Yalnız Adımlara Devam...

Romantik, bir duygunun lüksünü, bedel ödemeden deneyimlemeye yeltenen kimsedir.

Murat Menteş


We've come too far to give up who we are.

Daft Punk


Uzun zaman oldu, çok uzun... Yaban ile hemhal olmayalı... Bir yıldır alışılagelmiş dağ yürüyüşlerime ara vermiştim. Arada köyün orman yollarında yaptığım kısa yürüyüşler, bir iki kış aktivitesi ve yazın başında yayla civarındaki tırmanma antremanları dışında uzun soluklu, taban şişiren, hayat veren bir etkinlik gerçekleştirmedim. Artık yaban doğada tek başıma tedirgin olmadan yürüyemiyordum. Hele pandemi dönemindeki o yoğun yürüyüşlerde içime dolan katıksız özgürlük, boşalmışlık, hafiflik yoktu pek. (Ne güzel günlerdi o günler, bütün dünya yüz yılda bir uğrayacak çetrefil bir belayla boğuşurken ben hayatımın en güzel günlerini yaşıyordum. Uzaktan eğitimin sağladığı esneklikle her fırsatta soluğu dağda, bayırda, ormanların dibinde alıyordum. Son bir sene içinde o günlere dair kaleme aldığım metinleri dönüp dönüp okudum, o hissiyatı az da olsa tekrardan deneyimlemeye çalıştım. İyi ki yazmışım, her kelimesi benim için birer hazine oldu o günlüklerin.)


Son uzun soluklu yalnız yürüyüşüm Tatos Dağları'nın çevresini dolaştığım aksiyondu. O zor (akıl işi olmayan) aktiviteyi İkizdere'den Çamlıhemşin'e yapacağım epik dağ yürüyüşüm için son hazırlık olarak planlamıştım. Artık yıllardır planladığım yürüyüşü gerçekleştirmeye hem mental hem de fiziksel olarak hazır hissediyordum kendimi lakin doğanın benim için farklı planları vardı, olmadı! Aklımda kıymık gibi kaldı o yürüyüş düşüncesi. Dumura uğradım desem yeridir. Neyse bir yıllık durgunluktan sonra muzdarip olduğum katalepsiyi kırmaya karar verdim. Bir iki güzergah planladım ama ya havayı bahane ettim ya canım istemedi belki de korktum bilemiyorum neticede sürekli ertelemeye başladım. İçinde bulunduğum belirsizlik depresif bir ruh haline girmeme de sebep olduğundan harekete geçmekte zorlanıyordum. Köydeki odamda okumaktan başka hiçbir şey yapmadım haftalar boyunca. Ta ki bugüne dek.


Avusor Yaylası üzerinden eski göç yolunu kullanıp Koçdüzü Yaylası'na yürüyebilirim diye düşünmeye başladım. Bu yolu kullanarak yaylaya en son 2003 yılında yani 14 yaşımda iken gitmiştim. O zamanlar Koçdüzü'ne araç yolu yoktu. Amcamın oğlu ile birlikte dedemizin rehberliğinde aşmıştık dik patikaları. Altıparmak'ın mağrur kaya duvarları beni öyle etkilemişti ki havsalamda asla solmadı o duygu. Daha sonraları elbette Avusor ve Altıparmak civarında sayısız kez bulundum ama bu rotayı doğa aktivitelerinde kendimi geliştirdikten sonra hiç yürümedim. İlgimi çeken bir rota olmadı hiç, aslında aklıma bile gelmedi. 3 saatlik kolay bir güzergahtı. Altıparmak'ı görecek olmamın yanında ergenlikten  kalma o  saf deneyimin kaynağı olması yeterdi yürümek için. Tamam dedim gideceğim.


