rotayı?” şeklinde düşünerek yer yer laçkalaşan topraktaki gümrah bitkilerin arasından yolun en aşağıda görünen son dönemecine doğru ilerledim.

Araç yoluna ulaştıktan sonra biraz onun üzerinde devam ettim. Sonra kendi aracım ile derenin karşısında aynı noktaya geldim. İleride bir köprü vardı ama baya ilerideydi. Oraya kadar gidip aynı yolu geri dönmek istemedim ve dereye yaklaşıp geçmeye uygun bir yer aradım. Tam ayakkabıları çıkarıp dereye girmeyi ve karşıya öyle geçmeyi düşünüyordum ki hemen -elli metre var yok- yakınımda ahşap bir köprü gördüm. Köprüden geçip aracıma doğru son metreleri de tükettim.

Ivır zıvırı bagaja koyup hemen yakında akan minik dereye giderek yüzüme su çarptım ki ağzımdan okkalı bir küfür istemsizce savruldu! Gözlükleri çıkarmayı unutmuş, sertçe yüzüme su vurmuştum! Gözlük kullanan herkes küfrü neden savurduğumu anlayacaktır. Tuzdan tozdan olabildiğince arınıp araca dönüyordum ki yukarıdan orta yaşlı zayıf biri bana doğru yaklaşırken el edip selam verdi:

- Baluği serpmeyilen mi tuttun?

- !?!? Ben balık falan tutmadım abi! İşim olmaz benim balıkla.

- (İnanmaz bir tavırla) Ya ne yaptın?

- Yürümeye geldim. Bu Sarpinovit’ten yukarı yürüdüm. İstersen bagajı kontrol edebilirsin. (Ne demek bagajı kontrol edebilirsin, ona ne! Benimki de saflık işte!)

- Buriya celiiler aşağiden, ince serpme atayiler, yavru böyuk ne varsa toplayiler, derede baluk bırakmayiler ondan sordum.

- Allah onların belasını versin dayı! Ben hayvanlara zarar vermem, balık tutanı gördüğüm zaman da hiddetlenir, söverim (içimden tabi).

- (Ucu kendisine dokundu haliyle) Oyle değil tabi, helbet celursin zevk için tutarsin ama usulilen, biraz kalun olacak ağ.

- O işin zevki olmaz dayı! Zevk için can alınmaz! Karnını doyuracaksan aşağıda balıkçı var; al, ye! Buradakilere dokunma, değil mi ama!

- (Cevap yok, gülüyor)

- Ben dağcıyım, yürüyüş yapıyorum burada; hadi selametle.

- Eyvallah.

Adamdan ayrılıp araca geçtim. İkizdere’de içimde ukde kalan son rotayı da gerçekleştirmiş oldum. Haritanın başına geçsem daha çok ukde doldururum içime tabi ama şimdilik istediklerimi adımlamış oldum. Artık biraz hız kesme vakti. Bu arada ayakkabılar sol başparmak hizasından taban açılması yaptı. Geri göndermek durumunda kalacağım, bir süre uzun yürüyüş olmayacak gibi görünüyor… Bakacağız artık, gelen günler neler gösterecek? İkizdere'de bir şeyler tamam olmuş gibi şimdi... Kuvvetle muhtemel bir ayrılığa hazırım artık!


25.06.2021 - İkizdere


Kapak Fotoğraf: Sarpinovit Yaylası

Sırayla fotoğraflar


































































































































 

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..