Rota çok uzun ve zor olmadığından fazla vaktimi almayacaktı dolayısıyla erkenden çıkmanın anlamı yoktu. Haftasonu 3 gün hava Yusufeli ve Kaçkar Dağı için açık öngörülüyordu lakin sabah baktığımda gökyüzü kalın bir bulut örtüsüyle karşılaştım, günlerdir olduğu gibi. Yukarısı hiç de açık gibi durmuyordu ama gidecektim yine de. Kahvaltımı yapıp yola koyuldum. Ayder'deki boğucu kalabalıktan güç bela sıyrılıp Avusor yoluna girdim. Bulut örtüsü hala incelmemişti, üst tarafının açık olduğuna delalet eden parlaklıktan eser yoktu. Nasipte ne varsa o dedim, olmadı arabayla gezmiş olurum. Yeni beton dökülmüş yolda nispeten hızlı bir şekilde ilermeye devam ettim. Bir noktada bulut tabakasının içine girdim. Yol engebeli ve çamur hale geldikten sonra parlaklık gözlerimi ısıtmaya başladı yavaştan. Yaylaya yaklaşmış olmalıyım ama hala çıkamadık pustan diye endişelenirken aniden, sanki gözümün önünden kalın bir perde kalkmış gibi dağlar önüme serildi. Bu hala alışamadığım bir olgu, doğanın en etkileyici fenomenlerinden biri benim için. Bulut denizinin kıyısına elveda der demez bir iki bulut parçası dışında çırılçıplak bir mavilik karşıladı beni. Sağda Kuşaklı Kaçkar bütün heybetiyle kaimdi. Daha bir iki dakika önce geri döneceğime ikna olmuşken şimdi akşamı yaylada geçireceğimi düşünmeye başladım. Yaylanın içinden geçip aracı yol kenarında uygun bir yere park ettim. Rüzgar iyi esiyordu. Havanın bozması pek mümkün değildi lakin güneyden esen rüzgar sesimi boğacağından yabanı haberdar etmekte zorlanacaktım. Önümden esen rüzgar kokumu da sesimi de ters yöne sürükleyeceğinden, yakınlarımdaki muhtemel bir yaban hayvanının beni fark etmesi zor olacaktı. Sık sık bağırıp ıslık çalacağız artık, yapacak bir şey yok diyerek vurdum tabanları doğu tarafında yükselen yamaca. Bir noktada kadim patikayı bulup takip etmeye başladım. Civarda dolaşan Arap turistler vardı, yayla şendi ama kimse uzaklaşmıyordu yayladan. Sürekli etrafımı, rotanın ilerlediği bölgeleri kolaçan ederek yürümeye devam ettim. Normalde şimdiye kadar rahatlamış, ağzım kulaklarıma varmış olurdu ama bugün tedirginlikten henüz kurtulamamıştım. Vadinin başında sağ alt tarafta iki emekçi at sırma kuyruklarını aheste sallayarak otluyorlardı. Sert rüzgarda sallanan alçak alpin çayırlar ve rüzgarın kulaklarımdaki uğultusu dışında yakın civarda kıpırtı yoktu. Islık çalıp seslendim ve yürümeye devam ettim. Özellikle kayalık bölgelerde dikkatli olmam gerektiğinden her yeri didik didik ederek yürüyordum. Gerçekten çok yorucu, rahat düşmanı bir durumdu. Dağlara, çayırlara, bulutlara, kuşlara daha da önemlisi kendi hissiyatıma odaklanamıyordum. Normalde yürüyüş yazılarımı yürürken aklımda kaleme alırdım; cümlelerimi, kullanacağım kelimeleri, imgeleri, metaforları bile yürürken kurgular akşam eve döndüğümde özenle kağıda dökerdim. Bugün ise bu olmuyordu. Ne anlamı vardı o zaman doğada yalnız olmanın! Mesele o hissiyat değil miydi zaten? O da olmayacaksa tekinsiz bir doğa aktivitesinin yorgunluktan başka esprisi ne olacaktı? Ayı saldırısından sonra yaban hayvanlarının kendi doğalarında neler hissettiklerine dair algım çok netleşti. Bir tavşanın yerine koydum kendimi: Sürekli av olma korkusuyla pür dikkat, endişe içinde bir yaşama mahkumlardı. Açık havaya çıkmak bile büyük bir risk olduğundan devamlı kuytularda saklana gizlene yaşıyorlardı. Nihayetsiz bir tedirginlik hali. En temel yaşam gereksinimlerini bile karşılamak inanılmaz bir çaba gerektiriyordu. Doğada yalnızken aslında insanın da benzer bir kaygıya kapılması gerekir zira hayatta kalmanın en temel koşullarından biridir. (Gerçi normal bir insan tek başına yaban dağ coğrafyasına adımını atmayacaktır ama ben kendi adıma konuşuyorum.) Doğa her ne kadar romantizmin kaynağı olsa da bu (romantizm) yalandan başka bir şey değil gerçekten. Bu durumun önceden de farkındaydım ama tam olarak algılamam ayının dişlerini bedenimde hissetmemle gerçekleşti. Yakın zamanda okuduğum bir romanda karşıma çıkan şu cümle sanki beni tarif ediyordu: "Romantik, bir duygunun lüksünü, bedel ödemeden deneyimlemeye yeltenen kimsedir." Bu kadar çarpıcı gelmesinin sebebi bizzat bu durumu yaşamış olmamdı. Issız dağlarda, doruklarda, ormanların yabaniliğinde kendimi o kadar özgür, o kadar rahat ve mutlu hissediyordum ki bu hissin bir bedelinin olabileceğini bilsem de tam olarak algılayamıyordum. Bunun için ölümün soğuk nefesini ensemde hissetmem gerekiyormuş. 


Neyse, patikayı bir hayli kat etmiş, Dargovit Aşıtı'na yaklaşmıştım ki yukarıdan aşağı inen iki katırcı gördüm. Katırları yüklemişler Avusor'a doğru gidiyorlardı. Bana bakıp tebessüm ettiler ben de selam verdim:


- Selamün aleyküm.

- Aleyküm selam, nereye böyle.

- Koçdüzü'ne gidiyorum.

- Oo Koçdüzü'ne?

- Evet, bir gece orada kalıp yarın döneceğim.

- Aynı rotadan mı?

- Büyük ihtimalle, ama belki Didingola'dan çıkarım belli olmaz.

- Daha iyi olur, kaybolmazsın.

-  O konuda problem yaşamam, yabancısı değilim buraların.

- Neredensin?

- Dikkaya Köyü'nden.

- Mişi? (Lazca: kimlerden?)

- Acemişi.

- Arabayla gitseydin da yoldan.

- Ben seviyorum yürümeyi, arabamı bıraktım aşağıda.

- Sana helal olsun.

- Teşekkür ederim :) Size de kolay gelsin.

- Eyvallah.

Katırcıları geçtikten sonra arkamı dönüp fotoğraflarını çektim ve tempomu hızlandırıp aşıta yaklaşmaya başladım. Aniden yukarıda bir grup insanın farkına vardım. Muhabbet ediyor ve fotoğraf çekiyorlardı. Çoğu beni izliyordu. Yakınımdaki orta yaşlı elinde kocaman bir fotoğraf makinesi tutan adama el kaldırıp selam verdim. Selamımı aldı. Öğle vaktinin bu sert ışığında neyin fotoğrafını çektiğine anlam veremeyerek aşıtın üstüne geldim. Güneydoğuda Altıparmak, güneyde Hızarkapı, güneybatıda Kındevul (Kuşaklı Kaçkar) kesintisiz bir duvardı şimdi. Bulutsuz sert gökyüzünde fotoğraflık bir manzara vermiyorlardı lakin alışmış gözlere bile etkileyici geliyordu bu halleri. 


Aşıtın üstünde biraz durup soluklandım, dağ hastalığı hafifçe yoklamaya başladı. Mide bulantısı ve baş ağrısı kendini hissettiriyordu. Yanımda yiyecek ve içecek namına hiçbir şey yoktu. Vadi boyunca ilerleyen patikanın etrafına diktim gözlerimi ve herhangi bir hareket olup olmadığını araştırmaya başladım. Tam aşıtın altında keçi sürüsünü gördüm. Allah kahretsin dedim içimden. Keşke gördüğüm ayı olsaydı! Bağırırdım kaçar giderdi. Keçi sürüsü varsa Sivaslı da vardır. Bağırsan da kaçmazlar, üstüne gelir önünü keser yürümene mani olurlar. Bir bu eksikti! Sürüyü kuş bakışı iyice araştırdım ama Sivaslı göremedim. Başa gelen çekilir deyip aşıtın doğu yüzündeki "Z" patikayı inmeye koyuldum. Sürüyle aynı irtifaya gelmiştim ki itoğlu itler afkurmaya başladı. İki taneydiler. Hızlıca üstüme geliyorlardı. Allah kahretsin dedim bu sefer içimde tutmayıp bağırarak. Olduğum yerde durdum. Köpeğin biri yarım metre yanıma kadar gelip durdu, havlamaya devam etti. Etrafımdan dolanıp arkama geçmeye çalıştı, izin vermedim. Sürünün çok yakınından geçtiği için patikadan ayrıldım. Hayvan bölgesini koruyordu, devam etseydim ikisi birden kıyameti koparacak önümü kesip beni yürütmeyeceklerdi. Geri dönüp keskin kayalardan oluşan çarşak boyunca sürünün uzağından inmeye başladım. Köpekler afkurmayı kestiler ama biri beni bir süre takip etti. Çarşaktan kurtulup parlak alpin çayırlarla kaplı sığ akan suyla bölünen düzlüğe inmiştim ki ıslık sesi duydum. Aşağıdan sırtında kırmızı mont ve çuval bozması bir çanta olduğu halde çoban olduğunu sandığım biri geliyordu. Sığ dereciği geçerken karşılaştık. Selam verdim. Sürünün ona ait olup olmadığını sordum. Evet dedi. Köpeklerin işlerini iyi yapıyor hadi kolay gelsin dedim, gülümsedi. Ben de artık düzleşmiş tatlı çayırlıkta Dadala Pansiyon'a doğru devam ettim adımlarıma. Arzın bağrından üç devasa baca gibi fırlayan Altıparmak yanıbaşımdaydı şimdi. Dibinden bakınca bağımsız üç zirve şeklinde görünüyordu. 15-20 dakika sonra yükseldiğim yerdeki geçit vermez yekpare duvar şeklindeki görünümünden çok farklıydı şu anda. Gözlerimi Altıparmak'tan ayırıp patikanın doğrultusunda bulunan Dadala Pansiyon'a diktim. Pansiyonun sahibi Mustafa Dayı pencereden beni izliyordu. Tanıması mümkün değildi o mesafeden. Uğramayı düşünmüyordum zira dedemlerin çok yakın arkadaşıydı, yemek yedirmeden bırakmayacaktı. Konağa çok yaklaşmadan arkasından devam ettim ve kuzeyindeki yamaçtan yükselerek Derebaşı patikasına girdim. Tar Vadisi'nin alt tarafı, Ombole Yaylası'ndan itibaren bulut denizinin altındaydı. Yine ıslık çalıp seslenerek nispeten aynı irtifada seyreden tatlı patikayı yürümeye başladım. Patikanın Koçdüzü ve Dadala tarafındaki kısımları belirgindir lakin orta kısımda iz silikleşir. Bu bölgeye geldiğimde irtifamı 2750 metrede sabit tutmaya gayret ederek ilerlemeye devam ettim. Sürekli çevremi kolaçan ediyordum. Doğu tarafımda yükselen yamacı kaplayan nispeten uzun alpin çayırlar sert rüzgarda birörnek dalgalanıyorlardı. Bulutlardan azade öğle sonrası güneşi dans eden çayırların üzerinde bir patlayıp bir sönüyor gözlere şenlik bir manzarayı şekillendiriyordu şimdi. Birden kendimi çok rahat hissettim, o boşalmışlık, hafiflik doldu içime aniden. Sanki devasa bir tırtıl ordusu uygun adım marşa kalkmıştı da dalga dalga yürüyorlardı, çayırlar bende böyle bir izlenim oluşturdu ve uyandırdığı his muhteşemdi. Çevreme dikkat edebildiğime ve hayali imgeler oluşturabildiğime göre gerçekten hafiflemiş olmalıydım. Özlediğim hissiyata geç de olsa kavuşmuştum. Rotanın başlarındaki karamsarlık ve tedirginlik abartılı geliyordu şimdi. Her yer görüş alanımdaydı, komarlar sık olsa da öngörülebiliyordu, kayalar iri değildi, tamamen güvenli bir ortamdı. Bu hissiyatın ve manzaranın tadını çıkararak patikanın orta kısmını yürümeye devam ettim. İzlerin belirsizleştiği yerde biraz yükseldim, hep dinlendiğim puğarı 20 metre alt tarafta görünce yanına indim. Suyu az akıyordu, geniş bir şortoh yaprağı koparıp suyun düzgün akması için çeşmenin minik birikintisine yerleştirdim. Yaprağın içinden geçip billur cevherler gibi top top akan serin suyla susuzluğumu giderip tekrar yola koyuldum.


Çok sürmedi ki patikadan ayrılıp Koçdüzü'nün görüşüme gireceği bölgeye doğru hafifçe yükseldim. Nihayet yayla yerleşkesi kuzey tarafımda karşımdaydı. Yayla bulut denizinin kıyısında duruyor, parça parça bulutlar koca bir okyanusun dalgalarından kopup sahilde sönen köpük parçaları gibi Samayile'nin üstünde bir müddet asılı kalıp usulca siliniyordu.


İnişe başlayacağım noktada kar birikintileri vardı. Kaygan zeminde uygun bir rota belirleyip inmeye koyuldum. Bu bölge hayli engebeli ve kayalıktır. Rehavete kapılmamaya dikkat edip seslenerek yürümeye devam ettim. Yaylanın güneyi boyunca sekilenen menderesli vanakları bir bir inip yaylaya yaklaştım. İnek çanlarının  güven verici munis çın çınları eşliğinde seri adımlarla bitirdim güzergahın çayırlık kısmını ve araç yoluna girdim. Kimseye görünmeden eve gidip dinlenmek arzusundaydım ki arkamdan bir akrabamız seslendi, ne zaman geldin, ne yaptın, ne ettin vs konuştuktan sonra oradan ayrılıp eve ulaştım. Sonrası dinlence, yemek, Samayilenin sarı düğün çiçekleriyle kaplı yemyeşil yamacında batan güneşin yumuşak ışığı altında oturmak, uçurumun kıyısında bulut denizi ve gün batımını seyretmek nihayetinde uyku.


Uzun sürmeyen rahatsız bir uykudan sonra sabah teyzem kahvaltıya çağırdı. Yayla sütüne korkot yapmış, ekmek doğramıştı bir güzel. Hafif bir mide bulantısı eşliğinde yiyebildiğim kadar yedim ve hazırlanıp dönüş yoluna koyuldum. Bulantı ve muhtemel bir ishal durumu söz konusu olduğundan bedeni çok zorlamadan yavaşça çıktım vanaklardan ve 40 dk sonra aşıttaydım. Aşıta ulaştığımda doğu tarafındaki sırttan aşağı inen orta yaşlı tıknaz bir adam gördüm. Ben patikaya doğru ilerlerken o da bana doğru aşağı iniyordu. Kimsin nesin vs konuştuktan sonra ayrılıp yola devam ettim. Hava tıpkı dünkü gibiydi. Karadeniz tarafı yoğun bir bulut örtüsüyle kaplıyken yüksekler açıktı. Sert bir rüzgar esiyordu. Bu şekilde patikayı yürüyüp Dadala'ya ulaştım. Aşağı inmeden önce bir kayada oturup Altıparmak'ı seyrettim biraz. Neden sonra aşağıdan Sivaslının teki afkurmaya başladı. Bana doğru yavaş yavaş geliyordu. Ben de kalkıp inmeye başladım. Köpek bir süre sonra havlamayı kesti ve ilgisini kaybetti. Vadinin başlangıç kısmında bulunan patikaya girip Dargovit'e doğru devam ettim yola. Bulantıdan eser kalmamıştı, kendimi gayet iyi hissediyordum. Dünkü yürüyüşümden daha iyiydi her şey. Aşıtın altında geldiğimde oturup bir iki dakika dinlendim. Ardından dönemeçleri tüketmiş aşıta ulaşmıştım ki beni izleyen 6-7 kişilik bir yürüyüş grubu gördüm. Telefonumda keman melodisi çınlıyordu o an. İnsanların garip bakışları altında kapatıp kapatmama konusunda kararsız kaldım sonra kapatmadan devam ettim. Merhaba deyip kayalıklardan birinde tekrar oturdum. Ardından Avusor'a inen patikaya girip yolun son kısmını tüketmeye başladım. Bir noktada bulut denizine girdim. Yakıcı güneşten sonra buz dolabına girmişim gibi hissetiren bir ferahlama yaşadım. "Ohhhh!" dedim sesli bir şekilde, "Budur işte!". Çok iyi hissettirmişti. Havada kaotik bir şekilde dans eden soğuk su zerreleri terimi alıp götürmüştü. Tek sorun artık etrafımı göremiyor olmamdı. İnişe devam ederken dün aşıtta karşılaştığım katırcılarla tekrar karşılaştım. Selam verip yola devam ettim. Sisin içinde aracımı koyduğum yeri tahmin edip batıya doğru düz bir şekilde inişe başladım. Bir noktada araç yoluna çıktım, 50 metre daha yürüdükten sonra aracımı bulup yürüyüşü bitirdim. Uzun bir aradan sonra tekrar yabanda olmak çok iyi hissettirmişti. Çocukluk hissiyatımın pekiştiği bu güzel etkinlik de anılarım arasında yerini almış oldu.


16.07.2022 - Mekaleskirit/Çamlıhemşin




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu Tatos Dağları'nı Tavaf Ettiğim ve Ayı Saldırısından Nasıl Kurtulduğumdur...

Sû-i Tedbîrimle Yâ Hû

Akıl, Bir Damla Su!..